Azsonra Birazdan Şimdi Biz Türkiye'yiz. MarmaraYenikapı Ahsarla #etiket

2 Şubat 2011 Çarşamba

Okuduğumuzu anlamıyoruz 02 02 2011 çarşamba

Okuduğumuzu anlamıyoruz  Taraf istanbul  02 02 2011 çarşamba

PISA 2009 sınav sonuçlarına göre Türkiye sosyoekonomik statü farklarının eğitime en çok yansıdığı ülkelerden biri.

ERG: Bu duruma özel müdahale gerek

OECD tarafından 65 ülkeden 15 yaşındaki öğrencilerin katılımıyla gerçekleşen PISA 2009 sınavının sonuçlarına göre Türkiye, toplumsal dezavantajların öğrenci başarısı üzerinde en etkili olduğu üç OECD ülkesinden birisi. PISA sonuçlarına göre Türkiye’de 15 yaşındaki öğrencilerin yüzde 25’i okuduğunu anlayamıyor ve yüzde 42’si basit matematiksel problemleri çözemiyor. Diğer yandan sosyoekonomik statü açısından en alt çeyrekte bulunanlarla en üst çeyrekte bulunanlar arasındaki “başarı uçurumu”, Türkiye’de birçok ülkeye göre daha derin. Türkiye’de ayrıca farklı sosyoekonomik kökenlerden gelen öğrencilerin birarada eğitim aldığı ve eşit fırsatlara sahip olduğu “karışık okullar” azalıyor. Avantajlı öğrenciler avantajlı okullara, dezavantajlı öğrenciler dezavantajlı okullara gidiyor.

Aralık 2010’da açıklanmış olan PISA 2009 sonuçlarını eğitimde eşitlik açısından değerlendiren Eğitim Reforrmu Girişimi (ERG)’nin Yürütme Kurulu Üyesi Prof. Dr. Ziya Selçuk, “Eğitim sistemimiz, toplumsal eşitsizlikleri gidermek yerine derinleştiriyor. Okullararası kalite farkları ve rekabetçi sınav sistemi, eğitimde amaçlarla araçların yer değiştirmesine neden oluyor. Sosyoekonomik gruplar arasındaki başarı uçurumu, özel müdahaleleri zorunlu kılıyor”dedi.


Puan arttı ama...

OECD’nin üç yılda bir düzenlediği PISA testlerinin sonuncusu ile ilgili rapor geçen aralık ayında açıklandı. Rapora göre Türkiye okuma, matematik ve fen alanlarında yapılan testlerde 22-23 puanlık artışlar elde etti, ancak OECD ülkeleri arasındaki sıralamasında herhangi bir gelişme sağlayamadı. PISA sonuçlarını eğitimde eşitlik bakış açısıyla değerlendiren ERG şu tesbitleri yaptı: Puan artışları Türkiye’de temel yeterlik düzeyinin altında kalan öğrenci sayısının azalmasından kaynaklanıyor. 2006’da uygulamaya Türkiye’den katılan öğrencilerin yüzde 32’si okuma testinde, yüzde 52’si de matematik testinde temel yeterlik düzeyinin altında kalırken, bu oran 2009’da sırasıyla yüzde 25 ve yüzde 42’ye düştü. İlerlemeye rağmen Türkiye’de 15 yaşındaki öğrencilerin yüzde 25’inin okuduğunu anlayamaması ve yüzde 42’sinin basit matematiksel problemleri çözememesi düşündürücü.


Üstün performans yok

Temel yeterlik düzeyinin altında kalan öğrenci sayısı azaldığı halde üstün performans gösteren öğrenci sayısının azlığı ve puan artışına rağmen artmıyor olması da dikkat çekici. PISA testlerinde en yüksek iki düzeyde puan alan öğrenciler “üstün performans gösteren öğrenciler” olarak tanımlanıyor ve bu öğrencilerin gelecekte yeni bilgi ve teknoloji üretimine katkıda bulunabileceği varsayılıyor. Ancak PISA 2009’a Türkiye’den katılan öğrencilerin okuma testinde yüzde 1,8’i, fen testinde ise yüzde 1,1’i üstün performans gösterebildi. OECD ülkelerinde ise öğrencilerin yüzde 8’i üstün performans gösteriyor. Bu durum, Türkiye’de eğitim sisteminin küresel rekabet gücüne katkısı ve çocukların potansiyellerini ortaya koyma kabiliyeti üzerine derin soru işaretleri oluşturuyor.

PISA testlerinden eğitimde eşitlik alanında elde edilen sonuçlar da çarpıcı: Sosyokonomik statü açısından kıyaslandığında en alt çeyrekte bulunan öğrenciler en üst çeyrekte bulunanlara göre ortalama 92 puan daha fazla alıyor. Oysa puan farkı, Finlandiya’da 61, Hırvatistan’da 73.


Başarıda statü farkı

Türkiye’de öğrenci başarısındaki farklılaşmanın yüzde 19’u doğrudan öğrenciler arasındaki sosyokonomik statü farklarıyla açıklanıyor. Bu, Macaristan ve Belçika’dan sonra OECD ülkeleri arasındaki en yüksek değer. Ayrıca bu değer 2006’da yüzde 13,1 iken 2009’da altı puan yükselmiş durumda. Bu çocuğun içinde bunduğu sosyokonomik koşulların okul başarısı üzerindeki belirleyiciliğinin son üç yılda arttığını gösteriyor.


