"duvarları yıkarız"
"O duvar O duvarınız Vııızz gelir Bize Vııızzzz." Nâzım Hîkmet Ran (NHR)
"duyan da okur; duymak için kör olmak mı lâzım?" "kör olmada gör beni"
"Robin hood bugün yaşasaydı medyadaki tekelleşmeyi bir numaralı düşman olarak görürdü" 15 05 2010 cannes film festivali Russel Crowe
"aslında robin hood yok cesur yürek var Robin Hood does not actually have a brave heart" Mel Gibson 07 01 2011 cuma
azsonra.blogspot.com
6 Aralık 2014 Cumartesi
“Çıplak Hayat” ve “Politik Olan” Arasında Yoksulluk ve Yurttaşlık
“Çıplak Hayat” ve “Politik Olan” Arasında Yoksulluk ve Yurttaşlık: İstanbul Kavakpınar Vakası
Bu çalışmanın konusu "yoksulluğun"
politik, pratik ve kavramsal yönleri ve bunların Türkiye'deki
"yurttaşlık" tartışmalarıyla ilgili içerimleridir. Burada birbiriyle
ilişkili iki argüman geliştireceğiz. Öncelikle, yoksullukla bağlantılı
deneyimlerin, söylemlerin ve yapıların dolayımlayıcısı olarak
"yerellik"e [locality] dikkat çekeceğiz. Homojenleştirici bir
nitelik taşıyan yoksulluk kavramının yerellikle ve yerelliğin
küreselleşme çağındaki çifte eklemlenmesiyle ilişkili olarak yeniden ele
alınması gerekir. Dolayısıyla burada "yerellik" kavramını ikili anlamda
ele alıyoruz. "Yerellik" bir yandan kapitalizmin küresel yapısal
eğilimlerinin üst-belirlediği [over-determine], devletin ve
yerel yönetimlerin pratiklerinin şekillendirdiği, ve insan hakları,
yurttaşlık, kimlik gibi muhtelif konulara ilişkin çeşitli söylemlerin
nüfuz ettiği bir uzama tekabül eder. Bu anlamıyla belirli bir yerelliğin
sınırlarını aşar ve daha geniş bir pratikler ve anlamlar ağıyla
birleşir. Ama diğer taraftan yerellik, birlikte yaşayan insanların
deneyimleri ve eylemleriyle inşa edilen ve dönüştürülen somut bir yere
de tekabül eder; kendi özgül tarihine sahiptir. Bu incelemede
geliştirdiğimiz ikinci tez, günümüzün bir diğer dikkat çekici
özelliğiyle, mevcut siyasi otoritelerin -örneğin devlet, siyasi partiler
ve işçi sendikaları gibi- sadece ekonomik alanı düzenlemedeki değil,
ayrıca politik olma biçimlerini yönlendirmedeki veya belli bir mecraya
sevk etmedeki yetersizliğiyle de ilintilidir. Bu nedenle, yoksulluğu en
geniş anlamıyla ele alırken, "kişiyi" ve "cemaati" farklı şekillerde
birbirine bağlayan yeni politik biçimleri kapsayacak şekilde hesaba
katılması gerektiğini öne sürüyoruz. Burada ulusal yurttaşlığın
sınırlarını aşan bu yeni politik biçimleri üretme ve sürdürme konusunda
yerel yönetimlerin önemli bir rol oynadığını vurgulamamız gerekir.
Dolayısıyla, yoksulluk ve yerelliğin
deneyimlenmesi ile bunun politik süreçler açısından barındırdığı
içerimler arasındaki ilişki karmaşık bir meseledir. Başka bir deyişle,
kapsamlı bir yoksulluk incelemesi, bir hanenin hayatta kalabilmesi için
gerekli temel ihtiyaçları karşılayamamasına neden olan maddi yoksunluğun
temelindeki ulusal ve küresel olarak belirlenmiş ekonomik süreçlerin
ayrıntılı analiziyle yetinmemelidir. Böyle bir inceleme, (sınıf,
toplumsal cinsiyet ve etnisite dâhil olmak üzere) muhtelif türde
toplumsal hiyerarşiler ve gerilimlerle, ve bunların yoksulluğun
deneyimlenmesindeki politik tezahürleriyle şekillenen yerelliğin
sorunsallaştırılmasını da içermelidir. Bu husus, yurttaşlığın tarihsel
oluşumu ve yurttaşlık haklarının şekillenmesiyle bağlantılı daha
kapsamlı içerimlere sahiptir. Bu karmaşık ilişkileri ele almak için önce
kendi özgül araştırmamızda öne çıkan ve daha kapsamlı ekonomik ve
politik süreçler ile politik failler arasındaki mücadele ve gerilim
uğraklarını ortaya çıkaran bazı temalara dikkat çekmek istiyoruz. Daha
sonra ampirik bulgularımız ışığında, politika geliştirmeyi bir yandan
olanaklı kılan bir yandan da engelleyen bir kavram olarak yoksulluk
üzerinde duracağız. Bu çalışmanın, yoksulluk, insan hakları ve
yurttaşlık arasındaki güncel bağlantılara dair tartışmalara katkıda
bulunacağını umuyoruz.
II. Mahal
Daha kapsamlı bir araştırma projesinin[2]
sonuçlarını temel alarak argümanlarımızı açıklamak ve geliştirmek için
İstanbul'un Kavakpınar mahallesi üzerinde odaklanmayı seçtik. Pendik
Belediyesi'nin yönetim alanında bulunan Kavakpınar, yoksullukla
bağlantılı meseleleri tartışmak için birçok bakımdan önemli bir yerleşim
birimidir. Öncelikle Kavakpınar 1980'lerden sonra yükselen göç
dalgasının sonucu olarak İstanbul metropolünün dışarıya doğru
genişlemesiyle gelişmiş, 100.000'i aşkın nüfusuyla büyük bir gecekondu
mahallesidir. Ama bu mahalleyi İstanbul'un diğer gecekondu
mahallelerinden ayıran şey, şehir planında bir "sanayi bölgesi" olarak
tasarlanmış olması ve bundan dolayı da, özellikle 1990'larda bölgede çok
sayıda sanayi tesisinin açılmış olmasıdır. 2001'den itibaren yeni inşa
edilmiş bir havaalanı da bulunmaktadır. Yerleşim alanlarının küçük
ölçekli imalat atölyelerinden tanınmış ulusal şirketlerin büyük ölçekli
fabrikalarına kadar çeşitlilik gösteren sanayi tesislerine çok yakın
olması, bölgede ciddi çevre kirliliği sorunlarına yol açmaktadır.
Toprağın "sanayiye dayalı" ve "ikamet amaçlı" kullanımı arasındaki bu
çatışmanın aynı zamanda yerel yönetim ile halk arasında önemli politik
mücadelelere de yol açtığını göreceğiz.
İkinci olarak, Kavakpınar büyük ölçüde
Türkiye'nin orta ve doğu bölgelerinden gelen bir göçmen nüfusuna
sahiptir; baskın nüfus Alevilerden ve Kürtlerden oluşmaktadır. Bölgedeki
etnik ve dinsel kimlikler insanların anlatılarında ve pratiklerinde
sadece sabit "kimlikler" olarak değil, aynı zamanda, Alevilerin ve
Kürtlerin marjinalleşme biçimlerine dair karmaşık sembollerde ve Türk
siyaset tarihi boyunca maruz kaldıkları dışlanmalara karşı verdikleri
mücadelelerde de ifade bulur. Kavakpınar'daki ekonomik zorlukları ve
sunulan kamu hizmetinin sağlık, eğitim ve altyapı olanakları bakımından
düşük düzeyli olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, etnik ve dinsel
kimliklerin burada ekonomik iktidar meselelerine, daha özgül olarak da
"zengin" "yoksul" çatışmasına kolaylıkla tercüme edilebileceği uygun bir
zemine sahip olduğunu görürüz. Bu ise bizi bölgedeki istihdam
örüntüsüyle ilişkili, Kavakpınar'ın toplumsal ve ekonomik ortamını
tanımlayıcı üçüncü bir noktaya götürür. Bu nokta yoksulluğun sınıf ve
toplumsal cinsiyete dayalı ana bileşenlerinin açığa çıkartılması
açısından özellikle önemlidir. Kavakpınar'da ikamet edenlerin çoğu örgün
eğitim olanaklarından yoksundur; hiçbir çalışma hakkı ve iş güvencesine
sahip değildir, ve geçici, düşük ücretli işlerde çalışmak zorundadır.
