Muhalefetin sefaleti Ahmet Altan KUM SAATi 01 02 2011 salı
İşini iyi yapmayan adama güvenmem.
İşini iyi yapmayan, mesleğinin gereklerine uymayan adam bir yerde mutlaka çevresindekilerin başını derde sokacak bir “arızaya” neden olur.
CHP işini iyi yapmıyor.
Ana muhalefet partisi ama parlamentoyu gerektiği gibi kullanamıyor, sorunların üstüne gitmiyor, çözüm önermiyor, iktidarın geri adım attığı yerlerde onu teşhir edip düzelmesini talep etmiyor.
İşini iyi yapmadığı için de, “deliriyor mu bunlar” sorusunu sorduracak tuhaflıklara meyletmeye başlıyor.
Kılıçdaroğlu, “Menderes’in son döneminde bile yaşanmayan baskılar yaşanıyor” diyerek 27 Mayıs çağrışımlarıyla orduya göz kırpıyor, CHP’li milletvekilleri halkı sokağa çağırıyor.
Kılıçdaroğlu’nun yakındığı “baskılar” neler?
Menderes döneminde bile yaşanmayan ne tür baskılar yapıyor hükümet?
CHP, sadece bir tek baskıdan şikâyetçi.
“Ergenekon örgütüne” ve darbecilere yönelik hukuki baskı onları rahatsız eden.
Siz, CHP’nin Güneydoğu’da ortaya çıkarılan “toplu mezarlardan” yakındığını, bunların sorumlularının cezalandırılmalarını istediğini işittiniz mi?
KCK davalarıyla ilgili bir şikâyetleri oldu mu?
Hrant Dink’in devlet eliyle öldürülmesinde rol alanların bir an önce ortaya çıkarılmalarını istediklerine şahit oldunuz mu?
Balyoz darbesini eleştirdiklerini duydunuz mu?
Darbe planlarına karşı seslerini yükselttiklerini gördünüz mü?
Avrupa Birliği ile ilişkilerde hükümetin “fişi çekmekten” söz etmesini eleştirdikleri oldu mu?
Sayıştay Yasası’nı, ombudsmanlık yasasını, bu yasalarla askerî vesayete alan açılmasını gündeme getirdiler mi?
“Başkanlık” sistemi hayallerine ciddi bir cevap verdiler mi?
Bunların hiçbirini yapmadılar.
Muhalefet görevini yerine getirmediler.
Tam aksine Sayıştay Yasası’nı televizyonlara bağlanıp savundular, devletin “baskılarından” hiç yakınmadılar, cinayetlere, suikastlara, JİTEM’e, darbe planlarına aldırmadılar.
Tek dertleri Ergenekon.
Şimdi de 27 Mayıslara davetiye çıkarmaya çalışıyorlar.
Kafalarının bir yerinde hep ordu ve darbe laflarının bulunması boşuna değil, bu politikalarıyla halktan oy almaları hiçbir şekilde mümkün olmayacak çünkü.
Bu halk, kendisini ezecek bir darbeciliği savunan partiye oy vermez.
Eğer AKP, “içki, heykel, dizi” gibi tuhaflıklarla CHP’ye yardım etmese, bugün araştırmalarda CHP’ye verileceği görülen yüzde yirmi küsurluk oyu bile bulamazlar.
CHP’nin içinde sağduyulu, demokrat ve partisinin oy kazanmasını isteyen insanlar varsa durumu iyi analiz etmek zorundalar.
Bir kere şu kesin:
Eğer Türkiye, Kürt meselesi, askerî vesayet, AB ilişkileri, Kıbrıs sorunu gibi “rejimi” ilgilendiren büyük sorunlara sahip olmasa, AKP bu ülkeyi daha çok uzun süre tek başına yönetir.
Bu ülkede yaşayan insanların “gündelik” hayatlarını, başka hiçbir partinin yapamayacağı kadar iyi yönetiyorlar, zenginliği arttırıyorlar, yatırımları sürdürüyorlar, yollar, hastaneler, barajlar, okullar yapıyorlar.
Büyük sorunları olmayan bir ülkeyi çok iyi yönetecek kadroları var, “terlik giyiyor” diye alay edilen adam THY’yi dünya markası yaptı, bunu görmek bile yeter AKP’nin yöneticilik yeteneklerini anlamaya.