Okullar ayrışıyor

PISA sonuçları, Türkiye’deki okulların sosyokonomik kökene göre ayrıştığını ortaya koyuyor. Sosyoekonomik statü açısından en alt çeyrekte bulunan öğrencilerin yüzde 64’ü dezavantajlı okullara giderken, yalnızca yüzde 7’si avantajlı okullara gidebiliyor. En üst çeyrekte bulunanlarınsa yüzde 64’ü avantajlı okullarda eğitim alıyor. Türkiye, karışık okulların sistem içindeki ağırlığının en az olduğu dört OECD ülkesinden biri. PISA sonuçlarında üst sıralarda yer alan Kanada’da dezavantajlı öğrencilerin yüzde 56’sı avantajlı öğrencilerin de yüzde 54’ü karışık okullara gidiyor. Oysa bu oranlar Türkiye’de yüzde 29 ve yüzde 27. Okulların sosyoekonomik kökenlere göre ayrışması, eğitimde eşitlik ilkesiyle doğrudan çelişiyor. MEB Talim ve Terbiye Kurulu Eski Başkanı ve ERG Yürütme Kurulu Üyesi Prof. Dr. Ziya Selçuk, sonuçlar ve değerlendirmelerle ilgili şunları söyledi: “Eğitim sistemimiz, toplumsal eşitsizlikleri gidermek yerine derinleştiriyor. Bu sorunun çözülebilmesi için eğitim sisteminin bir yandan eşitsizliği derinleştirici uygulamalardan arındırılması, diğer yandan da dezavantajlı koşullardan gelen çocuklara özel destek mekanizmaları sunulması gerekir.”


Popüler yatırım sonuç vermez

Prof. Dr. Selçuk, PISA sonuçlarının eğitim sisteminin durumunun teşhisi ve uzun erimli politikaların geliştirilmesi için kullanılması gerektiğini vurguladı: “Kimi zaman gündemin ilk sırasına yerleşen PISA uygulaması, bazı ülkelerde travmatik etkiler yaratabilmektedir. Bunun sonucunda birçok ülke, eğitim sistemlerinde popüler değişikliklere gidebilmektedir. Ancak, sınıf mevcutlarının azaltılması, öğretmen ücretlerinin yükseltilmesi, okulların eğitim teknolojileriyle donatılması gibi hiçbir popüler yatırımın sistemi iyileştirmeye yetmediği de görülmektedir.




Ahmet Altan Diktatörlükler KUM SAATi 02 02 2011 çarşamba

Marksizm, toplumu doğanın parçası olarak gördüğünden toplumsal “değişimleri” de doğanın kanunlarıyla açıklamaya yatkındır, o yüzden genç sosyalistlere “devrimin” oluşumunu iyi kavrayabilmeleri ve çabuk ümitsizliğe kapılmamaları için çok bilinen bir fizik kuralı anlatılır.


“Su, yüz dereceye kadar sıcaklığı artsa da hep aynı gözükür, yüz dereceye geldiğinde aniden biçim değiştirir ve buharlaşmaya başlar.”

Tunus, Mısır, Ürdün yıllardır “hep aynı görünürken” bir gecede aniden ayaklanmalarla karşılaşıverirler.

Burada bir soru karşımıza çıkar.

İnsanın dışındaki diğer canlıların yaşam biçimleri milyonlarca yılda değişirken, onlar için “suyun kaynaması” böylesine uzun sürerken, insanların hayatları nasıl bu kadar süratli değişir?

Elli yıl önceki zürafalar bugünkü zürafalar gibi, gergedanlar bugünkü gergedanlar gibi yaşarken nasıl oluyor da insanın hayatı elli yıl önceye kıyasla böylesine hızlı ve büyük değişimlerden geçmiş oluyor?

Aynı kanunlara tabilerse değişim hızları neden böylesine farklı?

Cevap, aralarındaki en büyük farktadır.

Hayvan alet yapamaz, insan alet yapar.

Kullandığın alet hayatını değiştirir, suyun “yüz dereceye” ulaşmasını hızlandırır.

Farklı basınçlarda fizik kurallarının değişmesi gibi.

Aletler, insanların hayatındaki basıncı arttırır, değişimi süratlendirir.

Mısır diktatörü Mübarek’in işbaşına geldiği yılları düşünün.

İnternet yoktu, Twitter yoktu, Facebook yoktu, cep telefonu yoktu.

İnsanlar arasındaki iletişim çok yavaştı.

Sadece iletişim değil, “ulaşım” da çok yavaş ve pahalıydı o zamanlar.

Bir yerden bir yere o kadar çok uçak ve gemi, o kadar kısa zamanda ve o kadar ucuza gitmiyordu.

Bugün milyonlarca insan sürekli yer değiştiriyor, kültürler, ölçüler, değerler sürekli birbiriyle temas ederek birbirini etkiliyor.

Son hareketliliğin, Tunus, Mısır, Ürdün gibi diğerlerine kıyasla daha fazla “turist” çeken bölgelerden başlaması çok da tesadüf değil gibi geliyor bana, eğer yanılmıyorsam, bu hareketlenme örneğin turist sayısının çok daha az olduğu Libya’ya diğerlerinden daha geç ulaşacak.

Ama ulaşacak.


