"duvarları yıkarız"
"O duvar O duvarınız Vııızz gelir Bize Vııızzzz." Nâzım Hîkmet Ran (NHR)
"duyan da okur; duymak için kör olmak mı lâzım?" "kör olmada gör beni"
"Robin hood bugün yaşasaydı medyadaki tekelleşmeyi bir numaralı düşman olarak görürdü" 15 05 2010 cannes film festivali Russel Crowe
"aslında robin hood yok cesur yürek var Robin Hood does not actually have a brave heart" Mel Gibson 07 01 2011 cuma
azsonra.blogspot.com
6 Aralık 2014 Cumartesi
İktidarın Muhalefeti Muhalefetin İktidarı Muhalefete muhalefet etmeye dair
Haziran ayının başında İstanbul'da
gerçekleşen "Medeniyetler Arası Diyaloglar" başlıklı bir konferans
dizisinde ABD'li bir akademisyen oturduğu koltuktan ayağa fırlayarak,
"Benim ailemin altı ferdi Holokost'ta katledildi" diye başlayan bir
cümle kurdu. Bu cümle, kendisi hakkında söylenen ve söylenebilecek
herşeyi gayri-meşru ilan etmesinin bahanesi oldu. Ermenilerden özür
dileme kampanyasını konu alan bir paneli dinlememiş olmasını bu şekilde
gerekçelendirdi. Türklerle Ermeniler arasındaki ilişkinin kendini
ilgilendirmediğini söyleyebildi, ve onu kınayanları kınadı. Kısacası,
bir mağduriyeti iktidar aracına dönüştürdü.
Aynı konferansta kendine liberal
demokrat etiketini yakıştıran yine ABD'li bir akademisyen, ülkesinin
Irak'ı işgal etmiş olmasını haklı çıkarmak için vicdan özgürlüğü
argümanına başvurdu. Konu laiklik ve sekülarizmin yeniden düşünülmesi
idi. Ancak tartışma, laikliği sorgulamak şöyle dursun, önkoşulsuz
savunulmasına doğru evrildi. Köktendincilikle mücadele ederken gerekirse
yasaklara, zora ve hatta savaşa başvurulmasının meşru olduğu savı dile
geldi. Oysa panelin niyeti, laikliğin tek bir tanımının olmadığını,
İslam'ın da farklı laiklik-sekülerlik biçimlerine açık olduğunu
konuşabilmekti. Vicdan özgürlüğünden başlayıp Irak'ın işgalinin
haklılığına varan mantık zincirinin, doğruluğu veya yanlışlığı bir yana,
fiili olarak yaptığı bir şey vardı. Konferansın başından
itibaren geçen birkaç gün içinde ABD'li, İtalyan, Türkiyeli, İranlı,
Mısırlı akademisyenlerin hasbelkader oluşturdukları dinleme ve anlama
pratiklerinin etkisini dağıttı. Hemfikir olmayanların dahi aralarında
oluşan yakınlaşma sona erdi, saflar oluştu, bireyler birtakım
temsillerin içine sıkıştırıldılar. Taraftarlar birbirlerine alkış
tutmaya başladılar. İkna etmek değil, altetmek esas oluverdi.
Bu yazının konusu işte çok yakın
geçmişte tanık olduğum ve beni çok düşündüren bu diyalektiktir. Söylemde
savunduğu çoğulculuk, akılcılık ve ortak fayda prensiplerini fiili olarak
ihlal eden bir liberal demokrat; azınlık olmaktan doğan mağduriyetini
başka bir azınlığın acısını sahiplenmemenin bahanesine dönüştüren bir
mağdur - işte bu tersyüz olma halleri, bu en masum söylemlerin tuhaf bir
biçimde kendi tersine dönme, zıt etkiler yaratabilme halleri, bunlar
çok sinsi bir şiddetin görünmez yüzleri. Zira kişinin söylediği ile
yaptığı arasındaki farkları tesbit edebilen keskin gözler bile, söylerken veya söylemekle
yaptıklarını göremeyebiliyor. Özellikle Türkiye'de geçtiğimiz yıl
Marksizm ve Ergenekon tartışmalarında beliren bu şiddet, çok eril bir
egemenlik refleksinin özgürlüğü savunanların bile içine düştükleri bir
tuzak olduğunu gözler önüne serdi. Buradaki şiddet açığa çıkarılmadan,
deşifre edilip üzerinde düşünülmeden iktidar ile mücadele ediyor
olduğumuzu iddia etmek, kendi kendini kandırmaktan başka birşey değil
korkarım ki. Bu yüzden bu yazıda Türkiye'de özgürlüklerin önünü açacak
olan sorgulamaların buralardan başlaması gerektiğini iddia ediyorum. Er
meydanında laf etme cüreti gösteren bir kadın olarak, eğer zihnimizdeki
ve dilimizdeki iktidar sevdasını sorgulamazsak, ister Ergenekon
operasyonunu destekleyelim, ister filler tepişiyor diyelim; ister solcu
olalım, ister kendimize liberal demokrat etiketini yakıştıralım,
hiçbirimizden ne demokrat olur, ne de özgürlük savaşçısı diyorum.
Sorun sanırım sözün "salt söz" olarak
algılanmasında başlıyor. Batı'nın başat felsefe tarihinde sofistlere
karşı amansız bir mücadele veren Eflatun'un başlattığı varsayılan
düalist düşünsel sisteme göre sözcüklerin asıl işlevi, bir şeyin özünü
teşkil eden Idea'ya gönderme yapmaktır. Eflatun her ne kadar
retoriğin pedagojik öneminin farkında olsa da bunun felsefesini yapmadı.
Aksine, sözü bir vasıtaya indirgedi. Eflatun'dan beri Batı
metafiziğinin belkemiğini oluşturan bu anlayış, sözcüklerin tasvir ve
iletişim vasıtaları dışında bir şey olmadıkları, bir şey
yapmadıkları konusunda sonsuz bir rahatlık içindedir. Bir fikri
tartışmakla, o fikrin gönderme yaptığı gerçekliğin etkilenmeyeceği, zira
gerçekliğin sözün dışında varolduğu düşünülür. Keza, liberal
demokrasinin üzerine oturduğu zemin olan tartışma kültürü, sözlerin
içeriğine odaklanmıştır. John Austin'in kitabının başlığında belirttiği
fenomen ile, yani Sözcüklerle Nasıl Şeyler Yapılır ile ilgilenmez.[1]
Oysa sözcüklerle çok şeyler yapılır.
Bunu ilk sofistler anlamışlardı, ancak daha sonraları da teolojiyle
eklemlenemediği için Batı felsefesinde yüzyıllar boyunca marjinal kalan
farklı akımlar, sofistlerin kah izinden yürümek, kah onlardan ayrılmak
suretiyle, Eflatun'un düalizmini reddettiler. Sözün salt vasıta
olmadığını, daha sonra "söz edimi" olarak adlandırılacak olan fiili
birtakım etkiler yarattığını iddia etmekten vazgeçmediler.
Söz edimini John Austin'in verdiği bir
örnekle açıklamak gerekirse, birine evlilik teklif etmenin gönderme
yaptığı bir dış gerçeklik yoktur. İki kişi arasındaki evlilik
ilişkisinin temeli, bir söz ile kurulur. "Söz kesmek" tabirinin gayet
iyi anlattığı gibi, bu durumda sözün kendi dışında bir nesnesi yoktur.
