Azsonra Birazdan Şimdi Biz Türkiye'yiz. MarmaraYenikapı Ahsarla #etiket

8 Ocak 2011 Cumartesi

kızmayın dizi o dizi 09 01 2011 pazar Taraf universitesi başlıyor

 


http://kutuphane.akparti.org.tr

Avrupa yabancı düşmanlığından hasta Jürgen Habermas The New York Times  28 10 2010  Le Monde  01 01 2011


J. Habermas:'Avrupa yabancı düşmanlığından hasta'



The New York Times ve Le Monde gazetelerinde yayınlanan görüşlerinde, Jürgen Habermas, toplumun alt katlarından gelen dayanışma ve demokrasi fikrine hak

ettiği yeri vermeye çalışırken, açıkça demokratik hukuk devletini bir ideal ve modernliğin ufuk çizgisi olarak görüyor.

 Batı toplumlarını oluşturan, koruyucu ve sosyal devlet, çok-kültürlülük, yabancıların entegrasyonu, sivil itaatsizlik... vs

gibi sorunların hiçbiri düşünce alanının dışında kalmıyor;

Habermas'ın entelektüel canlılığının güzel bir örneği olan bu düşünceleri  yayınlıyor.

Modern toplumlarda rasyonalite ve demokrasi bağdaşmakta zorluk çekiyorlar.  Modernliğin büyük kuramcılarından Max Weber' in  savı bu. Alman sosyolojisinin kurucusu için halk, elitlerinin egemenliğine katlanmak zorundadır; halkın en fazla yapabileceği, en kabiliyetli şahsiyetleri şefliğe teşvik etmektir. Weber' in elitist yaklaşımı, tüm demokrasi savunucuları için önemli bir teorik problemdir. Jürgen Habermas bu teorik probleme bazı ışıklar tutmaktadır: modern toplumları oluşturan bireyler istikrarlı demokratik birlikler oluşturmasını biliyorlar; bunu da kamusal tartışmalarla mümkün kılıyorlar. Habermas, toplumun alt katlarından gelen dayanışma ve demokrasi fikrine hak ettiği yeri vermeye çalışıyor; önemli bir sosyal bağ kopmasına sebep olmadan, ne para gücü, ne de bürokratik iktidar bu gelişmenin önüne geçebilir. Habermas açıkca demokratik hukuk devletini bir ideal ve moderenliğin ufuk çizgisi olarak görüyor. Buna paralel olarak, kamu tartışmalarının yapısını belirleyen usullerin altını çiziyor. (Arsen Ceyhan / İkinciGrup )


                                            
                                                             *****


Ağustos 2010 tarihinden bu yana, Almanya, asimilasyon, çok-kültürlülük ve ulusal kültür sorunsalları etrafinda büyük çalkantılar ve siyasi kararsızlıklar yaşadı. Ortaya çıkan tartışmalarda, ulusal kültür, ''referans kültür'' ( leitkultur ) olarak algılandığından, ortamı bozucu rol oynayarak kamu tartışmalarının yozlaşmasına ve yabancı düşmanlığının bir kez daha patlamasına sebep oldu.

Alman toplumunun bu meyli yeni değil; uzun zamandır tüm anketler yabancılara karşı sessiz ve büyüyen bir zıtlık gözlemlemektedirler. Halbuki, herşey sanki bu sessiz muhalefetin birden bire ses bulduğunu gösteriyor. Tüm basmakalıp basit fikirler kahvehane masalarını terk edip, televizyonların talk shows setlerini ve potansiyel olarak aşırı sağ tandanslı seçim tabanlarının avına çıkan politikacılarin söylemlerini kuşattı. İki olay bu karmaşaya sebep oldu: Sosyal Demokrat Parti (SPD) üyesi ve Almanya Merkez Bankası idaresinden Thilo Sarrazin' in yazdığı bir kitap ve Almanyanın yeni Cumhurbaşkanı Christian Wulff (CDU) 'un yaptığı bir konuşma.


Herşey Thilo Sarrazin' in ''Deutschland Schafft sich ab'' ( Almanya kötü yolda ) adlı eserinin en kışkırtıcı ve çarpıcı bölümlerinin basında yayınlanmasiyla ba$ladi. Bu kitapta Almanyanin geleceginin '' kötü '' göçten , yani müslüman ülke kökenli göçten dolayi tehlikede oldugunu okuyoruz. T.Sarrazin, Almanyadaki müslümanları hedefleyen demografik politikalar öneriyor. Bilhassa zeka ile ilgili araştırmalardan hareket ederek müslüman azınlığa karşı ayrımcılık yapıyor. Vardığı biyolojik sonuçlar, tüm yanlışlıklarına ve demagojik niteliklerine rağmen, kamu oyunda umulmadık bir yankı uyandırdı.

İş başında bulunan politikacıların bu tezleri kınamalarına rağmen bu düşüncelerin popüler olmasına mani olamadılar. Hatta bir ankette, Almanların üçte birinin T. Sarrazin' in teşhisine, yani Almanyanın ''ortalama olarak giderek aptallaştığı ve bunun sebebinin müslüman ülkelerden gelen göçmenler olduğu'' fikrine katıldıklarını öğreniyoruz.

Basında birkaç psikologun izahları, bu savların gerisinde birşeylerin barındığı intibasını verdi ? Ve yavaş yavaş basının ve medyaların tavrında bir değişme gözlemlendi. Bununla beraber T.Sarrazin' in kullandığı istatistiklerin yarı bilimselliğini reddeden kapsamlı ilk yazı birkaç hafta sonunda sosyolog Armin Nassehi' nin kaleminden çıktı. A. Nassehi, ABD' de geçen yüzyılın sonlarında, bilimsel olarak çürütülen zeka ölçülerini, T.Sarrazin' in nasıl, yeni bir olguymuş gibi almanlaştırdığını kanıtladı.