“Her diktatör devrilmeyi tadacak.”

Bunun önüne geçmek mümkün değil.

Twitter ve diktatör aynı çağda, birarada var olamaz.

Bütün dünya “aynı ekonomik sistemin” içinde, aynı ekonomi yasalarına uyarak ve aynı aletleri kullanarak yaşarken, “yönetim” biçimleri de birbirinden çok değişik olamaz.

Diktatörlerin çok fazla olduğu Ortadoğu büyük değişimlerden, büyük sarsıntılarla geçecek.

Ve, bu değişim sürecinde, “diktatörlükten” daha büyük bir sorunla karşılaşacak.

Bu bölgedeki halkların “zihinsel düzeyi”, bu çağda kullanılan aletlerin düzeyinde değil, çok geri bırakılmışlar, çok baskı görmüşler, entelektüel birikimleri iğdiş edilmiş, daha da önemlisi Batı “dini, felsefeyi ve bilimi” birarada var ederken, Ortadoğu sadece dine abanıp, felsefeden ve bilimden uzaklaşmış, felsefenin “yol açıcı” sorularını sormamış, cevaplarını aramamış, İslam’ın kendi felsefesini bile unutmuş neredeyse.

Bunu aşmak, “zihinsel bir devrimden” geçmek, felsefeyi keşfetmek, Batı’nın beş yüz yıldır sorduğu soruları öğrenmek, o soruların cevaplarını merak etmek, düşünsel maceralara çıkmak, yeni fikirler ve yeni yaşama biçimleri keşfetmek, “diktatörleri” devirmek kadar kolay olmayacak.

Ortadoğu’nun bundan sonra “asıl büyük acıyı” bu eksikliğinden dolayı yaşayacağını sanıyorum.


“Dini, felsefeyi ve bilimi” birarada kavrayacak, her birinden kendine bir öğreti ve pusula çıkartacak, yirmi birinci yüzyılın çizgileri henüz kesin çizilmemiş zihinsel haritasında kendine bir rota çizecek bir birikime ulaşana kadar korkarım epey zorlanacaklar.

Türkiye de bu sarsıntılardan payını alacak elbette.

Onlarda “kişilerde somutlaşmış” bir diktatörlük var, bizde ise “ordu gibi müesseselerde somutlaşmış”, daha geniş ve daha gizli bir diktatörlük var.

Biz, bu diktatörlük müessesesini onlardan daha önce “yıkmaya” başladık ama oralarda olduğu kadar “spektaküler” değişimler yaşamadık, ağır ve zor yol alıyoruz ama sonunda bizim de “rejimimizi” değiştirmemiz kaçınılmaz.


“Din, felsefe, bilim” üçlüsüne bir bütün olarak sahip olmamanın acısını biz de çekiyoruz, değişirken kendimize bir “pusula” bulmakta zorlanıyoruz, “din ve laiklik” konusunun bu kadar önem kazanması biraz da bu “pusulasızlıktan” kaynaklanıyor, değişimin ve geleceğin labirentine düşen her insan gibi biz de en iyi bildiğimize sarılmaya uğraşıyoruz ki bu da çoğunluk için “din” oluyor.

Dini, dinin toplum hayatındaki yerini ve önemini, dinin bir toplumun kültürünü oluşturmasındaki ağırlıklı rolünü inkâr etmeden, felsefenin düşünsel zenginliğini ve bilimin yaratıcılığını, başkalarından ödünç alarak da olsa, sonunda hayata geçireceğiz.

Sanırım iki şeyi öğreneceğiz.

Hayat “iyiye doğru” gidiyor ve “iyiyi” eski ezberleri tekrar ederek hak edemeyiz.

Diğer Ahmet Altan Makaleleri:

   1. Diktatörlükler - 02.02.2011
   2. Muhalefetin sefaleti - 01.02.2011
   3. Mısır, başkanlık, cinayet - 30.01.2011
   4. Ne yapıyorsun Başbakan - 29.01.2011
   5. Başkanlık ve baş dönmesi... - 28.01.2011
   6. İki tür muhalefet - 27.01.2011
   7. Bu bir ordu değil... - 26.01.2011
   8. Bu ne? - 25.01.2011
   9. Zavallı CHP ve başka bir parti - 23.01.2011
  10. Beyaz adam ve muhafazakârlar - 22.01.2011
  11. Yaşayan cunta - 21.01.2011
  12. 2010’da darbe - 20.01.2011
  13. Cinayet - 19.01.2011
  14. Dava - 18.01.2011
  15. Niye - 16.01.2011



YA DA 02.02.2011
Yasemin Çongar
Mübarek’in sonu

Mısırlı Müslümanların dilinde bir ayet vardı dün. Kur’an-ı Kerim’in Ra’d suresinin on birinci ayeti: “Bir kavim, nefsindeki özellikleri değiştirinceye kadar, Allah onların durumunu değiştirmez.” Bu ayet, bazı tefsirlerde, ahlaken bozulmaya işaret eden olumsuz bir manada ifadesini bulsa da, Kahire’nin Tahrir Meydanı’nda toplanan eylemciler, “bir kavmin nefsindeki özellikleri değiştirmesini” olumlu anlamıyla sahiplenmişlerdi. “Mısır halkı artık değişti” diyordu yaşlı babası ve kardeşleri meydanda gösteri yaparken, kendisi Columbia Üniversitesi’nde doktora yaptığı için New York’ta olan Mohseen Khamdar: “Mısırlıların sabrı tükendi. Artık susmayacaklar, artık Mübarek’e itaat etmeyecekler, artık hak ve özgürlük taleplerinden geri adım atmayacaklar. Bu hareketin Mübarek’i devireceğinden eminim.”