AKP’yle buralarda yarışamaz CHP.
Hastaneleri, “fakir” semtlerde ardı ardına açılan alışveriş merkezlerini, yapılan yolları gezerseniz AKP’nin neden böyle büyük oy aldığını anlarsınız.
AKP’nin “sorunu”, rejime ilişkin büyük olaylarda ortaya çıkıyor, kapasiteleri ve enerjileri bu sorunları çözmeye, bu çözümleri halka anlatacak formülasyonları bulmaya yetmiyor.
Bu büyük sorunlarda bir adım ileri atsalar, ardından korkup iki adım geriye kaçıyorlar.
AKP’nin muhalefet edilecek yanı, rejim sorunlarını çözmekte gösterdiği isteksizliktir, seçimi bahane ederek geri çekilmesidir, askerî vesayete yer açmasıdır, AB işini savsaklamasıdır, Kürt halkının haklarını inkâr etmesidir, Alevilerin haklarını vermemesidir.
CHP bu konularda ses çıkaramadığı, AKP’nin tutuculuğunu desteklediği için muhalefette “nefessiz” kaldı, bu yüzden de saçmalıyor, utanılacak biçimde Menderes benzetmeleri yapıyor, Ergenekon’un üstündeki “baskı” kalksın diye bağırıyor.
CHP bu politikasıyla kendini yok ediyor, Türkiye de kendisiyle birlikte yok olsun istiyor.
Göreceksiniz Türkiye, bu yok oluşta CHP’yi yalnız bırakacaktır.
Muhalefetin sefaleti - 01.02.2011
Mısır, başkanlık, cinayet - 30.01.2011
Ne yapıyorsun Başbakan - 29.01.2011
Başkanlık ve baş dönmesi... - 28.01.2011
İki tür muhalefet - 27.01.2011
Bu bir ordu değil... - 26.01.2011
Bu ne? - 25.01.2011
Zavallı CHP ve başka bir parti - 23.01.2011
Beyaz adam ve muhafazakârlar - 22.01.2011
Yaşayan cunta - 21.01.2011
2010’da darbe - 20.01.2011
Cinayet - 19.01.2011
Dava - 18.01.2011
Niye - 16.01.2011
Erdoğan ve kof kabadayılık - 15.01.2011
Altı ay - 14.01.2011
Böl ve yönet - 13.01.2011
Sarıkamış ve AKP - 12.01.2011
Ucube - 11.01.2011
Yasaklamak - 09.01.2011
Bir cumhuriyet batarken... - 08.01.2011
Şaşırdınız demek... - 07.01.2011
12 ve 10 - 06.01.2011
Sertlik ve zekâ - 05.01.2011
Bir parti - 04.01.2011
Sisif’in günlüğü - 02.01.2011
Dindar ile muhafazakâr - 01.01.2011
Küçük Prens - 31.12.2010
Sokaktaki kadın - 30.12.2010
Balyoz iddiaları - 29.12.2010
YA DA 01.02.2011 salı Yasemin Çongar Barack Huseyin Obama’nın ‘mübarek’ dönüşü
Biraz eskilere gidelim. Yer, ABD’nin üçüncü büyük şehri Chicago. Tarih, 2 Ekim 2002; 11 Eylül saldırılarının üzerinden bir yıl geçmiş, Başkan Bush’un Irak’ı işgale hazırlandığı günler... Kırk bir yaşındaki Amerikalı senatör, siyasi hayatının en parlak konuşmalarından birini yapıyor. Bu konuşmanın tarihe geçeceğini içten içe umuyor belki ama henüz bilmiyor. Bu konuşmanın tarihe geçmekle kalmayıp, senatörün siyasi hayatını, dolayısıyla da tarihin akışını değiştiren hızlı tırmanışın en önemli kilometre taşlarından biri olacağını hiç kimse bilmiyor.