Bölgedeki hanelerin büyük bir çoğunluğunda kayıt dışı ev içi istihdamın
son derece yaygın oluşu hesaba katıldığında, istihdamın toplumsal
cinsiyete dayalı boyutlarının özellikle önemli olduğu açıklık kazanır.
Kadınlar ulusal ve/veya küresel işverenler için giysi, kibrit, sabun
gibi ürünler üreterek veya üretimin belli bir aşamasını gerçekleştirerek
çoğunlukla evde çalışmaktadır. Bu tür ekonomik aktivitelerde çocuk
emeğinin kullanılması da bölgede son derece yaygındır. Birkaç istisna
dışında Kavakpınar'daki erkeklerin semtteki fabrikalarda işçi olarak
istihdam edilmemesi ve nispeten istikrarlı kayıtlı istihdam
koşullarından faydalanamaması son derece çarpıcıdır. Bu nedenle
Kavapınar'daki erkeklerin büyük çoğunluğu ya işsizdir ya da kayıt dışı
gelir sağlayan muhtelif faaliyetlere yönelmektedir. Bu durum daha da
fazla marjinalleşmeye neden olurken bir yandan da yeni politik mücadele
biçimlerine yönelik bir arayışa yol açar. Dolayısıyla yukarıdaki hususla
bağlantılı dördüncü önemli husus da, özellikle kadınların politik olmak
için gösterdikleri özgül faillik biçimleridir. Kavakpınar'da yerel
sorunlar ve çevre sorunlarıyla mücadele etmeye yönelik toplantılar ve
sokak gösterileri düzenleyen aktif bir kadın grubu vardır. Bu kadınlar
yıllardır özellikle kadın meselelerini işleyen oyunlar yazarak ve
oynayarak yaratıcı etkinlikler de sürdürmektedir. Kadınların failliği,
ulusal yurttaşlığın toplumsal cinsiyete dayalı inşasını irdelemek
açısından can alıcı bir öneme sahiptir. Keza yoksullukla ve siyasetle
ilişkili farklı kendilik kavrayışlarını da açığa çıkartır; tartışmamızın
ilerleyen kısımlarında bu konuya tekrar döneceğiz.
Özetleyecek olursak, kayıt dışı
istihdamın yaygınlığı, özellikle su ve hava kirliliği olmak üzere çevre
kirliliği sorunlarının büyüklüğü, ve mahalleli arasında var olan etnik
ve dinsel bölünmeler, Kavakpınar'ın toplumsal ve ekonomik ortamını
niteleyen başlıca özelliklerdir. Bu özellikler arasındaki karmaşık
etkileşimin, yoksulluğun mahalleli tarafından farklı şekillerde
deneyimlenmesi, ifade edilmesi ve tanımlanması bakımından önemli
sonuçlar içerdiğini öne sürüyoruz. Bu etkenler, hâkim iktidar yapılarına
karşı ve ulusal yurttaşlığın mevcut yapılanmasına meydan okuyan
-ağırlıklı olarak insan hakları ve kimlik politikaları etrafında dile
getirilen- yeni politik direniş biçimlerinin ortaya çıkması ve muhalif
söylemlerin geliştirilmesi açısından da önemlidir. Şimdi Kavakpınar'ın
geçmişinden ve bugününden kimi kesitler vererek yukarıda belirttiğimiz
hususları daha ayrıntılı bir şekilde tartışmak ve ileri sürdüğümüz
argümanları geliştirmek istiyoruz.
III. Toplumsal Çatışma ve Politik Olmaya Dair Örnek Vakalar
Başlıca toplumsal çatışma alanları ve
müteakip siyasi hareketlilik örnekleriyle ilişkili ilk vaka, gecekondu
yerleşim alanlarının mevcut hali ve geleceğine dair devam etmekte olan
siyasi tartışmalarla ilgilidir. Ceza hukukuna ilişkin olarak AKP
hükümeti tarafından tasarlanan yeni değişiklikler, Türkiye'deki,
özellikle de İstanbul'daki köklü ve büyük ölçekli gecekondu sorununa
düzenlemeler getirmeye çalışmaktadır. Bu yasa değişikliklerini ayrıca AB
üyeliğine kabul edilmeye yönelik politik ve sosyal reformların bir
parçası olarak da görmek gerekir. Söz konusu değişiklikler, yeni
gecekonduların yapılmasını yasaklamakta ve var olan gecekonduların da
yerel yönetimler tarafından yıkılması için gerekli usulleri
tanımlamaktadır. Bunun sonucunda yakın zamanda şehrin farklı
bölgelerinde gecekondular güvenlik güçleri tarafından yıkılmıştır. Yeni
yıkım politikası, getirdiği yeni yaklaşımla Türkiye'deki eski
uygulamalardan farklılaşmaktadır: Bu yeni yaklaşım, gecekondu
sahiplerine tazminat ödenmesi ya da yeni konutlara yerleştirilmesine
dayanır. Ama mahalleli ile yerel yönetim görevlileri arasında yaşanmakta
olan çatışma mevcudiyetini korumaktadır. Yakın bir tarihte Pendik'te
Kavakpınar yakınındaki komşu bir mahallede çarpıcı bir örnek yaşandı.
Aydos adındaki bu mahallede insanlar yıkımlara örgütlü bir şekilde
direndi. Kısa bir süre önce 20 kişilik bir mahalle temsilci heyeti
kurdular; sayıları 2000'i bulan mahallelinin doğrudan katılımıyla
desteklenen bir eylemle, yerel yönetimin yıkım uygulamalarına karşı
başarılı oldular. Mahallelinin mücadelesi, yerel yönetimin bu yılın
(2004) Ekim ayında başlayan yıkımının durdurulmasıyla sonuçlandı. Sadece
14 konut yıkılabildi, gerisi yerinde kaldı. Görüşme yaptığımız
Kavakpınarlılar, medyada geniş yer bulan "Aydos olayını"[3]
önemli bir zafer olarak görüyor ve Kavakpınar'da çoktan başlamış olan
yıkım sürecini durdurmak için izlenecek bir model olarak kabul ediyordu.
Mahallelinin harekete geçirilmesi ve direniş faaliyetinin düzenlenmesi
bakımından mahalle temsilci heyetinin önemli bir rol oynadığını
vurguluyorlardı.
Kavakpınar'da görüştüğümüz kişiler,
geçmişte kendilerinin de yerel yönetime karşı koyduklarına dikkat
çektiler. Özellikle de bölgedeki fabrikaların zararlı etkilerine karşı
gündem yaratmak için doğrudan doğruya örgütlü eylemler düzenlemişlerdi.
Fabrikaların kötü kokulu atıklarının kirlettiği derenin temizlenmesi
için birçok imza kampanyası başlatmışlardı. Ayrıca bisküvi ve
konfeksiyon fabrikasından yayılan pis kokuları da protesto ediyorlardı.