Daha doğrusu, sözün nesnesi (biri ile "sözlü" olma durumu), sözün edilme anında
oluşan bir nesnedir. Söz edimi, bir sözün hangi etkiyi gözeterek
söylendiği ile oluşmaz. Örneğin evlenme teklif edilirken romantik bir
tonla konuşursunuz, veya esprili bir tavır takınırsınız, ancak her
halükarda sözünüzün edimi "teklif"tir. Bir teklifin "teklif"
sayılmasının elbette ki bazı asgari koşulları vardır - birine
söylenmeyen bir teklif, teklif değildir mesela. Ancak bu koşullar
tuttuğu andan itibaren, yaratılmak istenen etki, edimin kendisini
etkilemez. İyi bir tekliften, kötü bir tekliften, kötü ifade edilmiş bir
tekliften bahsedebiliriz, ama edilmiş bir teklif vardır.[2]
Edim ile etki üstüste örtüşmek zorunda değildir. Edimi görünmez kılan
da belki budur. Zira hümanist sözcükler içeren, yumuşaklıkla sarfedilmiş
sözlerin etkisi, içerdikleri olası baskı veya şiddet edimlerini
gizleyebilmektedir.
İktidar alanının maddi ve kurumsal
birtakım pratikler dışında söz ile de kurulduğu, ve hatta toplumsal
alanın tanzim ve tasnif edilmesinde sözün belirleyici bir rol oynadığı
kuşku götürmez. İktidarı sadece belirli aktörlerin sahip olduğu bir
baskı aracı olarak algılamak çok eksik olur. Muhalefet veya demokratlık
da bir -izm'e veya bir gruba içkin değildir. Böyle düşünmenin verdiği
rahatlığın bir sakıncası, iktidarın muhalif gibi gözüken alanlarda
yeniden üretilmesinin önünde duramamaktır. Mağdur olma halinin
iktidardan arınmışlık olduğu sanılır. Oysa iktidarı bir varlık durumu
veya sahip olunan bir nesne olarak tasavvur etmek, onun pratikte ve
sözde sürekli olarak yeniden kurulan bir ilişkilenme şekli olduğunun
üzerini örtmek suretiyle, mağdurları veya muhalefeti de iktidar
kurulumuna ortak eder. Dolayısıyla sözün sadece içeriğine değil,
yaptığına da bakmak elzemdir.
Tartışamamaya dair
Aydınlanma'dan beri siyasal hayatta
tartışmaya çok büyük normatif anlamlar yüklenmiştir. Tartışma sadece
çatışmanın alternatifi olmakla kalmaz, ayrıca birlikte yaşamı mümkün
kılan ilkelerin akılcı zeminlere oturtulmasını sağlar. Gerek Kant,
gerekse Mill'de tartışma ve münazara kamusal doğruya ulaşmanın yegâne
yoludur. Çoğul niteliklere sahip bir toplulukta, birinin hatasının bir
diğeri tarafından tartışma aracılığıyla düzeltilmesi, ortak aklın
oluşturulmasının şartıdır. Amiyane tabiriyle, insanlar konuşa konuşa
anlaşırlar. Tartışmayı engelleyen faktörler ortadan kaldırılırsa,
örneğin fikir ve vicdan özgürlüğünün yanı sıra ifade özgürlüğü garanti
altına alınırsa, ortak faydayı gözeten bir anlaşmaya veya uzlaşmaya
varılacağı konusunda kuvvetli bir inanç gelişmiştir. İyimserlik olarak
nitelenebilecek bu inancın gücü öyledir ki, siyasette meclis, senato
gibi kanun yapıcı kurumlar birer tartışma forumu olarak tasarlanmıştır.
Bu anlayışa göre meclis, toplumdaki farklı çıkarların koltuk sayısı
olarak temsil edildiği niceliksel bir alan olmasının yanı sıra, aynı
zamanda niteliksel özelliklere sahiptir. Farklı görüşlerin dile gelmesi
sayesinde mecliste ortak aklın inşa edileceğine inanılır. Zora veya
şiddete başvurmadan birbirleriyle temas içine girecek olan toplumsal
kesim ve ideolojiler, salt tartışarak - yani salt sözle - kendi dar
çıkarlarının ötesine geçip tüm toplum için doğru olanı belirleyecek
yetiye sahip olabileceklerdir.
Bu inanca sonsuz saygı duymakla beraber,
tartışma ve münazaranın özgürlük ve demokrasiye katkıda bulunabilme
koşullarını iyi değerlendirmedikçe, tam aksi yönde gelişmelere tanık
olmanın kaçınılmaz olacağına kanaat getirmiş bulunmaktayım. Bu tam bir
paradokstur, yani en demokratik, en akılcı, en uzlaşmacı görünen bir
yöntemin bile kutuplaşmalara ve bölünmelere yol açması, hatta bunun
ötesinde, yeni kutuplaşmalar yaratması ihtimali vardır.
Bu paradoksu anlamak için öyle sanırım
ki Türkiye fevkalade uygun bir başlangıç noktası teşkil ediyor. Sözün
edimsel özelliği ve iktidarla olan ilişkisi, 2008 yılında Marksizm
üzerinden dönen bir tartışmanın savrulduğu yönlerde çok belirgin bir hal
aldı. Birkaç yıldan beri epey canlı (ve heyecanlı) olan siyasal
yaşantımız, günaşırı yeni tartışma malzemesi üretmek suretiyle basını ve
kamuoyunu epey meşgul ediyordu zaten. AKP'nin iktidara gelmesinden bu
yana, Güneydoğu'daki 15 yıllık iç savaş döneminde bile asla görülmemiş
bir aciliyet hissi içinde sürdürülen tartışmaların ana eksenlerinden
biri din-laiklik hattıydı. Ancak daha sonra Ergenekon operasyonları
çerçevesinde ikinci bir hat daha açıldı. Demokrasinin ne olduğunu,
gerçek demokratın hangi tarafta durması gerektiği gibi bir duruş kıstası
üzerinden belirleyen tartışmanın "gerçek sol"/"liberal sol" gibi bir
hat üzerinden ilerlemesi oldukça manidardı.
Bu yazıda sorunları düşünsel kalıplarda
aramanın ne denli kısıtlı bir bakış açısı olduğunun bilinciyle, bu
coğrafyada aydınların mutat kez giriştiği cinsten bir zihniyet analizi
yerine, özellikle soldaki son yarılmayı, sözün kurduğu ilişkilenme
pratiği üzerinden anlamaya çalışacağım.
Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) ve özellikle Birikim dergisi ve Radikal İki
etrafında toplanan "özgürlükçü sol" aydınların ideolojik ufuklarını
giderek sınıftan uzaklaştırmaları ve kimlik siyasetine kaydırmaları,
solda halihazırda bir gerginlik yaratmıştı. Burjuva değerlerini
savunmak, üçüncü yolcu olmak ve 1980 sonrasının postmodern söylemine
yenik düşmekle suçlanan bu kesim ise kendini demokrasi kavramı üzerinden
haklı çıkarmaya yönelmişti. Bunlara göre Soğuk Savaş solculuğu,
demokrasiyi burjuva diktatörlüğü ile eşitlerken, Doğu Bloku'nda insan
haklarının ne derece ayaklar altına alındığını farkedememiş, etse bile
davaya ihanet etmeme uğruna eleştirmemişti. Özgürlükçüleri eleştirenler
geçmişte Stalinist totalitarizmin dalkavukluğunu yapmış ve özellikle
1980 sonrasında dünyanın değiştiğini, sınıf olgusunun farklılaştığını,
öncü parti taktiğinin artık işe yaramayacağını, sınıfı temelli
politikanın dışladığı baskı ve sömürü ilişkilerinin de özgürleştirici
bir potansiyel taşıdığını görememişlerdi.