Otuz yaşındaki Mısırlı hukukçu Khamdar’ın “eminim” dediği ihtimali, Başbakan Erdoğan da görüyordu kuşkusuz; Mısır’daki olaylar konusunda bir hafta sustuktan sonra, dün partisinin Meclis grubunda yaptığı konuşmada, doğrudan Mübarek’e seslenerek söylediği şu sözleri, gecikmiş bir “reform” çağrısından ziyade, “Sonun geldi hemşehrim, boşuna direnme, usulünce bırak” uyarısı olarak algıladım ben: “Seninle beraber gelen sadece kefen olacak, başka bir şey gelmeyecek, öyleyse o kefenin kadrini bilelim, hem vicdanımızın sesine hem de halkımızın sesine kulak verelim...” Zaten uluslararası ajanslar da, “Erdoğan’dan, Mısırlı eylemcilere destek” flaşıyla duyurdu bu konuşmayı ve herkes biliyordu ki, Mısır’daki eylemcilerin Mübarek’ten tek bir talebi var artık: Bırakıp gitmesi.

Mısır’ın seksen üç yaşındaki diktatörü, protesto eylemlerinin başladığı geçtiğimiz salı gününden bu yana, sokakları sakinleştirmeye yönelik iki “taviz” verdi. Bu tavizlerden ilki, yıllardır boş olan cumhurbaşkanı yardımcılığına atama yapması ve yeni bir hükümet görevlendirmesi; ikincisi ise, yeni hükümete muhalif gruplarla görüşmesini emretmesiydi.

Eylemciler, her iki tavizi de yetersiz buldular; yeni hükümetin “değişim” adına hiçbir şey ifade etmediğinin farkında olduklarını ilk andan itibaren gösterdiler; “diyalog” çağrısı ise, gerek eylemlerin en “görünür” örgütleyicisi konumundaki “6 Nisan Hareketi” adlı reformcu gençlik grubundan, gerek baştan itibaren arka planda durmaya büyük özen gösteren Müslüman Kardeşler’den, gerekse Mübarek sonrası geçiş döneminin “her meşrebe uygun” lideri olarak öne çıkan Muhammed El Baradei’den aynı cevabı aldı: “Mübarek gitmedikçe diyalog kurmayız.”

Bu yazıyı yazdığım saatlerde, dünya nefesini tutmuş Tahrir Meydanı’ndaki yüz binlerin Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na yürümesini bekliyordu. Ankara ve Washington’daki tahminler, resmen dillendirilmese de ortaktı: “Mübarek bugünü çıkarsa bile, önümüzdeki cumayı çıkaramaz.”

Obama yönetimi, geçen hafta, “Mübarek’e tam destek” şeklinde algılanan açıklamalarında yaptığı fahiş hatayı telafi etmek istercesine, alçak sesle ama dört koldan çalışmaya başlamıştı. Beyaz Ev Sözcüsü Robert Gibbs’in Mısır’a ilişkin son açıklamalarındaki anahtar sözcük, dikkatli kulaklardan kaçmadı: “Geçiş.” Amerika artık, Mübarek’i bir süre daha yerinde tutmanın yolunu aramayı bırakıp, Mübarek sonrasına “geçiş”in barışçı olması, sokaklarda kan dökülmemesi vurgusunu öne çıkarmaya başlamıştı.

İşin ilginci, Başkan Obama’nın önceki akşam, Pentagon’u da resmen devreye sokmuş olması ve sadece Amerikan Genelkurmay Başkanı’nın değil, generallerin ve albayların da, Mısır’daki muhataplarıyla bizzat konuşmalarını istemesiydi. Gibbs, daha sonra bu konuşmaların her düzeyde gerçekleştiğini ve Mısırlı askerlere tek bir mesaj verildiğini açıkladı: “Ne olursa olsun halka ateş etmeyin.”

Bu, sadece “şiddet karşıtı” bir uyarı değil kuşkusuz; Amerikan ordusunun Mısır ordusuna, “Ne olursa olsun ateş etmeyin” mesajı vermesi, Obama yönetiminin de ağırlığını saraya karşı sokaktan yana koymaya başladığı anlamına geliyor.

İngilizceden tercüme bir deyimle söylersem, Mısır’daki değişim talebine verilmiş “çok az ve çok geç” bir destek bu... Ama belki Obama Amerikası, yaşananlardan Mübarek sonrası için ders çıkarabilir. Harvard Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Profesörü Stephen Walt, bu dersi çok güzel özetliyordu dün:


“Mısır’daki kriz, ABD’nin Ortadoğu’daki Pax Americana’nın şu üç ilkesini gözden geçirmesi için bir fırsattır: 1) İsrail’e koşulsuz destek, 2) Filistinlilerin haklarını inkâr ya da gözardı etmek, 3) Meşruiyeti her zaman sorgulanabilir konumdaki ‘Batı yanlısı’ liderleri destekleyip, onlarla işbirliği yapmak...”