Birçoğuna göre yöredeki yaşam koşullarının bozulmasının ana kaynağı
fabrikalardı. Üstelik fabrikalar onlar için bir iş fırsatı
yaratmadığından fabrikaların mevcudiyeti geçimlerine bir katkı
sağlamıyordu. Yalnızca geçici ve düşük ücretli işlerde
çalışabiliyorlardı. Aslında başlangıçta bölgede fabrikaların kurulmasına
karşı çıkmayı düşünmüş olsalar da, bazılarının (sonuçta gerçekleşmeyen)
iş bulma beklentisi yüzünden örgütlü bir karşı çıkış yoluna
başvuramamışlardı. Bununla birlikte, yukarıda değindiğimiz örgütlü
protesto örneklerinin tümü, Kavakpınarlıların büyük bir çoğunluğunu
yerel yönetimle doğrudan doğruya karşı karşıya getirmektedir. Aslında,
görüştüğümüz kişilere göre, devam eden çatışmalara rağmen taleplerini
iletilebilecekleri tek ulaşılabilir otorite yerel yönetim gibi
görünmektedir.
Bu çatışmaların stratejik formülasyonu
ve bunun sonucunda yerel yönetimlerle karşı karşıya gelinmesi,
çoğunlukla zengin yoksul çatışmasına dayalı anlatılara iliştirilmiştir.
Zengin yoksul çatışmasının kendisini mekânsal terimlerle açığa vurduğuna
burada dikkat çekmemiz gerekir. Örneğin konuştuğumuz insanların çoğu,
komşu mahallelerde ve Kavakpınar'da gecekonduların yıkılmasını, yerel
yönetimlerin zenginleri desteklemesi ve yoksulun toprağını alıp villa
yapması için zengine vermesi olarak yorumluyordu. İstanbul'da toprak
savaşının, özellikle de küreselleşme çağında toprağın metalaşmasının ve
spekülasyona açılmasının uzun bir tarihi vardır.[4]
Metalaştırma eğilimlerinden son derece etkilenen mahalleli, bir
zamanlar ele geçirmiş oldukları "değerli" toprakları ve bunları
zenginlere karşı savunmuş oldukları tarihi yeniden sahipleniyor. Tam da
bu süreçte kendilerini yoksul olarak tanımlıyorlar. Dolayısıyla,
yerelliğin yoksulluk söylemlerini ve deneyimlerini dolayımlamasına tanık
oluyoruz.
Mahalleli ve yerel yönetim arasındaki
çatışmalı karşılaşmalar sadece ekonomik eşitsizlik anlatılarını harekete
geçirmez, ayrıca dinsel-etnik kimlikler arasındaki gerilimler ve
çatışmalar etrafında inşa edilen ifadelere de yol açar. Bunu, bir başka
önemli siyasi mücadele örneğinde de görebiliriz. Kavakpınar nüfusunun
yarıdan fazlasını oluşturan Aleviler uzunca bir süredir bir cemevi
kurulmasını talep etmektedir. Cemevi talebi kısa süre önce yine yerel
yönetime karşı siyasi bir kampanyaya dönüşmüştür. Kampanyanın ana
amacıysa, cemevinin kurulması ve açılması için özel bir alan tahsis
edilmesini sağlamaktır. Bazı Kavakpınarlılar bu amaca ulaşmak için
muhtelif meseleleri ve stratejileri tartışmak üzere düzenli olarak bir
araya gelmektedir. Bu bakımdan cemevi sadece dinî bir merkez olarak
görülmemelidir, bilakis kültürel etkinliklerin ve mesleki ve eğitici
kursların düzenlenebileceği, ve görüştüğümüz kişilerin çoğunun
vurguladığı gibi sadece Alevilere değil herkese hizmet veren bir kreşin
yer alacağı bir kültür merkezi niteliğini taşımaktadır. Bu bağlamda,
Alevi kimliğinin stratejik bir şekilde konumlanmasının, özgül bir
yerellikte hak iddia edilmesinde ve dolayısıyla yurttaşlığın hayata
geçirilmesinde bir araç haline geldiğini görürüz.
Aslında Kavakpınar'da bir cemevi
kurulması için yürütülen siyasi kampanya, Türkiye'de Alevi cemaatinin
daha büyük, daha kapsamlı sorunlarıyla, dinî farklılıklarının toplum
tarafından, özellikle de otoriteler tarafından kabul edilmesiyle ilgili
talepleriyle bağlantılıdır. Görüştüğümüz kişiler, Alevi insanların Türk
ulusu tarihindeki marjinalleşmesine gönderme yaparak birer Alevi olarak
haklarını talep ediyorlar.[5]
Yine de, bir "azınlık" grubu olarak yaftalanmayı reddediyorlar
-"azınlık" terimi, günümüzde hem Alevileri hem de Kürtleri azınlık
olarak yeniden tanımlamaya yönelik AB yönelimli girişimler sebebiyle
gündemde olan bir terim.[6]
Azınlık olmayı kabul etmeleri halinde edinecekleri yeni haklara rağmen
azınlık statüsünü reddetmeleri, çoğu Alevi insanının kendisini ulusal
cemaatin bütünleyici bir parçası olarak gördüğünü gösterir. Bundan
dolayı, ulusun geneliyle aynılık talep ederken özgül farklılıklarının
tanınmasını isterler. Bununla birlikte, aynı dışlanma ve adaletsizlik
mekanizmalarına maruz kaldıkları için bölgedeki Kürtlerle ortak
sorunları paylaştıklarına da inanırlar. Ne var ki, dinsel farklılıklar
önem taşımaktadır. Görüştüğümüz kişilerin çoğu topluluk içindeki diğer
politik duruşlardan, örneğin tüm cemaati Alevi ya da Kürt olmasına
bakmaksızın ezilen bir halk olarak gören bazı sosyalist partilerden
farklı olarak, Alevi kimliğini öne çıkarmaktadır. Demek ki Aleviler için
en cazip siyaset zemini, "ezilen ve/veya dışlanan" olmanın ortak zemini
değil, bilakis dinsel-etnik kimliktir. Ama bu kesinlikle özcü veya
ayrılıkçı bir tanımlama değildir. Kimliğin yerellik karşısında
stratejik konumlandırılmasına dikkat etmek gerekir. Alevilerin
kimliklerini formülleştirme ve mahallede cemevi açılması gibi
taleplerini dile getirme şekli, yerellikte mekân üzerinde hak iddia
etmek biçiminde tezahür eder. Görüştüğümüz kadınlardan birinin
söylediklerinde açıkça görüldüğü gibi, "Mahallede yer üzerinde hak iddia
etmek için kıyasıya bir savaş sürüyor, peşi sıra açılan camilerden de
anlaşılıyor bu. Neden biz de bir yer kapmayalım ki?"