Irak’ın işgaline, “bütün savaşlara değil, sadece aptalca savaşlara karşıyım” sözleriyle tavır alıyor senatör; ardından “kavga mı etmek istiyorsunuz Başkan Bush” diye sorup, cevabı “alternatif bir kavga” tarifiyle yine kendisi veriyor:
“O zaman Ortadoğu’daki sözde müttefiklerimiz olan, Suudların, Mısırlıların, kendi halklarını baskı altında tutmalarına, muhalefeti susturmalarına, yolsuzluğa, eşitsizliğe müsamaha göstermelerine ve ülkelerinin ekonomisini, gençliğin eğitimsiz, istikbalsiz, umutsuz bir kuşak olarak büyümesine yol açacak şekilde kötü yönetmelerine son vermek için kavga edelim.”
Aynı senatör, bu konuşmadan tam altı yıl sonra, Beyaz Ev’in ilk siyah sahibi olduğunda, Irak Savaşı’na baştan itibaren kesin bir dille muhalefet etmesinin kendisine “milyonlarca oy” şeklinde geri döndüğünü biliyordu kuşkusuz. Nitekim Başkan Obama, “başkomutan” sıfatıyla Irak Savaşı’nı bitirmeye yönelik adımlar atmaya başladığında, 2002’deki konuşmasının Irak bölümleri birçok kez hatırlandı, tekrarlandı. Ama hafıza-i beşer seçici bir şey; o konuşmanın, Mısır’daki baskı rejimini hedef alan cümlelerinin tozunu üflemek bugünlere kısmetmiş...
Obama ise, bu “üfleme” işini biraz fazla ağırdan aldı. Öyle ki, Amerikan resmî söylemi, Kahire, İskenderiye, Süveyş ve İsmailiye’den gelen isyan görüntülerinin “Mübarek rejiminin sonunu getirebilecek kuvvette bir halk hareketini” işaret ettiği anlaşılmaya başlandığında bile, “Mısır’da istikrar sağlamdır, Mübarek yönetimine desteğimiz sürüyor” çizgisinde kaldı. 2002’de Mısır’ın baskı rejimine karşı kavga verme çağrısı yapan Obama, Mısır halkı bu kavgayı vermeye başladığında, aklından ve kalbinden ne geçiyordu bilemeyiz ama Washington’dan dünyaya yayılan mesajın, “varsa yoksa Mübarek” saçmalığından uzaklaşıp, “Mısır’ın barışçı yoldan, daha demokratik bir düzene geçiş yapmasından yanayız” şeklinde formüle edilebilmesi epey zaman aldı...
Geçtiğimiz pazar akşamı itibarıyla, ABD, Mısır’a yaklaşımında geç de olsa “mübarek” bir dönüş gerçekleştirdi gerçekleştirmesine, ama bu, Obama’nın Mısır halkı nezdinde telafisi zor bir itibar kaybına uğradığı gerçeğini değiştirmeyecektir. Bu “itibar kaybı” son haftanın olayları karşısında Washington’da yaşanan “akıl ve dil tutulması” ile pekişse bile, esasen Obama yönetiminin iki yıllık uygulamalarının sonucu.
Bush döneminde, Irak Savaşı’na paralel olarak yükseltilen, temelsiz ve desteksiz “Arap dünyası demokratikleşsin” söylemi, Mübarek’i kızdırmıştı; Kahire ile Washington oldukça mesafeli dört-beş yıl geçirdiler. Obama ise, bence doğru bir kararla, Mısır’ın Arap ve İslam âlemi açısından ağırlığını bilerek hareket etti ve 2009 haziranının ilk günlerinde, İslam âlemine seslenen “yeni başlangıç” temalı tarihî konuşmasını Kahire’den yaptı. Ama sadece, Amerika’daki İslamofobinin ve İslam âlemindeki anti-Amerikanizm’in aşılmasını ima eden bir “başlangıç” değildi o konuşmanın konusu. Zaten Obama, Kahire’den önce Ankara’ya gelmiş ve “İslam’la savaşmayız” mesajını, buradan dünyaya vermişti. Amerikan Başkanı’nın Kahire’deki konuşmasının en önemli bölümlerinden biri, “demokrasi” üzerineydi ve her ne kadar metindeki hâkim vurgu “diktatörlerin eleştirilmesine değil, yurttaşların yüceltilmesine” yapılsa da, şu sözler, Obama’nın evsahibi konumundaki Mübarek’i muhatap alıyordu kuşkusuz:
“Dünyanın neresinde olursa olsun, halkın kendi kendini yönetmesinin iktidardakiler açısından tek bir standardı vardır: Baskıyla değil halkın onayıyla işbaşında kalacaksın; azınlıkların haklarına saygı duyacaksın; siyasi sürece hoşgörü ve uzlaşma ruhuyla katılacaksın; halkının çıkarlarını ve siyasetin meşru işleyişini kendi partinin üzerinde tutacaksın.”