Obama Amerikası’nın, Walt’ın dediğini yapması ve bırakın bu üç ilkede değişikliğe gitmeyi, böyle bir değişiklik ihtimalini düşünmeye başladığını bile hissettirmesi, Ortadoğu’da zaten er geç kurulacak olan “yeni düzeni” çok daha yakınlaştırır kuşkusuz. Ama Washington ne yaparsa yapsın, Mısır halkının o yeni düzene geçişte tarihî bir rol üstlendiğini şimdiden söyleyebiliriz.

Diğer Yasemin Çongar Makaleleri:

   1. Mübarek’in sonu - 02.02.2011
   2. Obama’nın ‘mübarek’ dönüşü - 01.02.2011
   3. Hakiki dehşetlerin peşinde bir dua kitabı - 29.01.2011
   4. Anayasa ve başkanlık - 26.01.2011
   5. ‘İvedikler Savaşı’ değil, demokrasi mücadelesi - 25.01.2011
   6. Küçük tesadüflerden mütevazı mucizelere... - 22.01.2011
   7. Darbe bavula sığmıyor - 21.01.2011
   8. Davacı başbakan, inatçı hakikat... - 18.01.2011
   9. Hayatlarımızın üzerine örtülen o ince tül - 15.01.2011
  10. Lübnan’daki hayalet - 14.01.2011
  11. ‘Yerüşalim’i Yahudileştirmenin sonu - 11.01.2011
  12. Öldürülecek romancının emekli tanrıları - 08.01.2011
  13. Mezar yazısı - 07.01.2011
  14. Aslolan özgürlükse... - 05.01.2011
  15. Pacta sunt servanda - 04.01.2011


SOLDUYU 02.02.2011
Roni Margulies
Ey Arapları küçük gören kafa

İtiraf etmek istiyorum artık.

Ertuğrul Özkök’e yaklaşık bir yıldır sempati duyuyordum!

Fikirsel değil, sadece kişisel düzeyde. Ama olsun, bunu yine de hiç kimseye söyleyemiyor, içimi dökemiyordum.

Artık dökmek istiyorum. Ta 14 ay önce bir yazısını okuduğumdan beri, kalbimde bir yer açtım Özkök’e.

Siz de açmaz mıydınız, bakın:

“Pazar sabahı eşim Tansu ile çok ilginç bir sabah sohbeti yapıyoruz.


‘Bir dahaki seçimde oyumu Türkiye Komünist Partisi’ne vereceğim’ diyor.


Yüzümdeki hayret ifadesini görünce devam ediyor:


‘Hiç TKP’nin genel başkanının fotoğrafını gördün mü? İnsana güven veriyor. Ayrıca söyledikleri de öyle.’


Aman Allahım, ‘TE KA PE’...


Birden 1970’li yıllara dönüyorum.


O partilerin yıkılan duvarın altında kaldığını sanıyordum.


Yıllar sonra eşimin oy tercihi olarak hortluyor ve karşıma çıkıyor.


Ama hemen arkasından klasik tavra dönüyor:


‘Öyle diyorum ama, sandık başına gittiğimde eminim yine elim CHP’ye gider’ diyor.”

Nasıl da yürek burkucu bir durum!

Koskoca Hürriyet gazetesinin koskoca yayın yönetmeni. Ömrünü paylaştığı kadınla tatlı bir sabah sohbeti. Ve kadın, damdan düşercesine, başka bir erkeği övmeye başlıyor! Hem görünümünü, hem söylediklerini övüyor.

Ertuğrul Bey anlayışlı adamdır herhalde, anlamıştır Tansu Hanım’ın ne demek istediğini, aslında haklı olduğunu.

Ama yine de, aynı şeyin benim de başıma gelebileceğini düşünüp çığlık attıktan sonra, engelleyemediğim bir sempati uyandı içimde.

Nihayet, bugün iyileştim. Normale döndüm.

“Ey Türk halkı, görüyor musun” başlıklı bir yazı yazmış bugün. Bana hitaben yazılmamış olmasına rağmen, ben de okudum.

Hayran kaldım doğrusu!

Ülke siyasetine müdahale etmeye çalışan herkesin, Özkök gibi olabilmek için daha çok fırın ekmek yemesi gerek.

“Ey Cumhuriyet’i yerden yere vuran, her kötülüğü, Cumhuriyet’in günah hanesine yazmaya teşebbüs eden kafa.


İzliyor musun Mısır’da, Mağrip’te, Maşrık’ta olup biteni.


Ey, sen, durmadan mazini, 80 yıllık demokrasini, 60 yıllık çok partili hayatını paspas yapan, yerden yere vuran, karalayan, azarlayan küfürbaz..


Arap dünyasının sefaletini görüyor musun.


Görüyor musun, Atatürk’ü, bir İsmet İnönü’sü olmayan ‘devletsiz’ halkların perişan halini.”

Tunus’ta bir diktatörü deviren, Mısır’da devirmek üzere olan, Cebelitarık’tan Yemen’e kadar devrim ve özgürlük rüzgârları estiren bir halkın mücadelesine bakıp “sefalet” gören bir adam!

Dünyanın her yanında, İngiltere’den Malezya’ya, tüm ezilenleri, emekçileri, yoksulları heyecana boğan bir mücadeleye baktığında, aklına sadece Atatürk’le İnönü’ye dua etmek gelen bir adam!