Ergenekon ve AKP'yi kapatma davası
sürecinde sol içerisindeki ayrılıklar iyice su yüzüne çıktı, yeni
polemikler doğurdu. Kabaca özetlemek gerekirse, görünen tartışma sol
gelenekten gelen (bundan uzaklaşanların yanı sıra, dünyayı hâlâ sol
tahayyül içerisinden anlamlandıran) bir kısım aydının AKP'yi muhafazakâr
değil, ilerici veya en azından Türkiye'nin önünü açan bir parti olarak
görmesi; bunların çeşitli cemaatlerin gazetelerine ve toplantılarına AB
taraftarı ve/veya Kemalist düzen karşıtı katkılarda bulunması; son
olarak da Ergenekon operasyonunu desteklemesi yüzünden alevlendi. Bir
kesim solcu aydın, diğer solcu kesimleri (ki bunlardan da çeşit çeşit
olduğu kuşku götürmez) AKP'nin ve Ergenekon davasının yanında yer
almadıkları için suçladı ve kendini yegâne demokrat ilan etti. Bu
formüle göre Ergenekon sürecinde "doğru" tarafta değilseniz, demokrat
değildiniz. Başka bir deyişle, "‘solcu olduğum için demokratım'
diyenlerle ‘demokrat olduğum için solcuyum' diyenler arasındaradikal bir kopuş yaşanmakta" idi.[3]
Türkiye'deki "sosyalist sol" devletçi, cuntacı, milliyetçi, dogmatik
olmakla suçlanıyordu. Bunu en şiddetle ifade edenlerden biri de Rasim
Ozan Kütahyalı'ydı: Türk solu, "Enternasyonal duruş sahibiyiz diyen ama
kendi ülkelerindeki etnik çeşitliliği bile kuşatamayan bir sol",
"Ergenekon sürecinde aldıkları pespaye tavırlardan sonra tamamen ‘Etnik
Türk solculuğu' denebilecek bir zavallı pozisyona düşen bir sol"[4]
idi. "Türk devrimci/sol ve ülkücü/sağ hareketi arasında dış boyalarının
farklı olması dışında ideolojik anlamda özsel bir ayrılık"[5] yoktu. BirGün gazetesi gibi taraf tutmamayı seçmek veya Ergenekon'u önemsediği halde AKParti'den yana olmamak kabul edilemezdi.
Öte yandan, diğer solcu kesimlerin her
biri (ulusalcısından devrimcisine ve özgürlükçüsüne kadar) liberal solcu
olarak nitelendirdikleri bu kesime karşı savaş açmıştı. Örneğin
muhafazakârlığı temsil ettiği düşünülen AKParti'yi Türkiye'nin Avrupa
Birliği'ne üyelik şartlarını yerine getirebilecek yegâne parti olarak
görenler "dönek" olarak yaftalanıyorlardı: "bazı eski (gelenekselci) sol
kesimlerden gelenler arasında İslamcı harekete yaslanan bir döneklik
eğilimi teşvik ediliyor. Bunlar özellikle yeni iktidar güçlerinin
elindeki büyük medya imparatorluğu tarafından allanıp pullanıp ortaya
sürülüyor ve yarattıkları kafa karışıklığıyla solun
etkisizleştirilmesinde büyük katkılar sağlanıyor."[6] Keza, "iktidar tetikçisi istihbarat bülteni, entel-liboşların ve CIA ajanlarının ‘aşk gemisi' Taraf' etrafında toplanan ve "Soros'cu ya da Açık Toplum fedaisi" olan "ömründe 1 Mayıs eylemi görmemiş tatlı su solcuları"[7]
kendi tutarsızlıklarını gizlemeye bile gerek duymuyorlardı. Akademik
tartışmayı eylem sanan salon sosyalistleri ile tabandan gelen solcu
arasındaki fark onanamayacak kadar büyüktü.
Velhasıl, bir yanda "ortodoks sol"
etiketli bir sepet, diğer yanda ‘liberal sol" etiketli bir sepet
örülmüş, isteyen isteyeni bunlardan birinin içine atıvermişti. Binbir
parçaya bölünmezden önce kimse bir durup düşünmemişti. Türkiye'de sol
veya ilerici kesimlerin geçmişini eleştireyim derken, mutat hastalığımız
olan garezlenme, kişiselleştirme, etiketleme ve didişmeye kapılma
ihtimali kimsenin aklından geçmemişti. Geçmişin hatalarından
arındığımızı sandığımız anda bunları yeniden üretiyor olma riski kimseyi
duraklatmamıştı. Türkiye'de sadece aydınlara özgü olmayan bir yaftalama
hastalığının varlığı elbette ki yadsınamaz. Kaldı ki böylesi refleksler
dünyanın sadece siyah-beyaz kategoriler üzerinden algılanmasına izin
veren resmî söylemin basit yan ürünleri değiller. Gayri-resmî söylemler
çok daha karmaşık ilişkisellikler ifade edebiliyor. Aidiyet grupları
küçüldükçe daha nüanslı yaftalara rastlanabiliyor örneğin ("bizim
köydekiler çok iyidir de, karşı köyün erkekleri içki içer" veya
"Kayserililer ticarette kurnaz olur" gibi). En uzak ve hakkında en az
fikre sahip olunan Afrikalıları "yamyam" yapmaya kadar uzanan bir
spektrumda bu kategoriler sadece kimliklerin sınırlarını çizmekle
kalmaz, konuşma hakkını da belirler. Daha doğrusu her yafta, konuşanın
nasıl dinlenmesi gerektiğine dair ipuçları barındırır. Herhangi bir
iddiayı söylenenin niteliğine değil de, söyleyenin niteliğine göre
değerlendirme refleksinin arka planında bu yatmaktadır. Mantıkta ad hominem
adı verilen bu argüman biçimine göre, sözün söyleyenden bağımsız bir
varlığı ve değeri yoktur, kimin söylediğine göre değişik manalar
kazanır. Mantıkta böyle düşünmek bir hatadır tabii, ama formel mantık
sözün ettiklerini tüm giriftliğiyle kavramakta acizdir.
Ancak burada vurgulamak istediğim olgu,
2000'li yılların sonunda Türkiye solunun içinde bulunduğu durumdur. 1980
darbesi ile dağılan toplumsal tabanını bir daha asla toparlayamayan sol
hareketlerin serbest piyasa rejiminin ordu eliyle inşa edildiği ve
dünya piyasalarına endekslenme açısından birçok gelişmekte olan ülkeden
çok daha fazla yol katetmiş bir Türkiye'de neyi nasıl temsil ettiği bir
soru işaretidir. Maddi pratikleri olmayan bir düşün ve yazın evrenine
sıkışmış, söyleminde baştacı yaptığı "halk" kavramının gönderme yaptığı
gerçekliğin 1980 öncesine nazaran ne denli farklı olduğunu anlamamış
veya anlamak istememiş sol grupların, bu yazının sonunda açacağım gibi,
birbirlerine düşmeleri belki de kaçınılamazdı. Zira ironik olan,
iktidara muhalefet etme iddiasında olan bu grupların, birbirlerinin
iktidarla olan ilişkisini deşifre etme yarışına girmeleri ve
birbirlerine muhalefet etmeye başlamalarıdır. Başlangıçta Marksizm
üzerine, solun yenilenmesi üzerine, demokratlık üzerine yoğunlaşacakmış
gibi duran bir tartışmanın ikili bir kodifikasyona doğru sürüklenmesinin
nedeni ise, iktidarın yanında veya karşısında olmak gibi bir kıstas
üzerinden gerçekleşmiş olmasıdır.