Obama’nın bu konuşması, sadece Mısır’ın sesi kısılmış “laik” demokratları arasında değil, ülkenin en büyük muhalefet örgütü olan yasaklı Müslüman Kardeşler’in dindar tabanı ve kadroları arasında da etki yaptı; babası Afrikalı bir Müslüman olan yeni Amerikan Başkanı’nın, Kahire’ye gelip İslam’a saygıdan ve halkın iradesinin üstünlüğünden söz etmesini, “laf ü güzaf” diye bir kalemde geçiştirmedi Mısırlılar, dinlediler ve Obama’nın, bu sözlerin gereğini yapacağını umdular.
Yanıldılar! ABD yönetimi, biraz Müslüman Kardeşler korkusundan, biraz İsrail’in baskısından, biraz da iç siyaset ve mali kriz, Beyaz Ev’de yaratıcı dış politika inisiyatifleri geliştirip, savunacak güç bırakmadığından, Mısır politikasında tam anlamıyla çuvalladı. Başkan Obama ve Dışişleri Bakanı Clinton, sadece mensup oldukları partinin adı gereği büyük harfle değil, küçük harfle de “demokrat” olan kişiliklerinin, duruşlarının gereğini Mısır’la ilgili politikalarına yansıtmadılar, yansıtamadılar.
Öyle ki, geçen kasımdaki genel seçimlerin “adil” ve “serbest” yapılmasını gözetmeye dönük somut bir talep bile yükselmedi Washington’dan... Obama yönetimi, seçimlerde “Mısır halkının değil, Mübarek’in yanında” yer aldı; siyasi yasaklara, binlerce düşünce mahkûmuna, aşikâr seçim hilelerine, sandığa gidilmeden hemen önce yoğunlaşan basın sansürüne ve tutuklamalara, bağımsız seçim gözlemcilerine izin verilmemesine aldırmadı; Mübarek’in partisinin ancak baskı rejimlerinde rastlanan büyüklükte bir “zafer” daha kazanmasına ses etmedi. Hemen ardından da, 1,3 milyar dolarlık askerî yardım paketini Kongre’den geçirdi.
Şimdi, Mısırlıların “Mübarek gitmedikçe eylem bitmez” diye direttiği ve Muhammed El Baradey’in “muhtemel geçiş dönemi lideri” olarak belirdiği bir ortamda, Mısır politikasında nihayet “U” dönüşü yapmaya başlayan bir Obama yönetimi var karşımızda... Televizyona çıkıp, “Mısır’daki isyanın arkasında Amerika var” diyenlere ise sadece gülebiliriz.
Obama’nın ‘mübarek’ dönüşü - 01.02.2011
Hakiki dehşetlerin peşinde bir dua kitabı - 29.01.2011
Anayasa ve başkanlık - 26.01.2011
‘İvedikler Savaşı’ değil, demokrasi mücadelesi - 25.01.2011
Küçük tesadüflerden mütevazı mucizelere... - 22.01.2011
Darbe bavula sığmıyor - 21.01.2011
Davacı başbakan, inatçı hakikat... - 18.01.2011
Hayatlarımızın üzerine örtülen o ince tül - 15.01.2011
Lübnan’daki hayalet - 14.01.2011
‘Yerüşalim’i Yahudileştirmenin sonu - 11.01.2011
Öldürülecek romancının emekli tanrıları - 08.01.2011
Mezar yazısı - 07.01.2011
Aslolan özgürlükse... - 05.01.2011
Pacta sunt servanda - 04.01.2011
En yabani hallerimiz ve insan etinin ıslahı - 01.01.2011
Hainleri sevmem ama ihaneti severim - 25.12.2010
AKP’nin takvimi, hayatın takvimi - 24.12.2010
Hayırlı bir tartışma: Demokratik Özerklik - 22.12.2010
Kısmen sakat, kısmen bebek, kısmen aziz - 18.12.2010
İki dilli yaşamak - 17.12.2010
Hayata sığmayan adam - 15.12.2010
Öcalan ve öncelikler - 14.12.2010
Hayatın gevşek ilmekleri ve tek elli bir piyanist - 11.12.2010
Cop, yumurta ve Vargas Llosa - 10.12.2010
WikiLeaks’in terapi koltuğu - 08.12.2010
Cesur yeni dünyamız - 07.12.2010
Kaybettiklerimizin şeklini alan boşluktur hayat - 04.12.2010
Tek çıkış kapısının üzerinde ‘hata’ yazıyorsa - 27.11.2010
Gazeteciliğin utancı, edebiyatın şaheseri - 20.11.2010
Türkiye’de eşcinsel olmak - 16.11.2010
OKYANUS ÖTESİ / WASHINGTON 01.02.2011 Evrim Bunn Ortadoğu’da değişim
Söze başlamadan önce izninizle bu haftaki yazımı bugün 60. yaşını dolduran anneme ithaf ediyorum.