Ve dünyanın en eski diktatörleri devrilirken, bunu Türkiye’de demokrasi ve özgürlük için mücadele edenlere laf çakmak için vesile etmeyi becerebilen bir adam!

Vallahi de helal olsun, billahi de helal olsun!

Ben şimdi burada bu adamın yazısının ne kadar anlamsız ve gülünç olduğunu, Atatürk ve İnönü’yü demokrasi havarileri olarak görmenin, Cumhuriyet tarihi boyunca demokrasi için mücadele edip hapislerde çürüyen, asılan, katledilen yüz binlerce, milyonlarca kişiyi “küfürbaz” olarak karalayıp geçmenin ne kadar “sefil” olduğunu anlatsam ne fark eder?

Türkiye’de değişim isteyen herkesi suçlu gören ve küçümseyen, seçilmiş hükümetlere karşı askeri destekleyen, darbecileri aklayan, katilleri masum gören bir gazetenin başındaki adamın, Tunus’a ve Mısır’a baktığında doğal olarak “sefalet” göreceğini, sokaktaki kitleleri değil Bin Ali’yle Mübarek’i kendine yakın bulacağını anlatsam ne fark eder?

Türkiye’de ne kadar demokrasi varsa, Türk halkının bu demokrasiyi iki kişinin himmetine borçlu olduğunu iddia etmenin, demokrasinin Türk halkına bu iki kişi tarafından ihsan edildiğini düşünmenin Türk halkını küçük görmekten kaynaklandığını anlatsam; Arap ülkelerinde demokrasi olmamasını oralarda bir iki tane Atatürk ve İnönü çıkmamasına bağlamanın gülünç olduğunu anlatsam ne fark eder?

Fark etmez. Özkök kimin için yazdığını iyi biliyor. Tansu Hanım gibilerini ikna etmenin yolunu kimse Ertuğrul Bey kadar iyi bilemez.

Bu sabah belki de “aferin kocacığım,” demiştir, “ne güzel yazmışsın yine. İyi ki Atatürk varmış. İyi ki Arap değiliz. Yoksa, Allah korusun, bizim de sokaklarımızda kaba saba kötü kalabalıklar ayaklanıyor olabilirdi.”

Diğer Roni Margulies Makaleleri:

   1. Ey Arapları küçük gören kafa - 02.02.2011
   2. Ruhları özgür, adımları sınırsız... - 29.01.2011
   3. Devrim mi değil mi - 26.01.2011
   4. Faslı bir devrimci - 22.01.2011
   5. Dersimiz Arapça - 19.01.2011
   6. Kim kimin sağdıcı - 15.01.2011
   7. Konuşamadıklarımız - 08.01.2011
   8. Noel Baba, Mavi Marmara ve emperyalizm - 05.01.2011
   9. Yarım milyon yıl bile olabilir! - 01.01.2011
  10. Ulus, millet, Sakarya - 29.12.2010
  11. Alkol ve dil, AKP ve CHP - 25.12.2010
  12. İtalyanları nereye gömdük - 22.12.2010
  13. Avrupa’da yer yerinden oynarken - 18.12.2010
  14. İbrahim Hakkı Hazretleri gibi - 15.12.2010
  15. Bu nasıl Müslümanlık - 11.12.2010


‘Mübarek gitmeden gitmiyoruz’ yemini  Taraf istanbul  01 02 2011 salı


Mısır halkı evine girmiyor, bugün milyonlarca kişi yine sokaklarda olacak. Yeni hükümetten tatmin olmayan muhalefet, Mübarek’e iktidarı bırakması için cuma gününe kadar mühlet verdi

Mısır’da protestoların yedinci gününe girilirken, protestocular Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek gitmeden meydanlardan ayrılmama yemini etti. Hükümet karşıtı göstericiler, Kahire’nin merkezindeki Tahrir Meydanı’nda kamp kurarak sabahladı. Mübarek’in polise tekrar sokaklara dönmesi talimatı verdiği ve sokağa çıkma yasağının genişletildiği ülkede protestocular bugün de yine büyük bir gösteriye hazırlanıyor.


Mısır liderine ültimatom

Kifaye Hareketi, 6 Nisan Hareketi, Vafd Partisi, Gad Partisi ve Müslüman Kardeşler’in bazı üyeleri, cuma gününe kadar Mübarek’e iktidardan gitmesi için süre tanırken, muhalif hareket, ‘milyonların protestosu’ eylemi için halka çağrı yaptı. Bu arada Mübarek de, hükümeti kurmakla görevlendirdiği Başbakan Ahmet Şefik’e siyasi partilerle ve muhalefetle diyalog içinde anayasa ve yasama reformları yapma talimatı verdi. Mübarek, devlet televizyonunda yayınlanan açıklamasında, yeni başbakanın önceliğinin işsizliği azaltmak ve iş olanakları yaratmak olduğunu belirtti. Önü alınamayan protestolar nedeniyle hükümette kan değişikliğine giden Mısır’da yeni kabineyi oluşturmaya başlayan Ahmet Şefik, daha önce İçişleri Bakanlığı’nda cezai soruşturma biriminin başında yer alan General Mahmut Vagdi’yi içişleri bakanı olarak atadı. Vagdi, daha önce de ülkedeki hapishanelerden sorumluydu. Vagdi’nin atanmasından sonra polisin göstericilere muamelesinin nasıl olacağı merak ediliyor. Savunma Bakanı Hüseyin Tantavi’nin bu görevinin yanı sıra başbakan yardımcılığını üstlendiği yeni kabinede Dışişleri Bakanı Ahmed Ebul Geyt de yerini korudu. Yeni hükümette Samir Muhammed Rıdvan maliye bakanı ve Semiha Fevzi İbrahim ticaret bakanı olurken, Cabir Asfur ise 25 yıldır görevde olan Faruk Hüsnü’nün yerine kültür bakanı olarak görevlendirildi. Bu arada Mübarek, yardımcısı olarak atadığı Ömer Süleyman’dan boşalan istihbarat başkanlığı görevine Kuzey Sina Valisi Murat Muvafi’yi getirdi.