Muhalefete muhalefet etmeye dair
Ortodoks Marksizmin (paradoksal olarak)
liberalizmle paylaştığı kanılardan biri, düşünsel dünya ile faal
dünyanın birbirlerinden ayrı gerçeklik düzlemleri olduğudur. Dayanağı
"Feuerbach üzerine 11. Tez"dir. Bunun gayet yüzeysel bir okumasına göre
artık felsefe değil, devrim yapılacaktır. Oysa çok daha karmaşık ve
kıyaslanamayacak derecede daha derin olan birinci tez iyi okunabilseydi,
Marx'ın Feuerbach'a itirazının kaba maddeciliğe yöneltilen bir itiraz
olduğu, Marx'ın düşünmeden eylemek gibi bir kolaylığa kaçmayacak kadar
büyük bir düşünür olduğu, her şeyden önce de eylem adamı değil düşünür
olduğu gözden kaçmazdı. Bu yazı açısından önemli olduğu için
hatırlatmakta fayda var, Marx birinci tezde teori ve pratik, nesnel ile
öznel olan arasındaki diyalektiği mükemmel bir biçimde ifade eder. Ona
göre materyalizm gerçekliği bir nesne veya tefekkür edilen pasif varlık
olarak algıladığı için, gerçekliğin aktif, öznel şeklini
kavrayamamaktadır. İdealizm ise sadece buna bakar, ama soyutlayarak. Bu
ikisi arasında bir seçim yapmayı reddeden Marx'ın geliştirdiği kuramın
özgünlüğü, yine birinci tezin son cümlesinde "eleştirel-pratik faaliyet"
olarak ifade edilen ve kanımca devrimci gelenek tarafından çok da
anlaşılamayan diyalektikte yatar. Frankfurt Okulu'nun eleştirel kuramına
ilham kaynağı olan bu diyalektik, gerçekliği bir dışsallık olarak
algılamak ve düşünceyi bundan ayırmak yerine; düşünceyi somutluğu ve
etkileri olan bir pratik, pratiği de düşünceyi ve öznelliği
şekillendiren bir düzen olarak kurar. Bu sayede, gözden kaçan iktidar
ilişkilerini ve özgürleşme imkânlarını ortaya çıkarır.
Bu açıdan bakıldığında, satır araları
çok dolu olan bu polemik, bir fikri tartışmadan ziyade bir hegemonya
mücadelesi olarak belirir. Bu anlamda bir iktidar pratiğidir aslında.
Sinsi ve görünmez olan da budur. Eleştiri olarak başlayan bir
ilişkilenme tarzı, damgalama ve karşısındakinin meşruiyetini elinden
alma haline dönüşmesiyle başka bir ilişkiselliği çağırır; bir birlikte
düşünme, düzeltme, tamamlama, genişletme jesti olmaktan çıkıp hiçleme
jestine evrilir. Farklılıktan ziyade karşıtlık kurar. Farklılık,
örtüşmeseler bile iki fikrin yanyana yürüyebilmesini sağlayabilecekken,
karşıtlık halinde bir görüş, diğerinin önüne engel olarak çıkar.
İki (veya daha çok) sol grubun
birbirleriyle karşıtlık ilişkisi içine girmesinin olsa olsa iktidarın
işine yarayacağını görmek çok zor değildir. "Böl ve yönet" formülünün
maalesef en güzel örneklerine sol muhalefetin tarihinde rastlanır. Ancak
kendi dışındaki pozisyonları hiçleme refleksinin kendinin de bir
iktidar yarattığı daha az dikkate şayan bulunur. Şiddetin sadece
iktidarın tekelinde olduğu inancı; hâkim ideoloji, etnik grup, toplumsal
cinsiyet, din ve dilin dışında kalanlara bir tür ‘kendiliğinden
demokratlık' bahşediyor hissi uyandırır zira. Oysa "muhalefetin
iktidarı" diye adlandırabileceğimiz olgu bu noktada peydah olur.
Muhalefetin iktidarı, iktidarın aynası
gibidir. Eleştirdiği ve karşısında durduğunu sandığı şiddeti yeniden
üretir. İktidar kadar dışlayıcıdır; sınır çizer, kendi dünya görüşünü
paylaşmayanları damgalar, meşruiyetlerini ellerinden alır. Egemen gibi o
da bir kanun yapıcı, yasak koyucudur. Üstelik kendi içini ve dışını
belirlerken bir değil, iki dışlama mekanizmasını birden harekete
geçirir. Bir yandan iktidar olarak belirlediği güç odağıyla mücadele
ederken, diğer yandan kendi gibi muhalefette olanlarla da mücadeleye
kalkışır. İktidarı yapısal anlamda yeniden üretmekle kalmaz, kendi
dışındaki muhalefeti zayıflattığı için fiilî olarak iktidarın
ekmeğine yağ sürer. İktidarın karşısında yeraldığını sandığı noktada
aslında yanındadır. En masum, en mağdur, en demokrat, en ilericiyi
oynarken yarattığı fiilî etki tam tersidir. Kendi dışındaki
muhalefeti yerden yere vurarak egosunu sivriltirken nasıl bir
ilişkilenme modeli ürettiğinin farkına varamaz. Demokrasiyi savunayım
derken bilfiil ezer, parmak sallar, başöğretmenliğe soyunur, laf keser, dinlemez. Birlikten doğacak gücü savunayım derken bilfiil imkânsız kılar.
Kendi vizyonunuzun ahlâki üstünlüğünden
şüphe duymuyorsanız, pratiklerinizi sorgulama yoluna da gitmezsiniz.
Oysa kendini yüzde yüz haklı görmek, her türlü farklılığa ve eleştiriye
karşı derhal savunma mekanizmalarını harekete geçirmek iktidara has bir
güdüdür; başkalarından önce kendini sorgulama refleksi geliştirmek ise
egemen refleksten kurtulmanın olmazsa olmaz şartıdır.
Somutlayacak olursak, Türkiye'de özgür
ve demokratik toplumsallığın önündeki sayısız yapısal engelden birini
(örneğin Kemalizm, neoliberalizm veya muhafazakarlık) seçip diğerlerini
azımsamakla, yani varolan sistem içerisinde tek bir tarafı tutmakla, bir
iktidar şekline karşı mücadele ederken diğerini desteklemiş oluruz.
Konjonktürel olarak açılan bir manevra alanında köşe kapmak politik
açıdan doğru bir strateji gibi gözükse de, ne bir sonraki dönemde kalıcı
dönüşüm vaadeder, ne de özgül konumumuzdan doğan mikro iktidar
alanlarını bertaraf eder. Demokrasi karşıtı güçlerin ekmeğine yağ
sürmemek uğruna AKP'nin Kürt sorununu çözmek için son döneme kadar
parmağını kıpırdatmamasını, dolu dizgin neoliberal politikalar
gütmesini, 1 Mayıs'larda ve başka her fırsatta işçilerin haklı
taleplerini copla ve dayakla susturmasını, yeni anayasa sürecini rafa
kaldırmasını, Alevilerin ve gayrimüslimlerin hakları konusunda ayak
sürmesini, üniversitelerin sorunlarını bilerek ve isteyerek
ağırlaştırmasını eleştirmekten kaçınan bir ‘liberal demokrat', omlet
yapacaksanız yumurtaların ne hissettiğini sormazsınız cinsinden bir
araçsallığı da bilfiil savunmaktadır.