Fakat bu objektif ve parlak kanıtlama kamu oyuna biraz geç ulaşıyordu. T.Sarrazin' in şırıngaladığı zehir, almanların göçmenlere karşı olan kültürel düşmanlıklarını yarı bilimsel genetik kanıtlarla güçlendirerek, popüler önyargılarda epeyi kök salmıştı bile . T. Sarrazin ve A. Nassehi, Münih' te bir tartışma paneline katıldıklarında ortaya bu acı tablo çıkıyordu. Panelin epeyi kalabalık dinleyici kitlesinin büyük bir çoğunlukla kültürlü orta sınıfa ait olduğu, T. Sarrazin' in tezlerine karşı hiçbir eleştiriye açık olmadığı görüldü.

Almanyayı alt üst eden ikinci olay, Cumhurbaşkanı C. Wulff' ün, Almanyanın birleşmesinin 20. yılı dolayısıyla yaptığı konuşmaya ülke çapındaki tepki oldu. C. Wulff kendisinden evvelki tüm Cumhurbaşkanlarının yaptığı gibi, 3 Ekim 2010 günü  'hristiyanlık ve yahudilik nasıl Almanyayı oluşturuyorlarsa, islamın da bu bileşimde payının olduğu'' fikrini kullanıyordu. Parlamentoda yaptığı bu söylev tüm temsilcilerin kabulünü görmüştü. Fakat ertesi gün, tüm muhafazakar basın hücuma geçti.

T.Sarrazin ve C.Wulff örneklerinde gördüğümüz gerçek bir endişe kaynağıdır. Bu örnekler, politikacıların, halkın en bayağı hislerini suistimal etmeye her zaman hazır olduklarını gösterdi. İnsanlari etnik düşmanlığa teşvik kolaylaştı, bayağılaştı. Hiç şüphe yok ki, önyargıları körükleme geleneği Almanya sınırlarını aşan bir olgu. En azından, henüz Hollanda seviyesine düşmedik; ve hükümetimiz, Geert Widers tipinde bir sağ popülistin desdeğine muhtaç değil; İsviçre' de olduğu gibi minare inşa etme yasağı oylanmadı Almanya' da. Ve genellikle tüm Avrupada gerçekleştirilen anketlere baktığımızda, yabancılarla ilişkilerde, Almanya en aşırı örneği vermemektedir.

Fakat Alman tarihinde gözlemlenen insani felaketler göz önunde bulundurulduğunda sosyal ve siyasi gelişmenin bu ülkedeki anlamının başka ülkelerden farklı olabileceği gerçeğini bilmezden gelemeyiz. Meseleye bu şekilde baktığımızda, geçmişin, insani insana düşman eden zihniyetlerinin geri gelmesinden endişe duymamak mümkün mü ? Burada, geçmişden neyi kasdettiğimiz önemli. Bugün yaşadıklarımızın, tabii ki 1930' larla bir alakası yok. Fakat 1990 yıllarında Yugoslavya' nın dağılmasıyla, Almanya' ya göç eden yugoslavların sebep olduğu kavgalara benzer birşeylerin yeniden canlandığını söyleyebiliriz. O dönemin CDU partisi, Bavyeralı CSU ile birlikte  'Almanya göçmen toprağı değil'' sloganının üzerinde sörf etmişlerdi. İşte bu dönemde yabancı göçmen ocakları yanmaya başladı; Sosyal Demokratlar mecliste Hiristiyan Demokratlara önemli tavizler vererek minimum bir iltica kanunu oylamışlardı.

Dün olduğu gibi, bugün de ulusal kültürün tehlikede olduğu, referans olarak kendini kabul ettirmesi gerektiği, yeni gelenlerin bu referansa ayak uydurmaktan başka bir seçenekleri olmadığı nakaratı tekrarlanıyor. 1990' da bu tartışma iki Almanyanın birleşmesi bağlamında gelişiyordu; Almanlar nihayet Anayasalarının demokratik bir yorumunda mutabakata varmayı başarmışlardı. Bugün ''referans kültür'' mevhumu, liberal Devletin göçmenlerden ''ülkenin lisanını ve anayasal prensiplerini bilmelerini taleb etmesi'' yanlış fikri üzerine kuruluyor. 1990' lı yıllarda göçmenlerin ülke çoğunluğunun kültür değerlerini ve geleneklerini benimsemeleri bekleniyordu; hala bugün aynı şeyleri bekliyoruz.

Demokratik Anayasamızın etnik bir yorumuna tekrar düştüğümüzü gözlemlemek iyi bir haber değil. Buna ''referans kültürü'' nü Alman kültüründen çok Alman dininden itibaren belirlemeye çalışmak, işleri daha da zorlaştırmaktadır. ''Referans kültürü'' borazancıları, almanları yabancılardan ayıran ''yahudi-hristiyan'' geleneği öne çıkarmaktadırlar. Bu meyanda yahudi sıfatının, Almanyanin yakın tarihinde Yahudilerin maruz kaldıkları cinayetleri bir el çırpmasında unutulduğunun, inanılmaz bir rahatlıkla kullanıldığının da altını çizmeden edemeyeceğim.

Birikmiş milliyetçi hislerin gücünü, bu birikimin sadece Almanyaya özgü olmadığını bilmeme rağmen küçümsemiyorum. Fakat günümüz olaylarının ışığı altında, bana endişe veren başka bir tandans var: kamusal alanda a-politiklermiş gibi beliren bazı simaların beğeni kazanmaları. Bu da, bu ülkenin siyasi kültürünün sorunlu bir özelliğine gönderme yapmaktadır: Partilerin ve parti politikalarının reddi.

Örneğin, geçen yıl Cumhurbaşkanlığı seçimine sivil haklar militanı Joachim Gauck' un, C. Wulff' a karşı adaylığını koyduğunu gördük. J. Gauck, Doğu Almanya rejimine karşı muhalifliğiyle tanınmıştı ve tüm Almanyanın sempatisini kazanmış bir protestan dini önderdi. Yine bu tür bir örnek, yeni milli savunma bakanı Karl Theodor zu Guttengerg' dir. Hiçbir siyasi çekişmede adı geçmeyen, son derece karizmatik savunma bakanı, Angela Merkel' in kamu oyunda sahip olduğu sempati seviyesini de aştı.