Sadece sınıf ve etnik-dinsel kimlikleri
değil, toplumsal cinsiyet kimliklerini de, yoksulluk deneyimine dayalı
yeni politik biçimlerle karşılaştığımız muhtemel bir toplumsal mücadele
alanı olarak dikkate almamız gerekir. Şimdi üzerinde duracağımız örnek,
bu noktayı aydınlatmaktadır. Kayıt dışı küresel ekonomi, özellikle ev
kadınlarından ucuz emek talep ederek yerelliğe nüfuz eder. Büyük
şirketlerin temsilcileri (şirketlerinin veya küresel bağlantılarının
ismini vermeden) kadınlarla iletişim kurarak onlara kazak örme,
konfeksiyon ürünlerinin süslenmesi, kibrit kutularının yapılması veya
doldurulması gibi evde yapabilecekleri işler verirler. Yoğun emek
isteyen bu işler çok düşük ücretlidir, üstelik ücret dışında bir ek
olanak veya hak, uzun vadeli iş güvencesi yoktur. Bu noktada, kayıt dışı
ekonominin işçinin özerkliği pahasına el emeğine geri döndüğünü görmek
ilginçtir. Daha da ilginç olan şey ise, kayıt dışı ekonomiye dayalı
esnek üretim modelinin, Kavakpınar'daki bazı kadınlara pazarda satmak
için benzer türde elişi ürünler üreterek kendi kendilerinin işvereni
olma fikrini verdiğini görmektir. Her ne kadar ekonomik açıdan başarılı
bir girişime dönüşmüş olmasa da, bu proje hakkında düşünme sürecinin
kendisi kadınları bir araya getirmiştir. Bu süreçte kurulan ve
Kavakpınar'daki saha araştırmamız sırasında haberdar olduğumuz kadın
grubu ise çok daha analitik bir dikkati hak etmektedir. Bu, 1980'lerin
sonundan geçtiğimiz yıla kadar düzenli olarak her Pazartesi bir araya
gelen 15 kadından oluşan bir gruptur.[7]
Bu gruptaki kadınlar kendilerini az
eğitimli ve hiç siyasi birikimi olmayan Alevi, ev kadını ve anne olarak
tanımlamaktadır. Kadınlardan biri, eskiden siyaset ve siyasi partiler
hakkında tamamen bilgisiz olduklarını, kime oy vereceklerini bile
evlerindeki erkeklerin onlara söylediğini belirtmektedir. Böylece bir
araya gelip toplanmaya başlayan kadınlar, özellikle çocuk bakımı
konusunda kitaplar ve makaleler okuyarak kendilerini eğitmeye karar
vermişler. Çevre ve sağlık sorunları konusunda özellikle hassaslar.
Çevre kirliliğin kötü etkilerine veya sokaklardaki çamur deryasının
oluşturduğu alt yapı sorununa karşı mücadelenin örgütlenmesinde aktif
bir rol oynamışlar. Televizyon aracılığıyla kadınlar günü olduğunu
keşfettikleri 8 Mart için özel bir etkinlik planlamışlar; çoğunlukla çok
çocukluluk, kısırlık, genç gelinlerle kaynanaları arasındaki çatışmalar
vb. gibi kadın sorunlarıyla ilgili oyunlar yazmışlar. Oyunları
mahalledeki yerel mekânlarda sahnelemişler. Kamusal alanda radikal ve
yaratıcı ifadeler bulan kadın buluşmaları çok geçmeden erkekler ile
kadınlar arasında çatışmalara neden olmuş. Grupta başı çeken kadınların
bazıları diğer kadınlar üzerinde kötü etkileri olan "hayat kadın"ları
olarak yaftalanmış. Kocaları bazı kadınların bu buluşmalara katılmasını
yasaklamış. Ama kadınların sahnedeki performansının beklenmedik
başarısının cemaat üzerinde olumlu bir etkisi olmuş. Sonunda erkekler,
kadınların farklı mahallelerde oyunlarını sahnelemelerine yardımcı
olmuş; hatta bazıları onları ana akım tiyatroya yönlendirmek gibi daha
büyük heveslere kapılmış. Kadınların etkinlikleri, toplumun geneliyle
bütünleşme konusunda yeni umutlar vaat ederek cemaati dönüştürmekle
kalmamış, ayrıca bizatihi kadınları da kökten bir biçimde değiştirmiş.
Yaşadıkları bu deneyimin kamusal hayatta kendilerine yeni beceriler ve
özgüven kazandırdığını, kendilerini daha güçlü yurttaşlar yaptığını
ifade ediyorlar. Artık kamusal alana tek başına çıkmaktan, polis veya
doktor gibi yetkililerle tartışmaktan korkmuyorlar. Ayrıca yerel
yönetimle temaslarında taleplerini dile getirme konusunda da faydalı
beceriler kazandıklarını söylüyorlar. Artık cemevi taleplerini yerel
yönetime kabul ettirmek için stratejiler geliştirmede daha aktifler.
IV. Yoksulluğun Kavramsallaştırılmasına Dair Bazı Gözlemler
Yukarıda ele aldığımız çatışma alanları
ve temaları, yoksulluk kavramının tartışılması bakımından çeşitli
hususlar ve sorunlar ortaya koyar. Kavakpınar'a dair bulgularımız,
Türkiye'deki diğer yoksulluk çalışmalarının ulaştığı sonuçlarla büyük
ölçüde uyumludur. Örneğin yoksulların anlatıları aracılığıyla "kent
yoksulluğunun kültürel-siyasal formasyonunu çözümlemeyi" hedefleyen en
yeni ve geniş ölçekli incelemelerden birinde Necmi Erdoğan, "yoksul"un
homojen bir varlık olmadığını ortaya koyar.[8]
Erdoğan ayrıca "yoksullar"ın koşullarının bilinemeyeceğini de öne
sürer, çünkü Erdoğan'a göre nesnel olarak bu ülkedeki kaynak dağılımının
en sınırında olan bu insanlar, muhtelif toplumsal ve kültürel
ortamlarda farklı biçimlerde konumlandırılır. Yoksulların yaş, toplumsal
cinsiyet ve etnik kimliği farklı şekillerde deneyimlemesinin yanı sıra,
yoksulluğa dair kendi anlatıları da birbirinden farklılık gösterir. Bu
nedenle, Erdoğan amacının yoksulluğu sanki bilinebilir bir nesneymiş
gibi "bilmek" değil yoksulları "dinlemek" olduğunu açıkça ortaya koyar.
Araştırmaları, "yoksulluğu anlamak için, yoksulların dahil olduğu veya
dışlandığı siyasal ve kültürel süreçlerin, yoksulların içinde yer
aldıkları toplumsal hiyerarşiler ve iktidar ilişkileri karşısındaki
konumlarının ve kendilerine ve başkalarına dair temsillerinin önemli
olduğu noktasından hareket ediyor."[9]
Bizim amacımız da çok benzerdi.
Dolayısıyla, bulgularımızı çok daha büyük ölçekli olan bu
çalışmanınkilerle karşılaştırarak değerlendirmek anlamlı olacaktır.
Erdoğan, Dünya Bankası'nın veya STK'ların politika yönelimli
raporlarındaki yeni yoksulluk kavramsallaştırmalarıyla veya medyadaki
yeni yoksulluk temsilleriyle kıyaslandığında zenginlik/yoksulluk
temsillerinin çok daha uzun bir tarihi olduğuna dikkat çeker. Erdoğan,
Gramsci'ye bir gönderme yaparak, "ortak duyu"ya dayalı yoksulluk
imgeleri ve hislerinin, yoksul olmayı anlamlı kılmaya katkıda bulunan
kalıntısal "folklorik" ve "ütopik" unsurlar barındırdığını öne sürer.
Öyleyse zengin imgelerine karşıt olarak yoksul imgelerinin bu ülkede çok
eskiden beri birçok sözlü ve yazılı kültürel temsilin ana teması
olageldiğini öne sürebiliriz. Bu tema -ister dinî ister laik terimlerle-
nasıl ifade edilirse edilsin, çoğunlukla adalet aramakla ilişkilidir.
Yoksulluğun bu eski ve gizli dili, modern Türk edebiyatına da konu
olmuştur.[10]
Ama imgeler repertuarı hiç de değişmez değildir. Mevcut koşulları
farklı şekillerde anlamlı kılmak için seferber edilir ve kullanırlar.
Tam da bu farklar günümüzde yoksulluğu yapılandıran sosyolojik açıdan
önemli karmaşık dinamikleri ifade eder. Bizatihi görüştüğümüz kişilerin
kendi yoksulluk temsillerine bakarak bu noktayı açıklayabiliriz.