Keza, muhafazakâr güçlerin ekmeğine yağ
sürmemek uğruna AKP'nin farklı kesimleri birleştirmeyi bir miktar
başarmasını, kendinden gayrı demokratik güçlerin ezikliği veya
dağınıklığı karşısında yegâne demokratik ümit olarak belirmesini,
Kemalizm-cumhuriyet- laiklik kavramlarını dogmalıktan kurtarma zemini
yaratmasını, TSK ile köşe kapmaca oynama cesareti göstermesini, bugüne
dek kamusal alandan dışlanan dindarları, başörtülüleri Kemalizmin
pençesinden kurtarmaya çalışmasını, belediyecilikte hasbelkader iyi
hizmet vermesini takdir etmek istemeyen bir ‘devrimci solcu', liberal
demokrattan biçimsel anlamda zerre kadar farklı değildir. Onun gözünde
de yarınlar adına bugünden harcanmasında sakınca olmayan yumurtalar
vardır.
Araçlar ile amacın belli bir oranda
örtüşmemesi halinde, ortaya çıkacak sonucun, aktörleri koşullandıran bir
yapıya dönüşmemesi neredeyse imkânsızdır. Troçkistlere "ben demokratım,
sen sosyal faşistsin" diye bağıran bir solcunun sözü sadece söz değil,
bir edimdir aynı zamanda. BirGün'ü parmakla gösterip
Ergenekon'da taraf tutmadı diye yerden yere vuran bir "liberal solcu",
aynı zamanda bir edimde bulunur: fiili olarak dışlar, meşruiyetini
sorgular, kamusal alanda konuşma, sol adına konuşma veya demokrasi adına
konuşma hakkını elinden almaya çalışır. Kim daha demokrat üzerinden
veya Ergenekon'da nerede duruyorsun üzerinden, gelmiş ve geçmiş tüm solu
yargılamaya kalktıklarında, muhalif bir kamusal alandan beklenen
alternatif anlam ve dayanışma üretme potansiyeline balta vurmuş olurlar.
Bu yüzden kolektif bir güç yaratmak şöyle dursun, varolan
muhalif-alternatif etkileşim alanını kapatacak kadar ağır olan bir
düşmanlık ve onur yarası biriktirmiş olurlar.
Bu iki anlayış arasında bir üçüncü yol
yoktur. ‘Öteki'yle ilişkilenme biçimileri aynıdır. Aynı araçsal mantık,
aynı egemenlik sevdası, aynı zihinsel kapalılıktan muzdariptirler. Zira
her iki anlayış da kendi konumunu iktidara göre belirler. Güç
odaklarının birinin yanında veya karşısındadır. Demokrasiyi kuracak
olanın iktidar değil, tabandan gelen bir güç olabileceği, bunun için
farklı kesimlerin birleşmesi gerekeceği, birleşme kıstasının hangi
normatif duruş veya ideolojiyi benimsediği değil, kendi konum ve
davasının mutlaklığını sorgulama yeteneği olabileceği gibi birçok
alternatif siyaset zemini tahayyül edebilecekken, varolan tarzlarından
birine sıkışır kalır. Bunun fiili olarak etkisi, bir fasit
daire yaratmaktır. Öncelik verdiği davada başarılı olsa bile, başka
egemenlik reflekslerine dokunmadığı için, demokrasi yine Godot misali
nafile beklenen bir hal olmaya devam eder.
Masanın ayırdıkları ve birleştirdikleri
Bir dava uğruna mücadele idealinin içinin birileriyle
ağız dalaşı ile dolmasının, acıklı olmakla birlikte, toplumsallık
hakkında anlattığı çok şey vardır. Günlük hayatın somutluğunda yoğrulan
mücadele pratiklerinin yokluğu, egoyu temel eksen haline getirir.
Hannah Arendt'in kullandığı bir metafor
aracılığıyla anlatmak gerekirse, kişilerin arasında ortak bir
kaygı/ilgi/çıkar olması bir masa etrafında oturmalarına benzer. Masa,
kişileri hem birleştiren, hem de birbirlerinden ayıran maddi bir
gerçekliktir. Masanın işaret ettiği maddiyatı Arendt "inter-est" tabiriyle ifade eder. Çok katmanlı bir kelime oyunudur bu. "Interest" İngilizce'de "çıkar"a tekabül eder, daha çok da maddi çıkarı anlatmak için kullanılır. Ancak "inter" aradalığı anlatır, "est" ise, Latince "esse"nin çekilmiş halidir, yani "olmak" fiilinin. Bu şekilde kavramsallaştırıldığında "inter-est",
kişisel-egoist bir çıkarı değil, ortaklaşabilen bir ilgiyi anlatır.
Masa, etrafından oturanların ilgi odağıdır, ortak kaygısıdır. Bizi
ortaklaştıran bir somutluğu, bir maddi çıkarı temsil eder. Ancak biz
onun etrafında oturduğumuz sürece birbirimizin üzerine düşmekten de
alıkoyulmuş oluruz. Aramızda masa vardır zira. Masa hem birleştiren, hem
de bizi tekilleştiren, ayırandır. Her birimiz masanın farklı bir
yerinde oturur, farklı bir perspektiften bakarız. "Sen" ile "ben"
masanın etrafında ayrı uzamlar işgal ettiğimiz için birbirimizle tıpatıp
aynı değilizdir. "Sen" masayı ve onun etrafında oturanları belli bir
açıdan görürsün, "ben" başka bir açıdan.
Peki, aramızdaki masa birdenbire ortadan
kalkarsa ne olur? Metaforik olarak biz birbirimize bakan, ama aramızda
bizi birleştirecek ve aynı zamanda ayıracak bir maddiyata sahip olmayan
şahsiyetlere dönüşürüz. Bu durumda benim yegane ilgi odağım "sen"sindir.
"Sen" ile ilişkilenmem masanın dolayımından geçmez artık, birbirimizle
doğrudan karşı karşıya kalırız. Ortaklaştıracak somut bir "çıkar"ımız
yoktur, "inter-est"imiz kalmamıştır. Bizi birbirimizle
ilişkilendirecek maddiyatın yokluğunda kuracağımız yegane ilişki, senin
şahsınla benim şahsın arasındadır. Çıkarlarımız şahsileşmiştir. Biz
artık birer egoyuzdur.
Bu metaforla anlatmak istediğim sanırım
yeterince açıktır. Somut pratiklerin değişmesi, dönüşmesi için verilen
mücadelede egoyu ikinci planda tutan, aynı "çıkar" uğruna mücadele
edenlere karşı dönmesini engelleyen şey "inter-est"tir.
Aynılaşmasak bile aynı somut sonuç uğruna mücadele vermekteyizdir.
Sonuca ulaşılmasını engelleyen faktörlerin çeşitliliği bizim egolarımızı
bastıran, ilgimizi sürekli olarak somut pratiklere çeken bir etkendir.