Daha da endişe verici olan, yakın zamanda, Stuttgart' da, Federal Demir Yollarının ( Bundesbahn ) yıkmak istediği eski garın muhafazası için gösteride bulunan binlerce insanın oldu. Aylarca süren gösteriler, 1960 yıllarının Meclis dışı spontane muhalefetiyle benzerlikler gösterir. Şu farkla ki, bugün sokakta her yaştan ve her tabakadan insanlar görüyoruz; tek amaçları, var olanı muhafaza etmek; bu insanların çoğunluğu politikayı ekonomik gelişme sürecinin silahlı eli olarak görmektedir; esas endişe verici olan budur. Neticede bu gösterilerin sonunda ortaya çıkan gerçek, siyasi sorumluların, yurttaşları gerektiği gibi bilgilendirmedikleri oldu. Bugün işlerinde söz sahibi olamadığını iddia etmek, demokrasinin formel olarak anlaşılması ile ilgili soru sormaya denk düşmektedir. Ortaya çıkan soru şudur: demokratik süreçlere katılmanın anlamı, seçimi kaybeden azınlığı sessizliğe mahkum etmek midir ? Veyahut bu süreçlere katılmak tüm yurttaşların her türlü konuda kanaatlarını karar zincirine dahil etmek midir?

Yukarda sözünü ettiğimiz üç olay ( göçmen korkusu, a-politik karizmatik simalara sempati, Stuttgart tipi popüler başkaldırma ) temel kaygıları bakımından farklılar. Fakat bir noktada birleşiyorlar; o da giderek içine kapanan, tüm dediklerinin doğruluğuna inanan bir politik sisteme karşı duyduklari tedirginliktir. Ulusal hükümetlerin eylem alanları daraldıkça, iç politikalar dış ekonomik zorunlukların kölesi haline gelmekteler; bu ise halkın, siyasi sorumlularına güvenini giderek sarsmaktadır.

Son ABD Başkanlık seçimlerinde, amerikalılar, siyasi ve sosyal vizyonu olan bir başkanı Washington' a yolladılar; buna rağmen, bu başkan bile dört bir yandan patlayan problemler karşısında ne yapacağını bilemez bir durumda buldu kendisini. Avrupanın, yenilenmiş, bozgunculuktan kurtulmuş, yeni perspektifleri olan ve değişik enerjileri birleştiren, beraber çalıştırabilen bir politikacı nesline ihtiyacı var. Halk, geleceği biçimlendirebileceği ve problemlere karşı koyabileceği bir eylem imkanının varlığına inanabiliyorsa demokrasi mümkün olabilir.

Jürgen Habermas

The New York Times ( 28-10-2010 / Le Monde  (01-1-2011 )


MHP Ergenekon’a geri dönüyor Sizce MHP, Kürt meselesinin çözülmesini ister mi?
YILDIRAY OĞUR  ERTAN ALTAN  istanbul 05 01 2011 çarşamba


Seçim öncesi sertleşen Bahçeli’nin hedefinde Kürt açılımına kızan milliyetçi AKP seçmeni kadar, yeni CHP’ye mesafeli duran kıyı şeritlerindeki ulusalcılar da var

Devlet Bahçeli’nin Başdanışmanı ve MHP MYK üyesi Doç. Dr. Vedat Bilgin 30 kasım günü gazetelere düşen partiden istifa gerekçesinde şöyle diyordu:

 “Bugün gelinen nokta bana, ortaya konan politikaların partiyle birlikte siyaset etme imkânının tamamen ortadan kalktığını göstermektedir.”

Bundan iki yıl önce Neşe Düzel’e “MHP devletten değil militarizmden koptu” diyen, demokrat ve ılımlı fikirleriyle öne çıkan Bilgin’i istifa ettiren “MHP’nin geldiği son nokta” neydi peki?

Bunun somut verileri Bahçeli’nin son dönem sertleşen üslubunda görülebilir.

“İhanet”, “PKK ile işbirliği” söylemini sertleştiren Bahçeli, geçen haftaki grup konuşmasında demokratik açılım nedeniyle Beşir Atalay’ı yüce divanda yargılayacaklarını söylemişti. Dünkü grupta hesap sorulacaklar listesine Diyarbakır ziyareti nedeniyle Cumhurbaşkanı Gül’ü de ekledi.

 Dün Meclis Grubu’nda hedefinde “Ana muhalefet partisi de gelişmeleri duyarsız, tepkisiz izlemekte, bir anlamda iktidarın değirmenine su taşımaktadır” sözleriyle CHP de vardı.

Listeleri Bahçeli hazırlıyor

2007 seçimlerinin ardından Meclis’e girerek Gül’e cumhurbaşkanlığının önünü açan, Ergenekon davasıyla arasına mesafe koyan, askerhükümet krizlerinde demokratik mesajlar veren, MHP’li gençleri sokaklardan uzak tutan Bahçeli için değişimi başlatan CHP’de Kılıçdaroğlu’nun göreve gelmesi oldu.

Bu yeni siyasi çizginin ilk somut sonucu “MHP’yi baraja gömün” diye başlıklar atan, bir dönem MHP teşkilatlarına sokulmayan ulusalcı Yeniçağ gazetesiyle Bahçeli’nin yeniden barışması.

Bahçeli’nin Balyoz davasına “siyasi” demesi, üç generalin görevden alınmasına karşı çıkması da bu yeni siyasetin ilk işaretleri.

Bahçeli, 2011 seçimlerine yeni ve sert bir MHP hazırlıyor.