El Cezire blogculardan yardım istiyor

Öte yandan Mısırlı yetkililerin Kahire bürosunu kapattıkları El Cezire televizyonu, bu ülkeden haberlerine devam edebilmek için Mısırlı blogculardan yardım istiyor. Merkezi Katar’da bulunan televizyondan yapılan açıklamada, Mısırlılara kendilerine blog postaları, görgü tanıklarının açıklamaları ve video görüntüleri göndermeleri çağrısında bulunuldu.

Ayrıca Kahire’de kaldıkları otelde gözaltına alınan altı El Cezire muhabiri de kısa süre sonra serbest bırakıldı, ancak kameralarına el kondu. İçişleri Bakanlığı kaynakları, cezaevlerinden kaçan mahkûmların ise 1330’unun yakalandığını duyurdu.


Süleyman, Mübarek’in yerine geçerse...

Mısır’daki halk ayaklanmasını değerlendiren İngiliz düşünce kuruluşu Chatham House’un Ortadoğu uzmanı Rime Allaf da, ‘Mübarek’in gitmekten başka seçeneği olmadığını’ savunuyor. Cumhurbaşkanı yardımcılığına atanan Ömer Süleyman’ın Mübarek’in yerine geçmesi ihtimalinin ABD ve İsrail’in işine yarayacağını ifade etti. Süleyman’ın cumhurbaşkanı olması durumunda ülkedeki protestoların sona ermeyeceğine dikkati çeken Allaf, “ABD Mısır’a karıştığı müddetçe daha fazla kargaşa çıkar” dedi ve ekledi: “Türkiye, Müslüman bir ülkede demokrasinin nasıl işlediğini göstermek açısından önemli bir ülke, bölgedeki örnek modellerden biri.”


AB’den ‘halkı dinle’ çağrısı

Öte yandan AB Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton, Mübarek’e “halkının meşru şikâyetlerine cevap ver” çağrısı yaptı. AB Dışişleri Bakanları toplantısında basına konuşan Ashton, Mısır’da tüm muhalefet partileri ve toplumun tüm kesimleriyle açık ve ciddi bir diyalog içine girilerek barışçıl bir çıkış yolu bulunmasını istedi. Britanya Dışişleri Bakanı William Hague ise, Mısır’da düzenli geçiş yolunun “daha geniş tabanlı bir hükümete, serbest ve adil seçimlere, gerçek ve görünür reformlara” dayandığını söylerken, İşçi Partili eski Dışişleri Bakanı David Miliband de Twitter’daki mesajında Mısır ordusunun, Pakistan’ı değil Türk ordusu modelini benimsemesi gerektiğini belirtti. Mısır’ın en üst düzeydeki dinî otoritesi sayılan El Ezher Şeyhi Ahmet El Tayyib halka sakin olma çağrısı yaparak, “Döküp kırmayın, zarar vermeyin, yakmayın. Bunlar Mısır’ın mallarıdır. Ülkenizi koruyun” dedi.

Kapalı toplumların sonu gelir  YILDIRAY OĞUR SARAYBOSNA istanbul  31 01 2011 pazartesi

Davutoğlu, Tunus’un ardından Mısır’a sıçrayan isyanlar için “İstikrar adına kapalı toplum uzun yaşayamaz” diyor ve El Cezire etkisine dikkat çekiyor: Onlarca Arap kanalında artık sabahtan akşama her şey tartışılıyor

Karadağ Havaalanı’na iner inmez Davutoğlu bir odaya giriyor. Televizyon açılıyor. Tabi ki kanal El Cezire... Kapılar gazetecilere kapanıyor. Banya Luka’da 1993’te Sırpların tuz buz ettiği Ferhadiye Camii inşaatının dik tahta merdivenlerini tırmanarak kubbesine çıkan Davutoğlu’nun uzun süre inmemesinin nedeni de tam o sırada Başbakan’dan gelen Mısır telefonu.

Ortadoğu’nun ateşi dondurucu Balkan gezisinin her aşamasını ısıtıyor. Ama Balkanlarda istikrarı bozacak anlaşmazlıklara karşı en küçük partilerle bile uzlaşma görüşmeleri sürdüren Türk Dışişleri, sanki Mısır’daki tarihî günleri, akışına bırakmış gibi. Bu kez arabuluculuk yok, istikrar için tarafları biraraya getirme çabası yok.

Daha geçen hafta Lübnan’daki kriz için Beyrut’ta sığınaklarda görüşmeler yapmış, Ortadoğu’daki bütün krizlerde gelişmelere müdahil olmuş aktif dış politikanın yerini mutedil ve “gelişmeleri izleyen” bir dış politika almış. Bu, siyaseten tercih edilmiş, anlamlı bir pasifizm.