Sözümüz birbirimiz üzerinde iktidar etkisi yaratacak edimlerde
somutlaşmak yerine, ortak mücadelemizin bahşettiği bir muktedir olma
halini inşa eder. Egolarımızı sınırlayan pratiklerin yokluğunda ise,
kendi konumumuzun mutlaklaşmasını engelleyen etkiler azalır. Yukarıda
bahsetmiş olduğum ortaklaşamama, birleşememe hali, yani muhalefetin
iktidarı olma halinin çoğalması ise, kanımca, tabandan ve somut
mücadelelerden kopuk olma durumunun işaretidir.
Bu noktada iktidar-muhalefet ikilemini başka bir açıdan incelemek ve Zapatista örneğini açmak faydalı olacaktır.
Özgürleşme'den özgürlüğe
Özellikle Foucault'nun etkisiyle son
yıllarda üniversite öğrencilerinin ağzından düşmeyen "direniş"
kavramının ne denli klostrofobik olduğuyla başlayalım. İkili bir yapıya
sahip bir toplumsallık anlayışı içeren bu erken dönem Foucaultcu
kavramsallaştırmaya göre, direnişin iktidarı yıkma şansı yoktur. Her
ikisi birbirini doğurduğu ve beslediğine göre, başarılı bir direniş yeni
bir iktidar inşa edecek; başarısız bir iktidar ise direnişe
dönüşecektir. Yani sistem çıkışsızdır. Direniş alanını esas itibariyle
iktidar belirler, çünkü direniş iktidara direniştir, feyzini iktidardan alır. Duruş değil, karşı duruştur. Buna rağmen öğrencilerin ve günümüz sosyal bilimcilerinin gözünde çağımızda mücadelenin sloganı haline gelmiştir.
Karikatürize ederek tasvir ettiğim bu
direniş anlayışının iktidar ile çok şey paylaştığını düşünüyorum. Daha
doğrusu, böylesi ikili kodlamaları ontolojik bir tesbit olarak değil,
kendi kendini gerçekleştiren bir kehanet olarak görmek gerektiğine
inanıyorum. İktidarı yeniden üretmek, etki değil de tepki olarak kurulan
varoluşsal alanların mantığına içkindir. Tepki halinin kendi, tıpkı
Nietzsche'de efendilerin gücünü çekemeyen esirlerin intikamında olduğu
gibi, diyalektik olarak tepki gösterdiği şeye, yani kendi zıddına
dönüşür.
Etki-tepki siyaseti dışında bir siyasal
alternatif var mıdır? Çok uzun süredir kafamı kurcalayan bir sorudur bu.
Yıllarca bağımsızlaşmanın esas olduğuna inanmış, inandırılmış bir kuşak
olarak, bir şeyden özgürleşmiş olmakla, yani bizi baskı altında tutan,
özgürlüğümüzü engelleyen bir şeyden kurtulmakla, özgürlüğe ulaşmış olur
muyuz sorusunu sormaya gerek bile duymamıştım. Oysa artık özgürleşme ile
özgürlük arasında doğrudan ve sorunsuz bir ilişki olmadığına kani
oldum. Direnmek veya bağımsızlık mücadelesi vermek ile özgür
olunmayacağı, yukarıdaki tartışmanın çıkışsızlığından apaçık belli
olmuyor mu? İktidarı yeniden ürettiğinin farkında bile olmayan
muhaliflerin, baskının aldığı hallerden birini bertaraf etseler bile,
başka ve yeni baskı mekanizmaları peydah etmemeleri imkânsız gibi
gözüküyor.
Kanımca burası, Zapatistaların
alternatif bir çıkış yolu sunabilecekleri yerlerden biridir.
Zapatistaları biricik kılan, reel politika olarak ifade edilen eril
siyasetin, çatışma ve restleşme stratejilerinin, amaca götüren her tür
araç mübahtır mantığının, tabandan kopan önder çıkarlarının ve oy
kaygısının çok ötesinde, yeni ve ilkeli bir siyaset biçimi geliştirmeye
olan bağlılıklarıdır. Öyle ki, Zapatista örgütlenmesinin yedi temel
ilkesi kanıksanan siyaset türlerinin çok kolay gözardı edebildiği, hatta
harcayabildiği, bir davranışsal etik geliştirmeye yöneliktir: kendine
hizmet etmek yerine başkalarına hizmet etmek, emir vermek yerine itaat
etmek, başkalarının adına konuşmak yerine onları temsil etmek, yukarı
çıkmak yerine aşağıya inmek, alt etmek yerine ikna etmek, yıkmak yerine
inşa etmek, dayatmak yerine önermek.
Bu denli ilkeliliğin siyasette
"idealist" kaçtığını ve mücadeleyi imkânsızlaştırdığını iddia edenlere
verilecek en güzel yanıt, hareketin 25 yıldır, ayaklanmanın ise 15
yıldır sürüyor olmasıdır. Meksika ordusunun bölgedeki yoğun paramiliter
faaliyetine rağmen, Zapatistalar ile geleneksel sol partiler arasındaki
gerginliğe rağmen, bölgenin aşırı yoksul ve yoksun olmasına rağmen
direnişin sürebilmesi aslında bu ilkelilik ile ilintilidir.
Zapatistalara verilen uluslararası desteğin bu sayede hiç kesilmediğini,
bölgeye akan gönüllü aktivistlerin sayısında bu sayede hiç azalma
olmadığını, alternatif bir dünya inşa etme hayallerinin ancak bu sayede
mümkün olabildiğini görmek gerekir.
Özgürlük ile bağımsızlık arasındaki fark
kanımca burada yatıyor. Zapatista anlayışına göre, herhangi bir halk,
etnik kimlik, dinî grup veya sınıf, kendini ezen iktidara karşı mücadele
veriyor olmakla "özgür" olamaz. Mücadelesinde başarılı olmakla
özgürlüğün önkoşulu olan bağımsızlığı garantileyebilir elbet; ancak
kendi kaderini tayin etme hakkını elde ettiğini düşündüğü an, yeni
efendilere tabi olmayacağının hiçbir garantisi yoktur. "Mağdur" özneden
"muktedir" özneye geçmek için dışsal bir iktidara karşı mücadele etmenin
yanı sıra, benzeri bir iktidar yapısının içeride oluşmasını önleyecek
bir örgütlenme modeli oluşturulmalıdır.
Zapatistalar parti kurup varolan siyasi
alan içerisinde yer almayı reddederler. Amaçları alternatif bir siyaset
şekli yaratmaktır. Bunun ilkeli siyasetin olmazsa olmaz koşulu olduğunu
düşünürler; siyasi partilerin yozlaşmalarının, halktan kopmalarının
kaçınılmaz olduğuna inanırlar. Şöyle ki: "Yöneticilerini denetim altında
tutmayan bir halkın köle olmaya mahkum olduğunu düşünüyoruz; biz özgür
olmak için mücadele verdik, altı yılda bir efendi değiştirmek için
değil." Zapatista topluluklarında dönüşümlü olarak idari görevler
üstlenen köylüler, 2003'ten beri gerçek anlamda bir özyönetim
mekanizması inşa etmektedirler. Kollektif tarım, soyut olmayan bir
adalet, alternatif sağlık, devrimci eğitim, otonom yönetimsellik gibi
birbirinden farklı alanlarda takdir edilesi bir deneysellik ve
yaratıcılık sergilemektedirler.