Kavakpınar'daki kadın grubunun üyeleri
bize yoksulluğun temelde maddi koşulların yetersizliğiyle ilişkili
olduğunu söyledi. Yani yiyecek, sağlık gibi temel ihtiyaçları karşılamak
için yeterli paraya sahip olmamak anlamına geliyordu. Ayrıca
çocuklarına iyi bakamamak anlamına da geliyordu. Örneğin aralarından
biri, sınavlarda başarılı olmasına rağmen -kayıt ücretini ödeyecek
yeterli paraları olmadığı için- kızını üniversiteye gönderemediğini
söyledi. Türkiye'de devlet üniversitelerinin kayıt ücretlerinin çok
düşük olduğu dikkate alındığında bu açıklama, maddi yoksulluğun boyutunu
da çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Ama yoksulluğu maddi
koşullarla ilişkilendiren bu açıklamaların hemen ardından kadınlar
gururla "ruhlarının" zenginliğini dile getirdi. Zenginlerin ellerinde
imkânları vardı belki, ama insani açıdan o kadar da zengin değillerdi,
ellerindeki kaynakları asla başkalarıyla paylaşmazlardı. Ama yoksullar
hep cömertti ve birbirleriyle dayanışırdı. Maddi ve manevi arasında
yapılan bu ayrım, yoksulluğun sadece filmlerdeki ve medyadaki popüler
temsillerinde yankılanmaz, ayrıca Erdoğan'ın çalışmalarına ilişkin
yorumlarında da yankılanır. Onlar da araştırmalarında yoksulların daha
zengin "ruhlu" olduğunu vurgulayan manevi tınıları olan bu tür
açıklamalarla karşılaşmıştır. Bu tür ifadelerde, ortak duyuya dayalı
zengin ve yoksul imgelerinin izini bulabiliriz, ama yine de anlamları
ortak duyunun ötesine geçer.
Yukarıdaki örnekler, yoksulun
öznelliğindeki bir ayrıma da işaret eder. Bu ayrım "gerçek kendilik" ve
"oynayan kendilik" arasındaki farkı ortaya koyarak
kavramsallaştırılabilir. Erdoğan'a göre gerçek kendilik, yoksul kişinin
eylemlerini ahlakla ilişkilendirerek adalete dayalı daha genel bir anlam
haritasında gerekçelendirdiği tahayyül edilmiş bir failliğin alanıdır.
Gerçek kendilik, tinsel terimlerle dile getirilir ve böylelikle tahayyül
edilmiş bir töze sahip olur. Oysa oynayan kendilik çok daha çoğul,
bölünmüş bir niteliğe sahiptir ve stratejik olarak konumlanır. Oynayan
kendilik sadece ötekilerin söylemiyle konuşabilir; çoğunlukla kendi
kendisiyle çelişir. Örneğin yoksul insanlar kendi cehaletlerinden ötürü
yoksul oldukları sonucuna ulaşıp kendilerini suçlayabilirler ve böylece
ötekinin bakış açısını yansıtırlar veya kendilerini hegemonik
ideolojilerle değişik şekillerde bütünleştirmeye çalışırlar. Gerçek
kendilik zenginden farkı ortaya koyarken, oynayan kendilik "incitici"
farkı gidermek veya yok etmek için kendisini söylemsel araçlarla
donatmaya çalışır. Erdoğan'ın incelikli bir şekilde ele aldığı gibi,
"fark yaraları"[11] yoksulların bedenine toplumsal olarak kazınır.
Öznelliklerin stratejik konumlanmasını,
tartışmamız açısından son derece önemli buluyoruz. Ayrıca yukarıda
değindiğimiz yoksulluk incelemesinden farklı olarak, bireysel
anlatıların önemli bilgi kaynakları olmakla birlikte yoksulların
öznelliklerinin stratejik konumlanmasını anlamamız açısından yeterli
olmadığını da iddia ediyoruz. Daha önce de belirttiğimiz gibi,
konumlanmaları yerellikle bağlantılı olarak analiz etmek gerekir. Bu
noktada ilişkisel bir analiz önemlidir. Yerellik hem yaratıcı kendilik
stratejileri için konumlar üretir hem de özneleri bir yerin katı
sınırlarına hapseder. Yerelle ilişkili genel eğilimler, yani yerel
yönetimlerin artan iktidarı, toprak spekülasyonu ve kayıt dışı ekonomi
eğilimleri, yoksul insanları iktidarın yerelleşmiş tezahürleriyle
çatışma konumlarına yerleştirir. Tıpkı yıkım örneğinde veya bölgede
fabrikaların, camilerin veya villaların inşa edilmesi örneklerinde
olduğu gibi mekânın kullanımı, bir siyasi müzakere alanı haline gelir.
Yoksullar kendi mekânlarını savunmak için söz konusu müzakerede açılan
konumları benimserler ve siyasi ve kültürel aktiviteleri için yerellikte
daha fazla yeri geri kazanmak için mücadele ederler. Bu süreçte aktif
yurttaşlar haline gelir ve etnik kimlik, yurttaşlık ve insan haklarına
ilişkin küresel söylemlere başvurarak oynayan öznelliklerini ifade
ederler. Çevre kirliliği ve sağlık sorunları kapsamında politik eleştiri
yapmak üzere küresel özneler olarak konuşurlar. Ama öte yandan,
yerellik onları tam anlamıyla kısıtlar. Görüştüğümüz kadınların bize
söylediği gibi, şehrin başka yerlerine gidecek ulaşım paraları olmadığı
için genellikle mahalleden ayrılamazlar. Zaman geçirmek için "Pendik'e
bile gidemezler." Kadınlar genellikle eve kapanmıştır ve erkekler de
mahalledeki kahvehanelere gidebilir ancak. Bu da yoksulluk koşullarını
ele alırken mekân meselesini daha da önemli kılar. Bu nedenle, örneğin
kültür merkezi olarak bir cemevi açılması suretiyle mekânın
dönüştürülmesi, önemli bir politik talep haline gelir.
V. Yurttaşlık ve Yoksulluk Sorunlarına Dair Bir Tartışma
Peki, Kavakpınar'da kadınların daha ön
plandaki yaratıcı failliğini nasıl açıklayabiliriz? Bu husus bizi modern
yurttaşlığın toplumsal cinsiyete dayalı inşasına ve bu inşanın
toplumsal dışlama ve marjinalleştirme süreçleriyle ilişkisine götürür.
Başka bir deyişle, toplumsal cinsiyete dair özcü varsayımlardan
kaçınacaksak, toplumsal cinsiyete dayalı yurttaşlığın hem yerel hem
ulusal dinamiklerini ve yoksullukla nasıl ilişkilendiklerini
araştırmamız gerekir. Yurttaşlık sorunları genellikle bireylerin
yurttaşlık haklarına sahip olup bu hakları kullandığı bir sivil toplum
söylemi içerisinde ortaya koyulur. Bu perspektifte sivil toplumun
gelişimi de devlet ve birey arasındaki gizli sözleşmeyi denetleyen ve
güvence altına alan kilit güç olarak kabul edilir. Yurttaşlığı ve
yurttaşlıktan doğan hakları bu tür bir biçimsel sözleşme modeli
kapsamında formülleştiren liberal kuramlar, varsayılan bireyin erkek
olduğunu göz ardı etmekle eleştirilir. Başka bir deyişle, özellikle
feminist akademisyenler yurttaşlık kuramlarını erkek tarafgirliğiyle
eleştirir.[12] Pateman'a[13]
göre, kadınlar evlilik sözleşmesinde erkeklere tabi kılınmakta ve ancak
"özel" kategorisi içinde görünmez kılınan bu tabi kılınma aracılığıyla
kamusal alana girebilmektedirler.[14]
Liberal kuramlar, kadınların tabi kılınmasını görünmez hale getirmekle
kalmaz, ayrıca yurttaşlık haklarının ve görevlerinin tanımlanmasına
dayalı dışlamaları da gözden kaçırırlar. Liberal çerçeveye dair
eleştiriler, ulusal kimliği diğerlerinin yanında en önemli kolektivite
olarak kabul ederken belli bir kolektivite içindeki kimlik ve katılıma
dair sorunlara işaret eder. T. H. Marshall'a göre yurttaşlık "bir
cemaatin tam üyesi olanlara bahşedilen bir statüdür. Bu statüyü haiz
olan herkes statüyle birlikte verilen haklar ve görevler bakımından
eşittir."[15]
Cemaate katılım bir yurttaşlık normu olarak tesis edilince de, tam üye
statüsüne sahip olmayanların dışlanacağı açıktır. Bu perspektifte
yurttaşlığın millileştirilmesi, sadece katılımı gerektirmekle kalmayıp,
yoksullar, bazı etnik gruplar, kadınlar, göçmenler gibi millî veya
ahlaki kolektivitenin ikincil derecede üyesi olan bazı grupların
dışlanmasını ve ayrımcılığa tabi tutulmasını kaçınılmaz kılar.