Hedef sadece Kürt açılımına kızan milliyetçi AKP seçmeni değil belki daha çok “Kürt” Kılıçdaroğlu ve yeni CHP’ye kızan, kıyı şeritlerindeki ulusalcılar.

MHP’de 2011 seçimleri için aday olmak isteyen partililer için istifa etme süresi 31 Aralık 2010’da doldu bile.

Bu acelenin nedeni Bahçeli’nin bu radikal MHP’nin kadrolarını bizzat oluşturmak istemesi. Hatta bir iddiaya göre pek çok ilde MHP’nin adayları şimdiden belli.

MHP’de askerlerle ve Yeşil’le yakınlığı tartışma konusu olan Mustafa Hidayet Vahapoğlu’nun şimdiden Çorum birinci sıradan aday olduğu ve çalışmalara başladığı iddia ediliyor.

Partinin yeni vitrininde başka şahin isimler de var.

2009’da partiye dönük müdahalelerine kızıp

 “Generaller MHP’den elini çeksin”


açıklamasını yapan Bahçeli, Balyoz sanığı emekli Korgeneral Engin Alan’ı

“Öcalan’ı getiren komutan” olarak bizzat partiye davet etti. Başka generallerin 2011’de MHP listelerinden aday olması bekleniyor.

Ergenekon iddianamelerinde askerlerin MHP’nin başına getirmek istediği öne sürülen, bir dönem Bahçeli’ye karşı genel başkan adayı da olan Prof. Dr. Ümit Özdağ Bahçeli’nin davetiyle yeniden MHP’li olanlardan.

Bahçeli’nin seçildiği kongrede kürsüyü işgal edip “İllegaliteyi başlatan” eski Ülkü Ocakları Başkanı Azmi Karamahmutoğlu da Bahçeli’nin, ‘Millet ve Devlet Bekası

İçin Güç Birliği’ çağrısına uyup MHP’li oldu.

Geçen hafta Akşam gazetesine bir röportaj veren Karamahmutoğlu

 “Cumhuriyet değerleri ve Atatürk’ün misyonuna tek

başına MHP sahip çıkmaktadır” dedi. “AKP’nin sol sürümü” diyerek yeni CHP’yi de hedef aldı.

2011’deki kritik seçimler öncesi “ancien regime” yanlılarının AKP’ye karşı değişen CHP’den de ümidi kesip MHP’ye yöneldikleri anlaşılıyor.

2011 seçimlerinde barajın altında kalıp yeni anayasayı yapacak Meclis’e girememe ihtimali olan MHP’ye verilen bu omuz desteği bakalım işe yarayacak mı?

Yeni MHP: Yüzde 80 ulusalcı yüzde 20 ülkücü

Genel seçimler yaklaşırken MHP’de milletvekili aday listeleri şekillenmeye başladı. MHP’nin haziran ayındaki genel seçimler için yerellerde temayül yoklaması yapmayacağı, bu durumun parti tabanında rahatsızlığa neden olduğu öğrenildi.


Bağımsız Ülkücü Hareket Platformu’nun yönetim kurulu üyesi Adnan Baran MHP’nin genel seçimlerde ağırlıklı olarak ulusalcı isimleri aday göstereceğini, ülkücü tabandaki tepkilerin önüne geçmek için de temayül yoklaması yapılmayacağı bilgisini edindiklerini söyledi.

Son sözü Bahçeli söyleyecek

MHP’nin MYK üyesi Mustafa Hidayet Vahapoğlu’nun Çorum’dan birinci sıra milletvekili adayı gösterileceği yönünde duyumlar aldıklarını ifade eden Baran, Vahapoğlu’nun Çorum’da temayül yoklaması yapılmayacağı ve bütün adayların Bahçeli tarafından belirleneceği açıklaması yaptığını belirterek bu durumun MHP tabanında rahatsızlık yarattığını söyledi.

Bağımsız Ülkücü Hareket Platformu’nun edindiği bilgilere göre, MHP’de milletvekili listelerinin yüzde 80’i ulusalcı yüzde 20’si ülkücü isimlerden seçilecek. Baran, adayların kesinleşmesinin ardından tutumlarını belirleyeceklerini söyledi.


KUM SAATİ 05 01 2011 Ahmet Altan Sertlik ve zekâ

Sizce MHP, Kürt meselesinin çözülmesini ister mi?

Çözüldüğünü farz edin.

MHP, ne önerecek bu ülkeye, ne önerecek bu ülkede yaşayan insanlara?

Bu ülkede yaşayan insanları daha iyi yaşatacak bir fikri, bir projesi var mı?

Savaşlar, çatışmalar, çekişmeler, fikirleri olmayan insanların politikaya girebilmesi için elverişli bir kapıdır.

İki tür duygu yaratır savaş.

Yenme arzusu ve yenilme korkusu.


“Sen kimsin” diye sorulduğunda, “ben bu işi yapan insanım” diye cevap veremeyenler, hayatın karşısında tek başına galip gelemeyenler, “ortak bir zaferin” parçası olmak için yanıp tutuşurlar.

Böyle bir zafer olduğunda, “sen kimsin” sorusuna, “ben galip gelenlerdenim” demek, hayat mücadelesindeki bireysel bir yenilginin getirdiği zehirlenmeye karşı insanların sığındığı bir panzehirdir.

Zaten yenilmiş olan biri, bir de “yenilen tarafta” olduğunda, “sen kimsin” sorusuna verecek cevap bulamaz, kendini “yok” hisseder, varlığı silinir, hiçbir yerde kendi varlığının izine rastlayamaz.

Savaşlar, kendi başlarına var olamayan insanların, topluca çekilmiş bir başarı fotoğrafına dâhil olma şansıdır.

Onun için, milliyetçilik, savaşma arzusu, intikam isteği, yenme şehveti, en çok bu “kayıp” insanların arasında görülür.

Bir savaşta yenilen tarafta olmaktan en çok onlar korkarlar.

Bir savaşta her türlü acı pahasına “yenene” kadar savaşmayı en çok onlar isterler.