Balkanlara hareketinden önce Esenboğa Havaalanı’nda Mısır’daki gelişmelerle ilgili soruya verdiği ilk cevaptan itibaren basın toplantılarında Davutoğlu, bu siyasetin parametrelerini çizdi.

Adresine teslim mesajlar

“Toplumların uzun süre istikrar adına kapalı toplum halinde tutulmaları çok güç oluyor” diyerek “İletişimin yoğunluk kazanmasıyla birlikte, toplumların çok haklı demokratik özgürlük, iyi yönetişim, şeffaflık ve yolsuzluklara karşı mücadele taleplerinden” bahsetti. “Bunlar haklı taleplerdir ve çağdaş toplumda göz ardı edilemeyecek taleplerdir. Türkiye, bölgede istikrar adası olarak, bir demokratik özgürlükler ülkesi olarak bu gelişmeleri yakından takip ediyor” diyerek, demokratik ve özgür Türkiye vurgusu yaptı.

“Bu taleplerin oradaki yönetimler tarafından doğru alınması icap eder. Şiddetten uzak durulması, özellikle kitlelere karşı şiddetin doğuracağı acı sonuçları geçmişte hep beraber yaşadık. Ben bu sancılı süreçten Mısır halkının daha güçlenmiş olarak çıkacağını ümit ediyorum” cümlelerindeki Mısır devleti yerine Mısır halkına vurgu da dikkatli gözlerden kaçmadı.

Herkes Ortadoğu’daki kültürel kodları, tarihsel birikimi ve güncel güç dengelerini, “kim kimdir”i en iyi bilen Davutoğlu’nun son yaşananlarla ilgili analizini merak ediyor. Karadağ’daki Güneydoğu Avrupa Dışişleri bakanlarının katıldığı zirvede Yunanistan Dışişleri Bakanı Dimitris Drutsas da onlardan biri. Balkanların konuşulduğu toplantıda Davutoğlu’na “Ortadoğu’da neler oluyor” diye sormaktan kendini alamamış.

Televizyon demokrasisi

“Soğuk Balkanlarda ne işimiz var sıcak Ortadoğu’ya gidelim” heyecanıyla gelişmeleri izleyen uçaktaki biz gazeteciler de Davutoğlu’dan on the record daha geniş bir değerlendirme almak istiyoruz. İç işlerine karışmama ilkesini hatırlatarak konu hakkında fazla yorum yapmak istemiyor. Bölgedeki büyükelçiliklerden ayrıntılı raporlar ve projeksiyonlar istediklerini, gelişmeleri an be an yakından takip ettiklerini anlatıyor. Sabahki açıklamalarında altı çizilecek mesajlarını hatırlattığımızda ise El Cezire gibi Arap kanalların bu süreçteki öneminin altını çiziyor: “Ortadoğu’da gittiğim her yerde televizyonları açıyorum. Yüzlerce Arapça yayın yapan kanal var. El Cezire gibi bağımsız ya da devlet destekli kanallar bunlar. Arapça bildiğim için de takip edebiliyorum. Bu kanallarda sabahtan akşama kadar insanlar çıkıp siyaset tartışıyor. Sert tartışmalar yaşanıyor, her şey konuşuluyor.”

Devrim ihraç eden Türkiye

1987’de Mısır’da akademik çalışmalar yapmış Davutoğlu, o zaman satın aldığı İbn Rüşd’den, Farabi’ye İslam düşüncesinin en önemli isimlerine ait 32 koli dolu Arapça kitabın önce Mısır’da sonra darbenin ağırlığını üzerinden atamamış Türkiye’de başına gelen trajikomik olayları anlatıyor. Hakemli dergi kısaltmaları bile şifreli gizli mesaj muamelesi görmüş. Türkiye’nin ayaklanan Ortadoğu halkları için rol model olduğu değerlendirmeleri için yorum yapmak istemiyor.

Ama herkes biliyor ki meşruiyetini içerden İsrail ile mücadele bahanesi, dışarıdan ise aşırı İslamcı tehlikeye karşı duruyoruz gerekçesinden devşiren Arap milliyetçiliği sosuna bulanmış bu otoriter yönetimlerinin maskesini halkları gözünde son dönem Türkiye düşürdü. İslami orijini olan ama demokratik ilkelere göre siyaset yapan bir parti aynı zamanda o totaliter rejimlerden daha fazla İsrail’e karşı çıkabiliyor. Bu otoriter rejimlerin altındaki halıyı çeken sihirli bir formül. Obama’nın Mısır’ı Erdoğan’la konuşması boşuna değil. Müslüman Kardeşler’in peş peşe demokrasi vurgusu yapması da...

Davutoğlu, bugün 20 yıllık gecikmeyle Ortadoğu’da yaşananları 1991’de Doğu Bloku’nda yaşananlara benzetiyor. O gün Fukuyama’nın “Tarihin bittiğini ilan ettiği” tezine “Tarih asıl şimdi başlıyor” diye itiraz etmişti Davutoğlu. Bir kez daha haklı çıkmış görünüyor...
http://kutuphane.akparti.org.tr
Azsonra Birazdan Şimdi Biz Türkiye'yiz.