Verilen mücadelenin tek boyutlu
olamayacağı, özgürlüğün sadece yerli kimliğine tanınan birtakım haklarla
elde edilemeyeceğini anlamış olmanın da ötesinde, tahakkümün çok
boyutlu bir sistem olduğunun bilinci birebir bu somut deneyim içinden
çıkmıştır. Topraksız bir yerlinin anayasal hak elde etse bile tutsak
kalacağını, neoliberal kapitalizme karşı alternatif bir ekonomik model
üretmeden salt siyasal bağımsızlığın bir anlamı olmadığını; öte yandan,
sadece ekonomiye indirgenmiş bir alternatifin siyasal ve toplumsal
özgürlük açısından yetersiz kalacağını süreç içerisinde ve sürece
katılımları sayesinde tesbit ederek ilerliyorlar. "Daha önceleri, yani
başlangıçta, tüm bunları düşünmüyorduk, yegane düşündüğümüz mücadele
etmekti. Ama bugün, otonominin kurulması için çalışıyoruz", diyor tarım
kurulu üyesi.
Burada önemle vurgulamak istediğim
şudur: bir önceki cümlede "tüm bunlar" olarak özetlenen günlük hayatın
somutluğu, Zapatista topluluklarının önüne yalın mantıkların asla
kapsayamayacağı karmaşıklıkta bir sorunlar dizisi çıkarmaktadır.
Otonomi, herhangi bir -izm'in öngöremeyeceği ve önceden çözüm
üretemeyeceği bir çeşitlilik ve değişkenlikle cebelleşmenin adıdır.
Örneğin alternatif bir eğitim nasıl
olmalı sorusunun yanıtı ancak süreç içerisinde deneyerek, yanılarak, el
yordamı çözüm üreterek verilebilmektedir. 2007 Temmuz'unda bizzat
katıldığım uluslararası buluşmada beş otonom Zapatista bölgesinden gelen
delegeler, alternatifini inşa etmeye çalıştıkları birkaç alanda
yaşadıkları sorunları ve ürettikleri çözümleri anlattılar. Dünyanın dört
bir yanında gelen benim gibi destekçilerin önünde toplu bir imaj verme
derdine düşmek veya birtakım içi boşalmış ("halkların kardeşliği" veya
"haklı mücadelemiz" gibi) sloganlar aracılığıyla kendi propagandalarını
yapmak yerine, özeleştiri yapmayı seçtiler. Bu coğrafyadan gelmiş
birinin "ailenin kirli çamaşırları" veya "dava uğruna" cinsinden
argümanlar tarafından susturulmasına alışık olduğu eleştirelliği
Zapatistalar "elalem" önünde yapmaktan çekinmiyor, bilakis bunun onları
güçlendireceğine inanıyorlardı. Meksika Milli Eğitim Bakanlığı'nın
belirlediği müfredata bağlı kalmayan bir eğitim programını belirlerken,
çocukların ve toplulukların temel ihtiyaçlarının ne olduğunun
düşünülmesi gerekmişti örneğin. Çoğu çiftçi olan topluluklarda hasat
vakti çocukları onların emeğine muhtaç olan ailelerinden ayırmak zaten
yoksul olan bölgelerde sorun yaratıyordu. Zapatistalar ayrıca not
sistemi gibi öğrenciyi bireyselleştiren bir sistemin kapitalizmin
gereklerine hizmet etmekten başka faydası olmadığını düşünüyorlardı.
Alternatif sistemin kolektivist olması isteniyordu elbet, ama
kolektivitenin farklılıkları ezmesi istenmiyordu. Bu ikileme ürettikleri
çözümler arasında burada aktarabileceğim ve bana çarpıcı gelen şunlar
oldu: Asgari veya azami eğitim süresi diye bir şey yok; çocuklar kendi
kapasitelerine ve kendi hızlarına göre ilerliyorlar. Onları bireyselci
kılmadan farklılıklarını yok etmemenin yöntemi olarak düşünülmüş bu.
Kimse okuldan atılmadığı gibi, not sistemi de yok. Öğrencilerin
başarılarını aileler değerlendiriyorlar. Yatılı okul sistemi
kullanılıyor. İhtiyaca göre çocuklar 1 ay okulda kalıyor, sonra 1 ay
veya 15 gün ailenin yanına dönüp tarlada veya köydeki görevlerini yerine
getiriyorlar. Teorik ve pratik çalışmayı birbirinden ayırmamak için
örneğin matematiği meyva ve sebzelerle veya pazarda alışverişle
öğrenmek, metrik sistemin yanı sıra karış gibi geleneksel ölçüm
sistemleri kullanmak, bireyselden çok ekip çalışmasına önem vermek
Zapatista eğitiminde kullanılan yöntemler arasında. Bir eğitimcinin
belirttiği gibi, "Eğitim demek, analiz yapmayı öğrenmektir; ne
görüyorsan onu yapmayı öğrenmek değil." Geleneklerin hiç sorgusuz
sualsiz çocuğa ezberletilmesi yerine Zapatistalar eleştirel bir düşünce
geliştirmeyi, çocuğun yoksulluk, haksızlık, tahakküm gibi olguları hem
kavramsal olarak, hem de tarihsel gelişimleri içerisinde anlamasını
sağlamayı umuyorlar. Bireyselcilik yerine paylaşımcı ve katılımcı bir
etik yerleştirmeye çabalıyorlar.
Bir başka örnek vermek gerekirse, travma
ile başetme konusunda 11 yıldır topluluklarda çalışan İspanyol bir
psikoloğun bana anlattığını burada paylaşmak açıklayıcı olabilir: "Biz
Avrupalılar hastalandığımızda derhal doktora koşup tıbbi müdahale talep
ederiz. Oysa hastalıkların önemli bir oranı psikosomatiktir. Yerli
toplulukları tedaviye önce insanın kalbinden başlıyorlar, yani ruhsal
halinden, kendiyle ve çevreyle olan uyumundan. Tütsülerle, bitkilerle,
dokunarak veya konuşarak birçok hastalığı tedavi edebildiklerine tanık
oldum. Bambaşka bir sağlık anlayışı bu. İnsanı organlarına, dişlerine,
vücut parçalarına indirgemeyen bütünlüklü bir bakış sayesinde ilaç veya
klinik müdahaleye olan ihtiyacı önemli ölçüde azaltıyorlar."
Keza Zapatistalar kapitalist
modernitenin doğallaştırdığı birtakım ölçüt ve kıstaslara karşı çok
yönlü bir mücadele veriyorlar. Meta fetişizmini mümkün kılan soyut emeğe
karşı, ürettikleri kullanım eşyalarının üzerine fiyatla birlikte
üretenin ismini ve harcanan emek süresini yazıyorlar. Emek için harcanan
zamanın değişim amacıyla reel zamandan soyutlanması, değişimin
öznesinin üreticinin değil ürün olarak ifade bulması, sömürüyü ve artı
değeri görünmez kılan meta fetişizminin temel özelliklerindendir. Keza,
kapitalizmin verimlilik ve zaman arasında kurduğu bağıntı da
Zapatistaların mücadele ettikleri tahayyüllerden biridir. Mesela
işyerinde olsun, siyasette olsun kapitalizm bir toplantının "verimli"
olmasını, önceden belirlenen bir zaman dilimi içerisinde (1-2 saat)
çoğunluk usulüne göre karar alınması olarak anlar. Oysa Zapatista
toplulukları, herkesi ilgilendiren bir sorunun tartışılmasının önünü
sayıları fetişize ederek kapamazlar. Karar önemliyse ve görüş
ayrılıkları varsa, toplantı üç gün de sürebilir. Bu zaman zarfında aynı
mekânda konuşulur, birlikte yiyip içilir, akşam o mekânda kalınır.