Bulundukları “taraf” için “kesin bir galibiyet” anlamına gelmeyecek her türlü barıştan, çözümden nefret ederler.

Hayat savaşını kaybetmiş çaresiz insanlara, savaş ve zafer son sığınak gibi görünür.

Kendi yenilmişliklerine bir çare aradıkları için “savaşı” desteklediklerini söyleyemedikleri, belki de bunun farkına bile varamadıkları için savaşma arzusunu “vatanseverlik, milliyetçilik” gibi yaftaların arkasına saklarlar.

Bu insanlar, kendileri gibi hayatın aynasına fikirleriyle yansıyamayan yeteneksiz politikacıların av sahasıdır.

Söyleyecek hiçbir sözü olmadığı için “milliyetçi olmaktan” başka çaresi kalmamış politikacılar, bu zavallı kayıp insanları avlarlar.

Onları, bir “zafer” vaadiyle her türlü acıya sürüklerler.

Türkiye’de kayıp insanlarımız epey fazla.

Onları kendi başlarına varolabilecekleri, hayata karşı verecekleri mücadeleden kendilerine bir “kimlik” edinerek çıkabilecekleri bir donanımla yetiştiremedik.

Türkler arasında da, Kürtler arasında da kimliğini “savaşta”, kanda, zaferde arayan epeyce insanımız var.

Barışa yaklaştığımız şu günlerde, MHP, bu barışın bir “zafer” olmadığını vurgulayarak, zafere kadar savaşılması gerektiğini söyleyerek, sertleşerek, bu zavallı insanları hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir “zafer” hayaliyle kandırarak, birkaç oy uğruna ülkeyi belaya sürüklemeye çabalıyor.

Bir “iktidar” hayali bile kuramayacak kadar kötü durumda olduğu için, bütün amacı “barajı” geçerek parlamentoda birkaç koltuk kapabilmek.

Bu sertlik aşkı, bir yandan da zenginleşen, iyi kötü dünyanın bir parçası olmayı beceren Türkiye’de MHP’ye fazla bir şey sağlamaz ama MHP’nin sertliği, o “kimliksiz” insanların oylarının peşine düşen diğer partileri de sertlik yarışına sokar.

Oynanan bu oyunun farkına varan Öcalan, birçok Türk ve Kürt politikacısından daha zeki ve daha öngörülü olduğunu göstererek, Kürt politikacıları sert bir şekilde uyararak, “sertlikten” kaçınmalarını istedi.

Ama ne yazık ki AKP ve CHP, Öcalan kadar öngörülü değiller.

MHP’yle “sertlik” yarışına giriyorlar.

Özellikle Başbakan Erdoğan’ın bir “MHP takıntısı” olduğu, ona oy kaybetmekten çok korktuğu görülüyor.

MHP kendi başına yaratamayacağı sertliği ve savaş ortamını, AKP’yi korkutarak yaratıyor, AKP’nin zihnini ve dilini zehirliyor, bu partiyi Milli Güvenlik Kurulu’nun bir parçasına çeviriyor.

AKP, eğer MHP’nin oyununu bozacak bir kıvraklık gösteremezse, daha sert, daha milliyetçi ve daha az “kapsayıcı” bir partiye dönüşecek.

Ama “kendini aynada göremeyen” o kaybolmuş insanlara, hiçbir zaman gelmeyecek bir “zaferin” değil, hemen kapımızda duran “barışın” bir var olma nedeni yaratabileceğini anlatırsa, barışın bütün Türkiye’ye bir umut getireceğini gösterebilirse, hem MHP’nin oyununu bozar, hem barışın yolunu açar, hem de “iki taraftan” da oy alarak kazanma şansını arttırır.

AKP, bunu beceremezse, bir zaferde kimlik arayan o zavallı insanlar daha epeyce acı çeker, Türkiye de bir barış şansını politikacıların akılsızlığı yüzünden bir kez daha erteler.

BAKIŞ ACISI 05.01.2011
Lale Kemal
Yeni ve eski Türkiye arasında sıkışmış dış politika

Türkiye’de tabu konular artık konuşuldukça ne çok dikenli konuyu halının altına süpürdüğümüz de ortaya çıkıyor. Halının altından tozları attıkça adeta boğuluyoruz. Ama aydınlık bir gelecek kurmak istiyorsak bu kir, pastan arınmamız gerekiyor. Bakıyoruz; Kıbrıs sorunu, Ermeni soykırımı iddiaları, Kürt sorunu, PKK ile 26 yıldır süren savaş hali bizi tüketmiş, tüketmeye devam ediyor. Bu sorunlarla yüzleşmemişiz, şimdi yüzleştikçe geçmişte yapılan hataların bedelini ağır bir şekilde ödemekte olduğumuzu görüyoruz.

Önceki gün, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, Türk toplumu olarak içimizdeki derin güvensizliği aşmamızı da öğütlediği, 180’e yakın Türk büyükelçisine hitaben yaptığı konuşmayı dinlerken, ne çetin sorunlarla mücadele etmemiz gerektiğini düşünmeden edemedim. Bu sorunların hepsi, hesap verme sorumluluğu olmayan atanmışların ve onların işbirlikçisi siyasilerin başımıza ördüğü çoraplar aslında.

Davutoğlu, “Eğer yeni bir düzen kurulacaksa o düzenin temel taşını atan ülkelerin başında geleceğiz. Buna hakkımız var, buna tecrübemiz var, buna gücümüz de yeter. Bu kadar iddialı bir söylem dile getirdiğimizde hemen tepki veriliyor: ‘Gücünüz yeter mi,’ evet, yeter. Bize yerleştirilmek istenen aşağılık kompleksini yıkacağız... Bize biçilen gömlek, artık dar gelmektedir,” derken hem kendisini dinleyen elçilere hem de kamuoyuna özgüven aşılamaya çalışıyordu.