Geçen haftaki yazımı bitirirken Ortadoğu’da ve dünyada değişim başladı ama bu değişimin baş aktörleri bomba, silah, savaş değil halkların iradesi ve ekonomik güç demiştim. Ortadoğu’da halkın iradesine ben kendi yaşamım süresince ilk defa bu kadar yakından şahit oldum.
Üniversitelerde, düşünce kuruluşlarında, resmî açıklamalarda sürekli duyduğumuz bir tartışma vardır: “Arap dünyasında demokrasi.”
Arap dünyasında demokrasinin bu zamana kadar modern ve Batılı devletlerin teşvikiyle geleceği görüşü vardı. Sanki Avrupalı ve Amerikalı liderler destek çıkmasa bu ülke halkaları kendi başlarına demokrasiyi keşfedemezmiş gibi. Demokrasi yaymak adına fetihler yapıldı, liderler devrildi, halklar bölündü. Tüm bu çabaların altında Arap halkına duyulan güvensizlik yatıyordu ve bu durum hâlâ geçerliliğini koruyor.
Mesela Batılı liderler Arap dünyası ile ilişkilerin geliştirilmesini, çeşitli Arap ülkelerinin liderleri ve kraliyet aileleri ile yakın ilişki içinde olmaktan ibaret sayar. Mesela ABD başkanı Arap kralı ile el ele yürür. Bunun ilişkilerin ve işbirliğinin süper olduğu şeklinde yorumlanması beklenir.
Ya da Arap ve Batılı liderler Arap dünyasındaki fanatiklere karşı ortak mücadele içinde olduklarını duyururlar. Yani toplumun en üst tabakasıyla aşk yaşayıp, en alttaki marjinal, dinci kesimi de düşman ilan ederek Arap dünyasına demokrasi getirilmeye çalışılır.
Peki ya orta tabaka?
Avrupalı ya da Amerikalı liderler ne zaman yaklaşık 220 milyon nüfuslu Arap halkının isteklerini, ihtiyaçlarını gözönüne aldı. Bu halk “sözde kendi iyilikleri için yapılan savaşlarda yitip gitti”, sözde kendi gelişimleri için yapılan yardımlardan zararlı çıkan taraf oldu.
Nasıl mı?
Amerika’nın Mısır’a sadece 2010 yılında yaptığı askerî yardım 1 milyar 300 milyon dolar değerinde. Bu paralarla Mısır ordusuna tank tüfek alındı. Mısır’ın tank ve tüfekleri bu zamana kadar Mısır halkının tepesinde balyoz gibi sallanırdı (ta ki geçen haftasonu askerler halkın protestolarına destek çıkana kadar).
Bir düşünün Amerikan malı tanklarla, Mısır halkının üzerine ateş açılsa ve yüzlerce demokrasi isteyen Mısırlı genç oracıkta hayatını kaybetse bu Amerika için ne anlama gelir?
Mısır halkı belki de Tunus halkı gibi şanslı olamayacak. Belki de Mısır’ı 30 yıldır demir yumrukla yöneten Hüsnü Mübarek, Tunuslu Zeynel Abidin Bin Ali gibi pılısını pırtısını toplayıp ülkeyi terk etmeyecek ama ne olursa olsun Mübarek de kendisi gibi düşünen ve yöneten tüm diğer bölge liderleri de halkın iradesinden çekinmek gerektiğini anladı.
