Yeni MHP: Yüzde 80 ulusalcı yüzde 20 ülkücü
Partinin yeni vitrininde başka şahin isimler de var.
Listeleri Bahçeli hazırlıyor
YA DA 24.12.2010
Yasemin Çongar
AKP’nin takvimi, hayatın takvimi
Gazetelerin mutfaklarında çalışanların iyi bildiği bir kural vardır; her gün gazete yapmak, toplumsal hayatın takvimine bağlı kılar insanı. Kafanızda hazır manşetlerle başlayamazsınız güne, başlasanız öyle bitiremezsiniz, bitirseniz hayatı ve toplumu ıskalamış olursunuz. Günün haberini hayatın kendisi yapar.
Ömer Çelik’in, ilk işittiğimde beni yerimden zıplatan sözleri, toplumsal hayatın takvimi ile AKP’nin takvimi arasındaki farkı düşündürdü bana. Genel Başkan Yardımcısı Çelik, tanıdığım kadarıyla, sözünü tartmadan konuşan bir siyasetçi değil... Çelik’in, “Son özerklik tartışmalarını, resmî dilin iki dilli olması tartışmalarını, ben Türkiye’deki gerçek demokratikleşme sürecine, gerçek açık toplum arayışlarına suikast teşebbüsü olarak görüyorum” sözünü de, kelimelerin anlamını bilerek ve bir yandan, demokratikleşme sürecine sahip çıkarken, bir yandan da, demokrasinin evriminin “AKP’nin kafasındaki takvime” birebir uyacağını farz ederek söylediği hissine kapıldım. Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin Kürt siyasetçilerle yaptığı görüşmenin notlarını okumak da, doğrusu bu hissimi pekiştirdi.
Talabani’nin “anadil sorununun beş yıl içinde çözüleceği” mesajı, bugünkü sürmanşetimizde yer alıyor. Talabani, malum, Arapçanın yanı sıra Kürtçeyi de, sadece Kürdistan Özerk Bölgesi’nde değil, Basra’dan Bağdat’a her köşesinde “resmî dil” sayan bir ülkenin, gerilla liderliğinden gelme cumhurbaşkanı. Onun kuzeydeki soydaşlarıyla konuşurken verdiği “müjde”yi de, bu arka planı akılda tutarak okumak lazım.
Talabani, Ankara’daki devlet ve hükümet yetkililerinden işittiklerini, Kürt siyasetçilere, itidal ve iyimserlik telkiniyle anlatmış. Silahlı mücadelenin içinden gelen biri olarak, silahların artık susması gerektiğini söylemekle kalmamış; Ankara’nın da belli bir “takvim” çerçevesinde reform adımlarına hazır olduğunu iletmiş.
Bu takvim, esasen AKP’nin takvimi; Erdoğan’ın, 2011 genel seçimlerini kazanacağına olan güvenle, bir sonraki iktidar dönemi için yaptığı reform planlarını içeren bir takvim.
Ömer Çelik de kuşkusuz bu takvimden haberdar; bir sonraki Erdoğan hükümetinin, mesela okullarda Kürtçe ders için girişim başlatabileceğini, bu yönde yasal düzenlemelere gitmeye hazır olacağını biliyor. Ve muhtemelen “Daha oraya gelmedik” diye, “Hele bir seçimler olsun bitsin” diye düşünüyor. Yine muhtemelen, Türkiye’deki –kendi deyişiyle- “gerçek açık toplum arayışları”nı, siyasi açıdan gayet nazik gördüğü için, bu takvimi bozacak, sıkıştıracak, inkıtaya uğratacak ya da hızlandıracak müdahaleler istemiyor.
Bütün bunlar anlaşılabilir. Çelik, partisinin planlarına sahip çıkarken, bu planların bozulmasından ürkmekte kendince haklı; kaldı ki, bu planların “toplumsal yarar” gözettiğini kabul edersek, Çelik’in ve ona benzer düşünenlerin, “demokratik özerklik” ve “iki dilli devlet” tartışmalarına, “Acele etmeyelim, zamanlamaya dikkat edelim, dayatmacı olmayalım” gibi uyarılarla katılması da mubah olmanın ötesinde yararlı bence.