AK Parti hükümeti ve onun Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Türkiye’nin ayak bileklerine takılan prangalarından kurtulması için mücadele veriyor, bunu kabul etmek zorundayız. Pazartesi günkü Ankara toplantısında elçilere dağıtılan ve Türk dış politikasının geniş ve derin bir analizinin yapıldığı 155 sayfalık kitapçığı ayrıntılarıyla okuduğumda, Türkiye’nin oyun kurucu bir ülke haline gelmesi için devlet içindeki illegal yapılanmaları tamamıyla temizlemesi ve gerek askerî gerekse onun sivil uzantıları olan vesayetçi anlayışı sonlandırmasının şart olduğunu yine idrak ettim.

Türkiye, iç politikada olduğu gibi dış politikada da, eski Türkiye’nin köhnemiş sorunları ile baş ederken demokratikleşmek isteyen yeni Türkiye arasında sıkışıp kalıyor. Yeni Türkiye, örneğin, darbeci zihniyetin kendisine miras bıraktığı Kıbrıs sorunu yüzünden, demokratikleşme projesi olan AB’ye üyelik müzakerelerinde tıkanmış durumda.

ABD ile ilişkilerindeki sıkıntıları aşmak için askerî olanaklarını sunarak, bu ülke açısından “Vazgeçilmezliğini” kullanma arayışında. Diğer bir deyişle, onlarca yıl diplomasi yoluyla çözmek yerine silahlı gücünü sopa gibi gösterip halının altına süpürülen sorunlarını çözmekte tıkandıkça askerî olanaklarını sunmak zorunda kalıyor.

Sözkonusu kitapçıkta bakın, ABD yönetimi ve yine Türkiye aleyhine dönen Kongre ile ilişkiler konusunda tesbit yapılıp, sorunlardan çıkış noktaları ve olası senaryolar nasıl sıralanıyor:

“Yeni ABD dış politikasında, son yıllarda yaşanan gelişmelerin de etkisiyle, ülkemizi Yeni Etki Merkezleri (ECI) arasında kabul etme, çok yakın müttefikleri tanımlarken AB ve NATO gibi kurumsal atıflar dışında, Türkiye’yi Çin, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika gibi ülkeler arasında mütalaa etme eğiliminin yerleşmekte olduğu görülmektedir. Başka bir deyişle, Türkiye algılamasında bir “dualite” ortaya çıkmıştır. Bu dualite, bir yandan bölgesel ve küresel ölçekte etkisi artan bir ülkeyi tanımladığı cihetle Türkiye açısından olumlu görülebilecekken, diğer yandan ABD için zaman zaman sorunlu ve kendisinden farklı hareket eden güç merkezlerini ifade etmesi bakımından olumsuz bir çağrışım yapmaktadır. Bu itibarla, ‘ülkemizin ABD’nin müttefiki ve NATO’nun bir parçası olduğu’ vurgusunun gözden kaçmamasına özen gösterilmesinin sağlanması gerektiği değerlendirilmektedir. Öte yandan, Başkan Obama’yı ve yönetimi sıkıştırmak saikiyle hareket edecek Cumhuriyetçilerin, İsrail, İran ve son dönemde gelişen ilişkimiz ve ortak tatbikatlar nedeniyle ABD’de belirgin bir rahatsızlığa yol açtığı gözlenen Çin Halk Cumhuriyeti ile temaslarımızı ve NATO içindeki tutumumuzu dikkatle izleyerek, gelişmelere göre, Kongre’de ülkemize ilişkin havanın daha bozulmasına yönelik bir kampanya başlatmaları ve bu kampanyanın Ermeni karar tasarısı dâhil aleyhimizdeki tasarıların, söylemlerin zemin kazanmasına yol açması olasılığının da ihmal edilmemesi gerektiği düşünülmektedir.”

Kitapçıkta, ABD ile yukarıda belirtilen sorunların aşılmasında Türkiye’nin “vazgeçilmezliği” tezinin kullanılması da şöyle öngörülüyor:


“ABD’nin Afganistan ve Irak’ta yürütmekte olduğu operasyonlar ve geri çekilme bağlamında, ülkemizin özellikle Habur sınır kapısı, İncirlik Üssü ve Türk hava sahasının kullanımı çerçevesinde sağladığı lojistik desteğin, bu ülke için hayati öneme haiz olarak değerlendirildiği bilinmektedir. Bu itibarla, ülkemizin ABD için ‘vazgeçilmez müttefik’ olarak görülmesini sağlayan sözkonusu imkân ve kabiliyetlerimizin, ABD ile ilişkilerimizin daha somut işbirliği temelinde geliştirilmesinde kullanılması...”


Dış politikanın doğası gereği, ülkeler birbirlerine karşı ellerindeki kozları kullanırlar, bunda bir acayiplik yok. Önemli olan ülkeyi sürekli zafiyete uğratan dolayısıyla da ödün vermek zorunda bırakan sorunları çözme kapasitesine sahip güçlü devlete dönüşmek, prangalardan kurtulmaktır.

ÖTE TARAFTAN 05.01.2011
Ümit İzmen
Enflasyon, faizler ve değişim

2011 yılı ekonomide iyi haberlerle başladı. Enflasyon beklentilerin altında geldi; faizler gerilemeye devam etti; ihracat hedefi aşmış gözüküyor.

2011 yılına ilişkin belirsizlikler ve riskler azalıyor. Ekonomide öngörü ufku uzuyor. Bu, yatırım ve üretim kararlarının daha rahat alınabileceği bir çerçeve sağlıyor. Bu olumlu çerçeve, yılın kalanında ekonomik performansı daha da iyileştirecek.

Ekonomide beklentiler, geleceği şekillendirmede çok etkili oluyor. Geleceğe ilişkin değerlendirmelerin olumlu olması, kendi kendini doğrulayan bir kehanete dönüşüyor. Eğer işlerin açılmakta olduğunu düşünüyorsanız, talebin artacağını bekliyorsanız, daha fazla üretiyorsunuz ve büyüme hızı böylece yükseliyor.