Türkiye'deki hukuk reformuyla ilişkili "azınlıklar"a veya toplumsal
cinsiyete dair güncel tartışmaların gösterdiği gibi, bu ayrımcılıkların
ve dışlamaların bazılarının hukuki tezahürleri olabilir; ama bazıları da
hukuka rağmen işlemektedir. Meşruluklarını hukuktan değil, hegemonik
milliyetçi anlayışlara dayalı kültürel algılardan alırlar.
Yurttaşlığın ayrı ama yine de birbiriyle bağlantılı iki farklı anlamında -yani, biçimsel [formal] ve tözel [substantive]- sadece bir dışlama mantığına değil, ama aynı zamanda bir "başkalık" [alterity] mantığına dayandığını öne süreceğiz. Bu terimi, Engin Işın'ın yurttaşlığa ilişkin zihin açıcı çalışmasından ödünç aldık.[16]
Işın'a göre, başkalık mantığı, eşanlı olarak hem içeridekileri hem de
dışarıdakileri kuran diyalojik bir ilişkidir. Başkalık mantığı, dışlanan
ötekilerin sadece "normal" yurttaşların kolektivitesinden dışlanmakla
kalmayıp, aynı zamanda kendisi bizatihi bir politik mücadele ve müzakere
alanı olan yurttaşlık deneyiminin inşasında ötekiler olarak
içerimlenmesini de ifade eder. Örneğin kadınların hem sivil topluma hem
de milliyetçiliğe dahil edilmesi, başkalık mantığını yansıtır. Kadınlar
dışlanmakla kalmaz, aynı zamanda kolektivitede "farklılıklarıyla"
içerilir. Pateman'a göre, "modern patriyarkanın yaratımı, kadınlar için
neticede yurttaşlığa resmî dahil oluşlarını kuşatabilecek yeni bir
katılım modeli cisimleştirmiştir. Kadınlar, yurttaşlığa siyaset
kuramının ‘bireyleri' ve ‘yurttaşları' olan erkeklerden farklı olarak
dahil edildi; kadınlar kendi özel alanlarına tabi olarak dahil
edildiler, dolayısıyla devletin ekonomisi ve yurttaşlığa dayalı kamusal
alanı anlamında ‘sivil toplum'dan dışlandılar. Ama bu, kadınların hiçbir
politik katkıları olmadığı veya politik görevleri olmadığı anlamına
gelmez. Politik görevleri de (tıpkı yurttaşlıktan dışlanmaları gibi)
erkeklerden farklılıklarından, bilhassa annelik kapasitelerinden
türetilir."[17]
Ulusal yurttaşlık çerçevesini başkalık
mantığı aracılığıyla analiz ettiğimizde, kadınlara kolektivitede bir
statü atfedilmesinde anneliğin son derece önemli bir kategori olduğunu
görürüz, fakat bu statü sivil toplumda erkeklere atfedilenle aynı
değildir. Bu tarz bir analiz Kavakpınar'daki kadınların failliğinin
dinamiklerini daha iyi açıklayacaktır. Kadınlar, ulusal yurttaş rolleri
bakımından, örneğin kime oy verecekleri konusunda, erkeklere tabi ve
bağımlı olsalar da, annelik rolünü ayrıcalıklı kılarak politik bakımdan
aktif olabildiler. "Modern çocuk bakımı" konusunda daha fazla şey
öğrenmek, "çocuklarına daha sağlıklı hayat koşulları yaratabilmek
adına", çevre kirliliği sorunlarıyla mücadele etmek ve "çocuklarına daha
iyi bakabilmek amacıyla" para kazanmak için gruplarını örgütlemişlerdi.
Erdoğan, kendi çalışmalarında da yoksul kadınların çocuk bakımını güçlü
bir şekilde vurguladığını söylüyor. Annelik kadınlara aktif
olabilecekleri bir öznelik konumu tesis etmekle kalmaz sadece; ayrıca
zenginlerle aralarındaki "incitici" farkları yok ederek "modern" özneler
olmalarını sağlayan bir mecra sunar. Örneğin çocuk bakımı ve sağlıkla
ilgili modern kitaplar ve makaleler okumak bunun bir göstergesidir.
Üstelik Kavakpınar'daki kadınlar bize, evlerinde bir dizi panel
düzenlediklerini ve hem erkekleri hem de çocukları sorunlarını
"arkadaşça bir diyalog" ortamında "açıkça" tartışmaya davet ettiklerini
söyledi. TV programlarının etkisi elbette belirgindir. Benliğin bu yeni
ortaya koyulma şekli, "modern" olma özlemini ve isteğini yansıtır. Ama
yine de sadece ötekilerin taklit edilmesi değildir bu. Kadınlar yerellik
uzamını kullanarak ve dönüştürerek zengin ile yoksul arasındaki uçurumu
aşmaya çalışıyorlar. Ayrıca, onlara atfedilen "cahil", "eğitimsiz" gibi
etiketlerin ürettiği "simgesel şiddet"e karşı da mücadele ediyorlar.[18]
Bir diğer çarpıcı örneği yaratıcı yazma pratiklerinde bulabiliriz.
Tiyatro oyunlarından birinin perde arasında "farklılık" ve aynı olma
arzusuyla zekice oynadıkları bir "reklam" sahnelerler. Onlara göre
lekelere sadece zenginlerin yediği yiyecek içecekler (çikolata, yağlı
yiyecekler vs.) yol açtığı ve "yoksullarsa sadece ekmek yiyip su
içtikleri için" "yoksulluğu dışavuran" bu "reklam", seyirciye yoksul
insanların bulaşık deterjanına ihtiyacı olmadığını gösterir. Burada
zenginle yoksul arasındaki karşıtlık keskindir. Ama kadınlar "reklam"
gibi modern biçimlerle oynayarak muhtemelen tüm toplumun paylaştığı
simgesel bir dil içinde kendilerine yer açıp, bunun içinde üretirler.