Ama... Hakikaten kocaman bir “ama” demek gerekiyor burada. PKK’nın ya da Demokratik Toplum Kongresi’nin “özerklik” ve “iki dillilik” konusunda, adeta yangından mal kaçırırcasına, oldubittilerle ilerlemesini eleştirmek başka... Türkiye’nin bu meseleleri, nispi bir olgunluk ve sükûnetle tartışmaya başladığı bir aşamada, tartışmanın kendisinden “suikast girişimi” diye bahsetmek başka.
Hiçbir söz, hiçbir tartışma ne kadar zamansız, ne kadar saçma, ne kadar tahrik edici de olsa bir “suikast teşebbüsü” diye damgalanmamalı bence. Demokratik özerklik tartışması kapsamında, bazı aktörlerin tavrını, üslubunu eleştirmek, “aşırı” bulduğunuz görüşlere karşı çıkmak başka... Çelik’in yaptığı gibi, bir yandan tartışmaya aslında katılırken, diğer yandan tartışmanın devamına “set çekmek” başka.
Evet, “demokratik özerklik” ve “iki dillilik” tartışması gündemimize, AKP’nin ve belki de Türkiye’nin genelinin takvimine uygun bir şekilde girmedi ama girdi; toplumsal hayat, bu meseleleri konuşmanın kıyısında bekleyen kesimleri sözün içine çekti. Çelik gibi demokratikleşmeden ve açık toplumdan yana konuşan bir siyasetçi, takvimlerdeki uyumsuzluğa rağmen buna sevinmeli... Ve biraz da, Türkiye’nin, özelde de Kürt coğrafyasının artan çoksesliliğine güvenmeli bence.
Sakin olalım. Elinden silahı bırakmaya ikna etmeye çalıştığımız insanlar konuşmaya başladıklarında, “suikast teşebbüsü” ile suçlamayalım onları. Bırakın konuşsunlar. Bırakın, konuşsun PKK. Nasıl olsa, başka konuşanlar ve konuşacaklar da var.
KUM SAATİ 04.01.2011
Ahmet Altan
Bir parti
Türkiye, dünyadan kopup, başını kabuğunun içine çeken bir kaplumbağa gibi kendi içine kapandığında siyaset de tam bir sahtekârlığa dönüyor.
İstisnasız tüm partiler hem kendi taraftarlarını hem de bütün ülkeyi kandırıyorlar.
Bütün partilere şöyle bir bakalım.
AKP, muhafazakâr Türklerle Kürtlerin partisi.
CHP, “laikliği” özgürlüğün tek ölçüsü sanan ya da öyle sanılmasını isteyen Türklerin partisi.
BDP, milliyetçi Kürtlerin partisi.
MHP, milliyetçi Türklerin partisi.
Bunların hepsi birbiriyle kavga ediyor.
Her parti, kendi kesiminin “çıkarının” diğeriyle çatıştığını vurgulayarak, yalnızca kendi seçmenlerini memnun edecek çözümler bulunduğunu ve o çözümleri aradığını söylüyor.
Büyük sahtekârlık da burada zaten.
Öyle bir çözüm hiç kimse için yok.
Birbiriyle dövüşüyormuş gibi görünen bütün bu partilerin taraftarlarının “çıkarı” aynı, hepsi için ayrı ayrı çözümler yok, hepsi için “ortak” bir çözüm var.
Avrupa Birliği’nin kendi üye ülkelerinin vatandaşları için belirlediği “kriterler”, buradaki bütün zümrelerin, sınıfların, ırkların, mezheplerin derdine derman olacak niteliklere sahip.
Kendi “seçmeninin” sorunlarını çözmeyi samimiyetle isteyen her parti, diğer “seçmenlerin” de dertlerini ortaklaşa çözecek formüllere yönelmek zorunda.
Çünkü dert aynı.
Hepsi özgür bir ülkede, kendi hayatlarını kendileri gibi yaşamak istiyorlar.
Yüzlerce yıldır aynı hedefe ulaşmak için mücadele eden insanlık bunun çözümlerini bulmuş, Avrupa Birliği de bunları madde madde sıralamış.
Dininde, dilinde, yaşam tarzında, devletin ve sana benzemeyen diğer vatandaşların karışmayacağı bir özgürlük alanına sahip olacaksın.