2008 yılında başlayan iç karartıcı atmosferden kısa sürede kurtulmuş olmak bu yüzden iyi. Birçok gelişmiş ülkede küresel krizin neden olduğu kasvet hâlâ devam ediyor. Türkiye ise yeniden büyüme sürecine döndü ve krizle birlikte bozulan makroeknomik göstergelerini düzeltti. Bunun yanı sıra, bazı yapısal bozuklukların giderilmesinde de mesafe alındı.


Türkiye’nin kısa vadedeki ekonomik performanstan bağımsız olarak bazı yapısal sorunları var. Bunların başında enflasyon geliyor. Hatırlarsanız, krizle birlikte enflasyon oranı yüzde 4,7’ye kadar gerilemiş ancak sonra yeniden yükselmeye başlamıştı. Dünya ekonomisinin toparlamaya başlaması, uluslararası piyasalarda emtia fiyatlarının yükselmesi ve içerde tarım fiyatlarındaki artış, krizle birlikte enflasyonla mücadelede sağlanan başarının kalıcı olmasını engellemiş ve enflasyon yeniden yüzde 10’a doğru yükselmişti.

Aralık ayında enflasyonun yeniden yüzde 6,4’e gerilediğini gördük. Bu gerilemede gıda fiyatlarındaki düşüş önemli oldu. Temel harcama grupları itibariyle bakınca, birçoğu yüzde 6,4’lük enflasyon oranının da altında. Hatta haberleşme ve eğlence harcama gruplarında fiyatlar bir sene öncesinin altında. Sağlıkta neredeyse artış olmamış. Eğitimde yüzde 4’ün biraz üzerinde bir fiyat artışı var. Sonuç olarak, halkın gündelik hayatında karşı karşıya olduğu enflasyon, gıda fiyatları dışında ciddi bir problem olmaktan çıkmış durumda.

Fiyat gelişmelerinin 2011’in ilk aylarında bu olumlu eğilimi sürdürmesi şaşırtıcı olmayacak. Hatta enflasyon oranının yüzde 5’in altına indiğini göreceğiz.


Enflasyondaki gerilemenin yanı sıra, Türkiye’nin ikinci bir yapısal sorunu olan yüksek faiz oranlarının da aşağı indiğini görüyoruz. Yüzde 7’ye kadar gerileyen faiz oranları, Türkiye’nin yatırım ortamında ciddi bir değişiklik getirecek.

Geçmişte, faiz oranlarının çok yüksek olduğu bir ortamda, fonlar yurtiçinde üretimi finanse etmektense kamunun borçlanma gereksinimine yöneliyor ve elinde birikimi olanların, üretimin taşıdığı riskleri üstlenmeden kolay para kazanmalarına yol açıyordu. Böylece üretken yatırımlar için ayrılabilecek fonlar azalırken, ancak yurtdışından borçlanma imkânına sahip olan bir kesim kredi kullanarak yatırım yapabiliyordu. Faiz oranlarının düşmesi, kredi temin etmenin kolaylaşması, sermaye birikiminin yayılmasına imkân verecek. Reel faizlerin düşmesi, eskisi gibi sadece aşırı yüksek kârlılık oranları görülen alanlara değil, daha geniş bir alana yatırım yapılabileceği anlamına geliyor. Böylece, Türkiye, tarihsel olarak yüzde 4-5 seviyesine mahkûm olan büyüme hızını birkaç puan yükseltme imkânına kavuşacak.

Türkiye’nin üçüncü yapısal sorunu ise yüksek dış ticaret açığı ve cari işlemler açığı. Her ne kadar aralık ayına ilişkin ihracat performansı olumlu gözükse de, bu sorunun kısa vadede çözümü kolay değil. Son olarak faiz oranlarının düşürülmesi ve kısa vadeli kredi kullanımının caydırıcı hale getirilmesi için alınan önlemler, sıcak para girişini yavaşlatmayı amaçlıyor. Bu politika bileşiminin cari açıktaki yükselişi frenlemesi umuluyor olsa da, Türkiye’nin ihracat kapasitesinde yeni bir platoya geçmesi, ancak üretim yapısındaki değişimle mümkün olacak.


Enflasyon ve faiz oranları cephesinde ortaya çıkan yeni denge, Türkiye ekonomisinin sadece 1970’lerden değil, 2000’lerden de önemli ölçüde farklı olduğunu ortaya koyuyor. Bu fark, gelecek seçimler için iktidar partisinde ciddi bir oy kaybı olmayacağına işaret ettiği gibi, daha sonraki seçimlerde de partilerin ekonomi politikalarını oluştururken dikkate almaları gereken bir durum oluşturuyor.

YA DA 05.01.2011
Yasemin Çongar
Aslolan özgürlükse...

Diyarbakır Cezaevi’nde tahliye sevinci var: Hizbullah örgütünün toplam 188 cinayetten sorumlu tutulan üyeleri, yeni düzenleme kapsamında, on yıllık tutukluluk süresini doldurdukları için serbest kalıyorlar. Yakınları, davul zurnayla, tekbir getirerek karşılıyor onları. İnsanın, bakışları hiçbir duvara toslamaksızın, gözleriyle kendi çevresinde tam bir daire çizebilmesinin ne olduğunu unutmuş olmalılar. Onca zaman sonra, demir parmaklıkların, elektrikli çitlerin dışına çıkmak bir tür “mucize” gibi gelir herhalde insana; özgürlüğün ilk nefesleriyle ciğerlere dolan taze hava kim bilir nasıl çarpar.