Kadınların toplumla bütünleşme arzusu ve
mücadele şekilleri ulusal yurttaşlığın sınırlarını aşmaktadır. Siyasi
partiler ve devlet gibi mevcut politik biçimleri cazip birer
politikleşme aracı olarak kabul etmezler. Kadınlar mevcut partilere
(sosyalist partiler de buna dahildir) veya devlete güvenmediklerini
açıkça belirtiyorlar. Devletten tek taleplerini şu sözlerle ifade
ederler: "Devletten hiçbir şey istemiyoruz, bizi yurttaş olarak görsün
yeter." Siyasi partileri cemaatin potansiyel bütünlüğüne zararlı addeden
kadınlar, bunların siyasetlerini soyutlukla ve yerel sorunlara kör
olmakla eleştirirler. Ama kadınlar, yerellikleri ve onun içindeki kendi
konumları üzerine hak iddia ederken, yurttaşlık ve insan hakları
söylemlerini toplumsal cinsiyetle, etnisiteyle ve modern olma arzusuyla
ilişkilenen farklı şekillerde kullanmaktadır. Gördüğümüz kadarıyla
kadınlar politik hareketliliklerinde haklar ve yurttaşlık gibi modern
söylemleri benimsemekte; ama bununla birlikte, modern özne konumlarının
sınırlarını aşmaya, komünal eylem ve dayanışma biçimleri tesis etmeye
yönelik yaratıcı pratikler de geliştirmektedirler. Bu çalışmada bu yeni
politikleşme yollarının küresel ekonomik ve politik eğilimlerin
dinamikleriyle olanaklı kılındığını ileri sürdük.[19]
Çok genel terimlerle, ulus devletlerin ekonomik ve politik alanı düzenleme konusunda kapasitelerinin azalmasına koşut olarak[20]
yerel yönetimler ve izledikleri politikalar, yoksulluk meselesi
etrafındaki politikaların parametrelerini ve niteliklerini tanımlama ve
belirleme bakımından giderek daha çok önem kazanmaktadır. Türkiye'yi AB
üyeliğine "hazırlayan" hukuksal reformların yerel yönetimleri
güçlendirme eğilimi tesadüfî değildir. Ama sınırlı demokratik yapıları
göz önünde bulundurulduğunda yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin,
yoksulluğu ele alma konusunda etkili yöntemler geliştirebileceğini
düşünmek de naiflik olacaktır. Hâlâ, büyük ölçüde hegemonik ulusal
cemaati yapılandıran başkalık mantığını yankılayan merkezi ulusal parti
politikaları ve hiyerarşileri tarafından şekillenmektedirler.
Marjinalleşmiş etnik cemaatler, kadınlar ve yoksullar genelde yerel
politikaya katılımdan dışlanır, ama yine de oy için ihtiyaç duyulan bir
"taban" olarak dahil edilirler. Belediye başkanlığı adaylarının siyasi
kampanyalarında kullandığı tipik stratejiler bunu çok açık bir şekilde
gösterir. Bu kampanyalar siyasi kararları manipüle etmek için "çıplak
hayat" ihtiyaçlarına yatırım yaparlar ve Pendik'in halihazırdaki
belediye başkanının yapmış olduğu gibi, insanlara temel ürünleri bedava
dağıtarak oylarını "satın almaya" çalışırlar.
Biyo-iktidar biçimindeki çıplak hayat, modern toplumlarda tam da siyasi iktidarın zemini olmaktadır.[21]
Temel insan ihtiyaçlarının yönetimselleştirilmesi, iktidarın uysal
nesnelerinin inşa edilmesi ve buna bağlı olarak da uygun öznelliklerin
politik olarak şekillendirilmesi anlamına gelir. Dolayısıyla, muhtaç,
yardım bekleyen bir homojen "yoksul" kategorisi yaratılır. Yoksulun
"çıplak hayat" terimleriyle nesneleştirilmesine bağlı olarak yoksullar,
ihtiyaçları yönetimler -buradaki bağlamda yerel yönetimler- tarafından
karşılanacak mağdurlar olarak konumlandırılır. Bununla birlikte biz,
yerel politikanın artan öneminin yerelliği önemli bir politik mücadele
alanı olarak tanımladığını iddia ediyoruz. Bu mücadelede yaratılan özne
konumları, yoksulların küreselleşmiş bir dünyada daha fazla yer talep
ederek ve mekânı dönüştürüp kültürel ve çevresel olarak yaşanacak daha
iyi bir yer haline getirerek "insanlıklarını" ileri sürmek için
kullanacağı yeni faillik biçimlerine katkıda bulunur. Yoksullar
kendilerini asla "çıplak hayat" terimleriyle temsil etmezler.
Öznellikleri yoksulun gerçek "fark"ının ortaya konulması ile
diğerleriyle aynı olma arzusu arasında bölünmüştür. Bu bölünme,
yoksulların hegomonik modern söylemleri benimseyerek nesneleşmeye ve
kurbanlaştırılmaya karşı çıkmalarını göstermek bakımından anlamlıdır.
Salt ideoloji olarak idealleştirilebilecek veya göz ardı edilebilecek
bir şey değildir bu. Yoksulluğun toplumsal bir sorun olmanın ötesinde
toplumsal ve kültürel olarak konumlandırılmış insanların bir sorunu
olduğunu gösterir sadece.
VI. Sonuç
Tartışmamızda önemli olduğunu
düşündüğümüz bazı noktaları vurgulamak istiyoruz. Öncelikle yoksulluk
sorunu, maddi yoksunluk sürecine indirgenemez; özellikle toplumsal
cinsiyet ve etnisite temelindeki kültürel dışlama ve katılım
pratikleriyle ilintili çok daha karmaşık bir süreçtir. Yoksulları
marjinalleştiren "fark yaraları" ve simgesel şiddetin karmaşık sonuçları
ve bunlarla muhtelif mücadele biçimlerinin, yoksulluk analizine dahil
edilmesi gerekir. Yerellik bir taraftan yoksullar için "politik" edimde
bulunma ve konuşmaya yönelik muhtelif söylemleri benimseyip kullanmaları
için özne-konumları yaratır, ama aynı yerellik diğer taraftan insanları
bağlayıp hareketsiz kılar ve içinde bulundukları "çıplak" hayat
koşullarını aşma araçlarından yoksun bırakır. İkinci olarak, insan
hakları meseleleriyle ilgili taleplerin ve çatışmaların müzakere ve
çözümlenme sürecinde kritik aktörler olarak yerel yönetimlerin taşıdığı
önemi dikkate almak gerekir. Bu bağlamda, yerellik dinamikleri küresel
eğilimlerle bağlantılı olarak yeniden düşünülmelidir. Bu, yurttaşlık
sorununu uzlaşımsal anlamının ve kavranışının ötesinde yeniden düşünmek
ve kentsel yurttaşlık gibi başka yurttaşlık biçimleri üzerine düşünmek
için bir alan açabilir. Sonuncu ama son derece önemli bir nokta olarak,
Kavakpınar'daki vaka incelememizin tanımlayıcı özelliklerinden biri olan
çevre kirliliğinin, yoksulluk, insan hakları ve yapılı çevre arasındaki
ilişkilerin kavranması ve deneyimlenmesi hakkında birtakım sorular
ortaya koyduğunu belirtmemiz gerekir. Yoksulluğa ilişkin kapsamlı bir
analizin çevresel bozulmaya ve bozulmanın hem yoksulluk koşullarını geri
plana iten dışlayıcı dinamikler açısından hem de bu koşullarla
mücadelede yoksullar için yeni öznellikler yaratması açısından
içerimlerine yer vermesi gerektiğini öne sürüyoruz.
Yoksulların kendi anlatıları, yoksulu
genel terimlerle nesnelleştirme eğilimindeki yoksulluk temsillerinde
içerilemeyen kalıntısal dünya görüşlerine ve "gerçek" deneyimlere
gönderme yapar. Yoksulları dinlemenin önemi de burada yatar. Yaşlı bir
Alevi adam, görüşmemizin başında bize gazeteci olup olmadığımızı sordu.
Üniversitede öğretim üyesi olduğumuzu öğrenince "Keşke gazeteci
olsaydınız, çok daha iyi olurdu çünkü sesimiz duyulsun istiyoruz," diye
karşılık verdi. Öyleyse yoksulları nasıl dinleyeceğini öğrenmek ve
seslerinin duyulmasını sağlamanın yeni yollarını keşfetmek, yoksulluğu
incelemek isteyen biz akademisyenler için zorlu bir görevdir.