Kürt de, Türk de, Sünni de, Alevi de, Kemalist de, solcu da, sağcı da aynı özgürlüklerden yararlanacak, hiçbirinin özgürlüğü diğerinden farklı olmayacak, hiçbiri diğerini yasaklayamayacak.
Bunu hiçbir parti istemiyor.
Böyle geniş bir özgürlük alanı yaratmak, siyaseti herkesin özgür olduğu bir zemin üzerinde yapmak, yaratıcılık, zekâ, fikir, proje gerektiriyor.
Buna bizim siyasilerin çapı da, soluğu da, enerjisi de, yaratıcılığı da yetmiyor.
Herkesi birleştiren ortak bir çözüm yerine, herkesi birbirinden ayıran bir çözümsüzlük içinde kavga etmeyi, bu kavga sayesinde “kendilerine bir koltuk” bulmayı tercih ediyorlar.
AKP, Avrupa Birliği üyeliğini iyice savsaklıyor, dün Star gazetesinde Mehmet Altan’ın yazdığı gibi “rekabet faslını” açmak için kılını bile kıpırdatmıyor mesela, bu faslın açılmasının önünde hiçbir engel bulunmamasına rağmen bir tek hazırlık bile yapmıyor.
“Muhalefet” partilerinden ise bu konuda tek satır eleştiri duymuyorsunuz.
Duymuyorsunuz çünkü iktidarı da muhalefeti de bu sahtekârca kavgayı sürdürüp halkı kazıklamak konusunda hemfikir.
Onlar, baskısız, yasaksız bir Türkiye değil, baskıları ve yasakları kendilerinin yöneteceği bir Türkiye istiyorlar.
Hep birlikte, insanlığın ortak değerlerine sırtlarını dönüyorlar ve “birinin çıkarının” diğerinden farklı olduğunu söylüyorlar.
Eğer, “sol” laikliği tek özgürlük biçimi sanan budalaca bir körlüğe kapılmasa, bu ülkenin bütün ezilenlerine sahip çıkabilecek, laiklik de dâhil bütün çağdaş ölçüleri bu ülkeye getirecek, Kürt’ün diline, Sünni’nin başörtüsüne, Alevi’nin cemevine, Kemalist’in yaşam tarzına güvence verecek, herkesi aynı ortak “özgürlük” paydasında savunacak bir parti kurardı.
Biz, “çıkarların” çatıştığı değil, aksine bütün çıkarların birleştiği bir dönemden geçiyoruz.
Siyasi partilerin tümü bu gerçeği saklamak, “çıkarların çatıştığına” taraftarlarını inandırmak için sürekli olarak “psikolojik kışkırtmacılık” yaparak hamasi nutuklar atıyorlar, Kürt’ün dilinin Türk’ü de özgürleştireceğini, Sünni’nin başörtüsünün Alevi’nin cemevinin de garantisi olacağını, Kemalist’in yaşam tarzının güvencesinin muhafazakârın da yaşam tarzının güvencesi haline geleceğini söylemekten kaçınıyorlar.
Devletin yarattığı bütün baskıların kalkacağı büyük bir barış döneminin gerçekleşmemesi için çabalıyorlar.
Hâlbuki tarihte görülmemiş bir çıkar birliğinin kurulabileceği bir zamandan geçiyoruz.
Siyasetçiler ve medya, halkın bu gerçeği anlamaması için inanılmaz bir mücadele veriyorlar.
Onun için Avrupa Birliği konusunda hiçbirinden tek söz çıkmıyor.
Oradaki “özgürlüğün” halka gerçekleri göstereceğinden ödleri patlıyor çünkü.
Diğer Ahmet Altan Makaleleri:
- Sertlik ve zekâ - 05.01.2011
- Bir parti - 04.01.2011
- Sisif’in günlüğü - 02.01.2011
- Dindar ile muhafazakâr - 01.01.2011
- Küçük Prens - 31.12.2010
- Sokaktaki kadın - 30.12.2010
- Balyoz iddiaları - 29.12.2010
- İnsanoğlunun rızası - 28.12.2010
- Erkek kediler - 26.12.2010
- Eczacı hanım - 25.12.2010
- Talabani ve ümit - 24.12.2010
- Başka bir sorun - 23.12.2010
- İki dil - 22.12.2010
- Muhalefet - 21.12.2010
- Başbakan’ın anlamadığı - 19.12.2010