Serbest kalanlardan biri Cemal Tutar; 98 ayrı eylemde 73 kişinin ölümünden sorumlu olduğu gerekçesiyle yargılanıyor. Bir diğeri, Edip Gümüş; 42 kişinin öldürüldüğü 35 ayrı eylemle ilişkisi olduğu iddiası var hakkında. Ve Rıfat Demir; Hizbullah’ın tetikçilerinden biri olduğu ve toplam 24 kişiyi öldürdüğü savıyla suçlanıyor. Üçü de on yıldır tutukluydu ve Yargıtay 9. Dairesi’nin kararıyla artık serbest. Aleyhlerindeki kuvvetli suç iddialarına ve tanıklıklara rağmen, henüz mahkûm olmadılar zira; davaları hâlâ bitmedi ve on yıl boyunca, kanunlar önünde “suçsuz” olmalarına rağmen yattılar içerde... Hakikatte ne olurlarsa olsunlar, masumiyet karinesi gereği hukuken “masum” iken, ömürlerinin tam on yılını dört duvar arasında geçirdiler.

Bu satırları yazarken ürperiyorum. Dört çocuk annesi Konca Kuriş’in kaçırılıp günlerce işkence gördükten sonra domuz bağıyla nasıl öldürüldüğünü hatırlıyorum çünkü. Tutar, Gümüş ve Demir gibi Hizbullah mensuplarının, Konca Kuriş gibi daha nice masum insanı katlettikleri yönündeki kuvvetli şüpheleri okudum, biliyorum.

Hatırladıkça ürperiyorum ve ürperdikçe, yumruklarımı sıkıp tırnaklarımı batırıyorum avucuma; yutkunuyorum; “Özgürlük kuraldır, tutukluluk istisna” diye fısıldıyorum kendime. Bu sözün kılavuzluğuna her zamankinden daha çok ihtiyacım var. Yüreğime ateş düşüren bir tahliye kararını, mantığımın soğuk elleriyle tutabilmemin tek yolu bu zira... Suçlu olduğu mahkeme kararıyla hükme bağlanmamış bir insanın, o insan kim olursa olsun, yıllar boyu “tutuklu” kalmasının vicdani yükünü hissetmedikçe, son 48 saatin tahliyelerini soğukkanlı karşılayabilmemiz zor.


Peki, hakkında mahkûmiyet kararı olmayan bir insanın uzun süre tutuklu kalması, “yargısız infaz” değilse nedir?


Böyle bakınca, Yargıtay’ın son kararıyla, Ergenekon, KCK, PKK, Hizbullah ve benzeri örgütlerle ilgili suçlarda, tutukluluk süresini on yılla sınırlaması, “yargısız infaz”a fiilen geçit vermek değilse nedir?

“Peki” diyor bizim gazetedeki bir arkadaş, “katiller serbest mi kalsın yani? Tecavüzcüler, mafya reisleri ellerini kollarını sallayarak dışarı mı çıksın? Mağdurların durumu ne olacak? Kurbanların aileleri ne yapsın? Sizin çocuğunuzu öldüren adam serbest kalıverse ne hissedersiniz?”

Yine ürperiyorum, yine fısıldıyorum kendime; “Aslolan özgürlüklerdir, koruma tedbirleri istisnadır.”

Evrensel hukuk, bir koruma tedbiri olan tutukluluğun “istisna” olduğu kabulünden hareket eder; Türkiye’de her ne kadar birtürlü tam saygı görmese de, “iç hukuk” hükmündeki Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, tutukluluk sürelerine kesin sınırlar getirmez; “makul sürede serbest bırakılma hakkı”nı savunur. Bu “makul süre,” her suçun, her davanın özgün koşullarıyla belirlenir ama, kimse kusura bakmasın, hakkında mahkûmiyet kararı olmayan birinin “on yıl” tutuklu kalmasını “makul” karşılayamıyorum ben; “on yıl” tutuklu kalmaya cevaz veren bir düzenlemenin adına “reform” demeyi anlayamıyorum.

Dünyanın birçok ülkesinde süren bir tartışma bu: Arjantin, örneğin, tutukluluk sürelerinin “makul” sınırları aşıp yargısız infaza dönüştüğü ülkelerden biri; Buenos Aires ve çevresindeki cezaevlerindeki nüfusun yüzde 75’i tutuklu, sadece yüzde 25’i hükümlü... Ama Türkiye’nin yüzünü döndüğü ve sözleşmelerle bağlandığı Avrupa’da tutukluluk süresinin sınırlanması, adaletin esasını oluşturuyor. Fransa’da çok özel durumlarda dört yıla kadar çıkabilse de, tutukluluk süresi prensipte azami bir yıl. Diğer ülkelerde de, tutukluluğun bir yılı aşmaması kabul görüyor; iki-üç yıllık tutukluluk hallerine özel davalarda rastlansa da, “on yıl” gibi aşırı uzun bir sürenin, Avrupa’nın asırlar boyu savaşlarla, Engizisyonla, Holokostla, Gulaglarla kanamış vicdanına sığması artık imkânsız.

Peki, on yıl sonra serbest kalan bir tutuklunun cezaevi kapısındaki sevinci, benim gibilerinin içini burkarken, ne yapmalı? Cevap belli. Tutukluluk sürelerini kısaltacağım diye yola çıkıp,”on yıl” gibi aşırı uzun bir süreyi “tavan” belirleyiveren adalet sistemimizi artık hakikaten işletmeye başlamak tek çaremiz.

Aslolan özgürlükse şayet, bizi kurtaracak olan tam kapsamlı bir yargı reformudur. Davaları hızlandıracak; Yargıtay’daki dosyaları azaltıp, hâkimlerin ve mahkemelerin sayısını arttıracak, Adlî Tıp gibi yardımcı kurumların işleyişini etkinleştirecek, kararları çabuklaştıracak bir reform yapmak zorundayız.


Onlarca insanın ölüm emrini vermesine karşın on yıldır ceza almayan katillerin aramızda gezmesini ancak böyle önleyebiliriz; haklarındaki hükmü beklerken, parmaklıklar arkasında yargısız infaza kurban ettiğimiz masumları ancak böyle kurtarabiliriz.
Azsonra Birazdan Şimdi Biz Türkiye'yiz.