İngilizceden çeviren: Cem Soydemir
[1]
Bu makale Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) için
hazırlanmış ve TESEV internet sitesinde yayınlanmıştır. Tekrar
yayınlamamıza izin verdikleri için Meltem Ahıska ve Zafer Yenal'a ve
TESEV'e teşekkür ederiz.
[2] Z. Yenal ve M. Ahıska (der.), 2004. Hikâyemi Dinler misin? Tanıklıklarla Türkiye'de İnsan Hakları ve Sivil Toplum. İstanbul: Tarih Vakfı.
[4]
Geçtiğimiz yirmi otuz yıllık dönemde gayri menkul ve konut piyasasının
dönüşümü konusunda bkz. Çağlar Keyder, "The housing market from informal
to global", Ç. Keyder (der.), Istanbul: Between the Global and the Local içinde. Rowman and Littlefield Publishers, Inc. 1999.
[5]
Türkiye'de Alevi cemaati meselesi ve Alevilerin sorunları konusunda
örneğin bkz. Fazıl Hüsnü Erdem, "Alevi sorunu üzerine bazı düşünce ve
öneriler", Toplum ve Bilim, s. 90, 2001; Fuat Bozkurt, "Aleviliğin yeniden yapılanma sürecinde toplum-devlet ilişkisi", Alevi Kimliğiiçinde, Tarih Vakfı Yayınları, 1999; Murat Küçük, "Mezhepten millete: Aleviler ve Türk milliyetçiliği", Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce içinde, 4. cilt, İletişim Yayınları, 2002.
[6]
Kasım 2004'te Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi tarafından
Türkiye'nin AB'ye giriş süreci üzerine hazırlanan son ilerleme raporunda
Alevi cemaatinin bir azınlık grubu olarak tanımlanması ülkede Alevi
kimliğinin resmî kabulü konusunda hararetli bir kamusal tartışma
başlattı. Örneğin bkz. "Alevilik AP yolunda", Radikal, 20 Kasım, 2004; "Alevi tepkisi artıyor," Radikal, 9 Kasım, 2004.
[7] Nermin, "Pazartesi Kadınları." Pazartesi, kadınlara mahsus gazete, Temmuz, 1995.
[10]
Türk edebiyatında farklı yoksulluk temsilleri ve söylemleri konusunda
akla ilk gelen en önemli yazarlar Orhan Kemal ve Latife Tekin'dir. Orhan
Kemal muhtelif romanlarında ve kısa öykülerinde yoksulluk deneyimiyle
ilgilenir. Öte yandan Latife Tekin, özellikle iki romanında -Berci Kristin Çöp Masalları ve Buzdan Kılıçlar- aynı konuyu ele alır. Türk edebiyatında bununla ilişkili yeni bir örnek Gaye Boralıoğlu'nun Meçhul'üdür.
[11]
Erdoğan, Müslüm Gürses'in popüler şarkısı "Fark Yaraları"ndan bir
alıntı yapıyor: "Yaşantımız sanki ateşten gömlek/İçimizden gelir bin
defa ölmek/Hakkımız değil mi bizim de gülmek/Bizi bu fark yaraları
öldürür" (2002:339).
[12] Toplumsal cinsiyet ve yurttaşlık hakkında genel bir tartışma için bkz. Yuval-Davis. 1997. Gender and Nation, Sage ve ayrıca Yuval-Davis. Women, Citizenship and Difference. Z Books.
[13] Carole Pateman. 1988. The Sexual Contract. Polity Press; 1989. The Disorder of Women. Polity Press.
[14]
Anne McClinctock tarihsel analize dayalı benzer bir argüman geliştirir:
"Napolyon Kanunu olarak da bilinen Fransız Medeni Kanunu, bir kadının
milliyetinin kocasınınkine uyması gerektiğini öngören ilk modern kanun
hükmüydü; diğer Avrupa ülkelerinin de hızlıca benimsediği bir örnektir
bu. Dolayısıyla, bir kadının ulusla olan politik ilişkisi, evlilik aracılığıyla bir erkekle kurduğu toplumsal ilişkiyle sarmalandı ve gizlendi." (1997: 91). "‘No Longer in a Future Heaven': Gender, Race and Nationalism", Dangereous Liaisons: Gender, Nation and Postcolonial Perspectives içinde, der. A. McClinctock, A. Mufti, E. Shohat. University of Minnesota Press.
[15] T. H. Marshall (1950: 14) Citizenship and Social Class. Cambridge University Press.
[16] Engin Işın. 2002. Being Political: Genealogies of Citizenship. U. of Minnesota Press.
[17] Carole Pateman (1992: 19) "Equality, difference, subordination: the politics of motherhood and women's citizenship", Beyond Equality and Difference: Citizenship, Feminist Politics, Female Subjectivity içinde, der. G. Bock, S. James. Routledge.
[18]
Kendileri, genellikle yetkililerin, özellikle de hastanelerdeki sağlık
görevlilerinin bu tür damgalayıcı ve ayrımcı sıfatlarına maruz
kalmalarına ilişkin örnekler verdi.
[19]
Nazan Üstündağ benzer bir sorunu farklı bir kavramsal çerçevede ele
alır. Üstündağ, yönetimselliğin içinde çalıştığı heterojen gerçek hayat
zamansallığına büyüyen küresel sermayenin, kattığı "evrensellik
siyasetinin" kamusal alanda icra edilecek yeni siyasi faillikleri
kışkırtan bir gerilim yarattığını ileri sürer. Ayrıca neoliberal rejimde
bu failliklerin performansını sınırlayan yeni kodlamaları vurgular.
Örneğin "yoksul"un kamusal alandaki görünürlüğü, "zamanın ve mekânın
paylaşılmasını ve aynı dünyada olmanın kabul edilmesini mümkün kılar.
Ama bu kabul, yeni grupların kendi farklılıklarını kodlanmış belli bir
dille konuşabilme ve anlaşılırlığı mümkün kılan kodlanmış belli edimler
aracılığıyla ifade edebilme becerisine bağlıdır." "The Role of the
Dramas of Corruption and Poverty in the Constitution of a Neo-Liberal
Regime in Postcolonial Contexts", yayımlanmamış makale, 2004.
[20]
Bu konuya ilişkin yakın tarihli bir makale için bkz. Fernando Coronil.
2000. "Towards a Critique of Globalcentrism: Speculations on
Capitalism's Nature", Public Culture. c. 12, s.2.
[21] Bkz. Giorgio Agamben. 1998. Homo Sacer. Sovereign Power and Bare Life, California: Meridian Pres (Kutsal İnsan. Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, İstanbul, Ayrıntı Yay., 2001). Ayrıca bkz. Arturo Escobar. 1995. Encountering Development. The Making and Unmaking of the Third World.
NJ: Princeton University. Escobar bu kitabında savaş sonrası dönemde
kalkınmacılık söylemlerinin oluşumunu tartışır. Yoksulluğun "keşfinin"
önemini ve kalkınmacılığın yükselişinde yoksulluğu sorunsallaştırmaya
yönelik muhtelif girişimleri vurgular. Bu dönemdeki yoksulluk
politikalarının "yoksulları bilgi ve yönetim nesnelerine çevirerek" yeni
kontrol mekanizmalarının bulunmasına ve "toplumsalın yönetimini"
meşrulaştıran ve hem ulusal hem de uluslararası ortamlarda olanaklı hale
getiren muhtelif tekno-söylemsel araçların yaratımına hizmet ettiğini
ileri sürer. Escobar, Polanyi'ye referans verir ve sadece on dokuzuncu
yüzyılda değil yirminci yüzyılda savaş sonrası dönemde de "yoksulluk,
politik ekonomi ve toplumun keşfinin nasıl birlikte dokunduğunu"
kanıtlamaya çalışır. (Karl Polanyi. 1957. Great Transformation,Boston: Beacon Press, s. 84).