Aynı şey Batılı liderler için de geçerli. Davos’ta lüks içinde oturup ne olacak ekonominin hali diyen, Tunus’taki olayları ellerinin tersiyle itip aman ekonomiye etkisi olmaz diyen işadamları, elit, ve liderler de gördü. Mısır’da olaylar patlayınca borsa düştü. Borsanın düşmesi ekonominin çökmesi demek değil tabii ki ama en azından halkın iradesinin nelere kadir olabileceğinin güzel bir göstergesi oldu bu.
Üstelik tüm bu olayların ekonomik bunalım çıkışlı olduğunu unutmayalım. Mısır’da halkın neredeyse yarısı günde iki dolardan az parayla yaşıyor.
Tunus’taki halk olayları da üniversite mezunu bir seyyar satıcı gencin, polisin sebze arabasına el koymasına kızıp kendini yakmasıyla patlak vermişti.
Belki de o gencin ailesine madalya verip, mezarını da anıt mezar haline getirmek lazım ki demokrasi isteyen halk, anıt mezara gidip dilek kurdeleleri bağlayabilsin ağaçlara.
Herkes şunu tartışır oldu: Amerika ne yapmalı?
Öncelikle Amerika demokrasi isteyen halka destek çıkmalı. Arap ülkelerinde liderler ve kralların sırtı sıvazlanacağına halkın elinden tutulmalı. Başkan Barack Obama ve Dışişleri Bakanı Hillary Clinton Arap ülkelerinde çoğu liderin ne kadar baskıcı, ne kadar yolsuz olduğunu iyi bilir. Bu gerçeği görmezden gelmenin sonu geldi artık. Yarın öbür gün Çin’de halk ayaklanması yaşandığı zaman Başkan Barak Obama Hu Jintao’yu krallar gibi ağırladığı için utanmayacak mı?
Amerikan yönetimi de Hüsnü Mübarek’e “bölgede istikrar” adına sahip çıkmaya çalışırsa bence dış politikada büyük hata yapmış olur. Mısır halkı Mübarek ailesine değişilemez.
Ortadoğu’da değişim - 01.02.2011
Ye kürküm ye! - 25.01.2011
Suikast deliliği - 18.01.2011
2010’a bakış ve Anayasa - 11.01.2011
Guantanamo - 28.12.2010
Son dakika çelmesi - 21.12.2010
Zarif kadınlar - 14.12.2010
İsrail ve İran - 07.12.2010
Türkiye’nin bağlılık testi - 23.11.2010
Türkiye’yi kim istemedi - 16.11.2010
İran’ın tercihi - 09.11.2010
Seçimler ve politika - 02.11.2010
ATC ve İran - 26.10.2010
Aşkla iş yapmak - 19.10.2010
Amerika’da başörtüsü - 12.10.2010
Talihsiz ziyaret - 05.10.2010
Cinderella ve balkabağı - 28.09.2010
Washington AKP’yi takipte - 21.09.2010
Amerika ve sağduyu - 14.09.2010
Barış görüşmelerine ‘ev’de devam - 07.09.2010
Dersimiz Ortadoğu - 31.08.2010
Ortadoğu tangosu - 24.08.2010
Yine İran, yine İsrail - 17.08.2010
Büyükelçi’ye Ermeni engeli - 10.08.2010
Gazeteciyi korumak ve Wikileaks - 03.08.2010
Ekonomi ve siyaset - 27.07.2010
Sıra Karadeniz’e gelmesin - 20.07.2010
Ayıp oldu CNN - 13.07.2010
Washington’da beklenen görüşme - 06.07.2010
Washington’un Ankara’dan beklentisi - 29.06.2010
Yeniden başlamak - 22.06.2010
Washington’da gergin hafta - 20.06.2010
Al ve Tipper Gore - 15.06.2010
Washington AKP’ye kızgın - 08.06.2010
İstifa sanatı: Medya ve siyaset - 01.06.2010
Misafire ev işi yaptırmak - 25.05.2010
http://kutuphane.akparti.org.tr