Çoğunluğun iradesi belirginleştiğinde, hemfikir olmayanların çoğunluğa
uymak konusunda çok büyük bir çekincelerinin olup olmadığı sorulur.
Karar çoğunluk usulüyle alınsa bile azınlık tartışma ve karar alma
sürecinin "adil" olduğuna ikna olmuş olarak oradan ayrılmalıdır.
Kapitalizme ve onun empoze ettiği,
doğallaştırdığı, genelleştirdiği yaşama, düşünme, iş görme, üretme,
sahip olma ve birlikte yaşama şekillerine alternatifler üretme süreçleri
içerisinde elbette ki egolar karşı karşıya gelir ve farklı tahayyüller
çarpışır. Ancak mücadelenin tabandan, katılımcı bir şekilde ve günlük
hayatın somutluğunda veriliyor olmasının avantajı şudur: herhangi bir
egonun öngörüsü tek başına tüm sorunları çözmek için yeterli olamaz.
Kaldı ki, denendikçe her çözümün eksik ve gedikleri ortaya çıkar,
düzeltilmesi, yeniden düşünülmesi gerekir. Dolayısıyla hiçbir ego,
haklılığını ve doğruluğunu mutlaklaştıramaz. Otonominin fiilî olarak
inşası kadar çetrefilli bir süreçte törpülenen egemenlik refleksleri,
ortaklaşmanın önünde engel teşkil etmemeye başlarlar.
Ama bundan da önemlisi, bir şeye tepki
vermenin negatifliğinden çıkıp, bir şeyi kurmanın pozitifliğine
geçerken, yani özgürleşme mücadelesinin ötesinde, özgürlüğün ta
kendisini kurmaya çabalarken, ortak düşmanın sağladığı birliğin yerini
ortak bir dünyaya duyulan ilginin almasıdır. Bir şeye veya birilerine karşı düşünmek yerine, birileriyle beraber düşünme etiği işte bu süreçte gelişir.
Zapatista bir öğretmenin çok çarpıcı
ifadesine göre, Zapatistaların yaptığı "şu anda inşa ettiğimiz... farklı
bir yolu yürüyecek olan öznelerdir." Etki-tepki siyasetinde köşe kapan
özneler değildir bunlar. Varolan bir -izm'i veya siyasal duruşu seçip
hazır giyim konseptinde olduğu gibi üstüne geçiriveren özneler de
değildirler. Mücadeleden önce, pratiklerden bağımsız olarak
oluşmamışlardır. Tam tersine, bir ilişkilenme, ortaklaşma ve alternatif
pratikler üretme girişiminin ürünleridirler. Toplumsallığın ikircikli ve
müphem olduğunu hem zihinsel, hem de pratik süreçler aracılığıyla
kabullenmenin doğurduğu etik farkındalığa sahiptirler. Demokratik
siyasal rejimlerde meclisin üstlendiği, ancak birlikte yaşamın tek bir
kurumuna hapsolan ve salt tartışma aracılığıyla gerçekleşmesi umulan
ortaklaşma ideali, Zapatista topluluklarının her yaşamsal alanında somut
bir gerçeklik kazanır.
Aslında bitimsiz olan bu yazıyı bitirir
gibi yapmanın en çarpıcı yolu sanırım Coca Cola örneğini vermektir.
Gerçek mücadelelerin ürünü olmayan Batılı aktivistlerin klasik sol
ve/veya anarşist dünya tahayyüllerinde Coca Cola'nın farklı bir temsil
gücü vardır. Coca Cola sadece Amerikan emperyalizminin simgesi olmayıp,
aynı zamanda kapitalizmin günlük hayatı kolonize etmesini ve tüketim
ideolojisi üzerinden yeni bağımlılıklar inşa etmesini temsil eder. Coca
Cola içmeyi reddetmek, sembolik olduğu kadar pratik bir direniş olarak
kurgulanır. Örneğin anti-küreselleşme forumlarında Coca Cola yerine
Güney Amerika'nın geleneksel bitki çayı olan maté'yi içmek bir alternatiflik göstergesine dönüşmüştür.
Böylesi tahayyüllerle donanmış olan
Batılı aktivistler Zapatistaların 2007 Temmuz'unda düzenledikleri ikinci
"galaksilerarası" buluşmaya geldiklerinde, gırla Coca Cola tüketilmesi
karşısında şok yaşamışlar. Ve hatta bundan duydukları rahatsızlığı dile
getirmişler. Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu EZLN'nin ast-komutanı
Marcos'un verdiği cevap ise aşağı yukarı şu olmuş: "Meksika'da su
özelleştirilmiş olduğu için 10 pesodur; Coca Cola ise arkasına Amerikan
sermayesini alarak ABD'den ithal edildiği için 6 pesodan satılır. Yani
Coca Cola sudan ucuzdur. Ben yerli halka Coca Cola yerine su için diye
nasıl derim? Ayrıca alternatif üretim biçimleri geliştirmek için birebir
mücadele veren biz Zapatistaları, sadece tüketim seçenekleri yüzünden
eleştirmek, onlara ahlâk dersi vermeye kalkmak büyük bir
saygısızlıktır!"
Başka bir deyişle, Zapatista buluşmasına
katılan Batılı solcuların anlamadığı (ve belki de anlamayacağı) şudur:
Zapatistaları Coca Cola içiyorlar diye eleştirmek, yereldeki mücadelenin
giriftliğini ve zorluğunu dümdüz eden bir tasnif ve tanzim edimidir.
Zapatistalara burjuva tüketim alışkanlıklarına sahip oldukları gibi bir
yafta yapıştırmak, onları "ya alternatiftir ve Coca Cola içmez, ya
değildir ve içer" gibi bir ikili kodifikasyon içine hapsetmek demektir;
Coca Cola'nın temsil ettiği iktidarı kendi eyleminin ve duruşlarının
kıstası haline getirmek demektir. Etki değil, tepki siyaseti demektir.
Aynı zamanda bu, iktidara karşı tepkiyle değil, yeni ve alternatif bir
yaşam tarzı yaratmak için mücadele eden bir hareketin imajına gölge
düşürerek, Batı'dan gelecek ve çok ihtiyaç duydukları yardıma balta
vurmak demektir.
Kıssadan hisse söyleyeceğim şudur: söylemsel olarak iktidarın karşısında durduğunu sanmakla fiilî olarak muhalif olmak arasındaki hat, hiç de sanıldığı kadar pürüzsüz değildir.
Zeynep Gambetti
[1] John Austin, How to Do Things with Words (Cambridge: Harvard University Press, 1962).
[2]
Austin'in anlatmak istediği aslında biraz daha karışıktır. Söz, hem bir
şeye gönderme yapar (işaret eder, tesbit eder, tarif eder), hem etki
yaratır (psikolojik olarak etkiler, iter, çeker), hem de bir edimdir
(bir durum peydah eder, bir ilişki kurar). Bu üç boyutu birbirinden
ayrılamaz.
[3] Etyen Mahçupyan, Kuyerel.com, 05.08.2008.
[4] Kuyerel.com, 29.08.2008.
[5] Taraf, 27.05.2008.
[6] Oğuzhan Müftüoğlu, BirGün, 10.08.2008.
[7] Mehmet Gürsan Şenalp, Sendika.org, 29.07.2008.