Azsonra Birazdan Şimdi Biz Türkiye'yiz. MarmaraYenikapı Ahsarla #etiket

27 Şubat 2011 Pazar

Trablus'ta sıkışan gaddafi'yi çocukluk arkadaşı terketti 27 02 2011 pazar









TURGUT UYAR’IN GİRİŞİMİ
       Cemal Süreya
        Şöyle deyince daha çok yaklaşıyorum onun şiirine: Turgut Uyar özellikle son yıllarda büyük bir şiirin ortasını yazıyor. Büyük bir gövdedir onun şiiri. Kımıldadıkça kendine benzer yeni gövdeler hazırlar, çoğaltır. Bir anıttan çok bir dirim belirtisidir. Bu yüzden kolay kolay tanımlanmaya gelmez: görülür, tanık olunur. Blok halinde bir izlenimler bütünüyle gireriz ona. Şiirsel işlevini bütünüyle ve sürekli bir şekilde hareket ederek sürdürür. Tek tek şiirler yok, şiiri vardır. Bölerek, parça parça düşünmek silahsızlandırmaktadır onu biraz. Parça parça en güzel şeyleri söylediği halde böyle konuşuyorum.
       Asıl Turgut Uyar daha yukarı bir kesimden sonra başlar. Ayrıntılar ayrıntılı olarak değil, bütünün küçük organları olarak önem kazanırlar. Tekrarlar, yığıntılar o bütüne göre anlamlanırlar. Tarih içinde değil, küçük olayların öyküsü, daha doğrusu o olayların “ben”le ilişkisinden doğan bir mitoloji içindedir. “Ben” kendisiyle samimi ilişkiler kurmuştur. Bu da, dünyayı ilkel çizgileriyle kabul etmekten çıkıyor galiba.
       İnsan doğar ve kendi gerçeklerini yaratmaya başlar. Ama tek insan için bunlar bir veriler yığınından başka bir şey değildir.
       Turgut Uyar’da cinsel istek eşyaya damgasını bastırır. Cinsel isteği saf ve aptal odalardan çıkararak şehrin gürültüsünden geçirir.
       Şehir, fetişlerdir. Şiirin altında ayrı bir akıntı vardır: yaşamayı sevmek, insanın haklı çıkması. O bütün bu verileri kucaklar, sayar, köşelere diker. Büyük bir hoşlanma duygusuyla karmaşıktır; ürkek yürek bütün geçmişi kabullenmektedir. Duyarlık, yüreğinde de omuriliğinde de aynı hızla yükselir.
        Turgut Uyar’ın bu şiirsel gövdeye uygun olarak kurduğu söz süzeni sanatımızın ne ilginç girişimlerinden biridir.
        “Ve Allahı arardım serçe yuvalarında”. Turgut Uyar’ın 1947’de yayımlanan ilk şiirinden aldığım bu mısra da gösteriyor ki o, şiir serüvenine adımını atarken bile değişik bir duyarlığın adamı olacaktır. Yine aynı şiirde büyük bir anlatım rahatlığı göze çarpıyor. Turgut Uyar’ın şiirimize getirdiği yeniliklerden biri de sözünü ettiğim şiirsel gövdeye uygun gelen anlatımı yakalamasıdır.
       Şiirimiz, vezinden serbest söyleşiye geçerken kendini bir ritm yaratma zorunda görmüştür. Anonim kalıpların alışılmış düzenini aratmayan bir başka biçim özelliği, Orhan Veli’nin, Oktay Rıfat’ın, Melih Cevdet’in halk deyimlerine fazla yer vermelerinin bir nedeni de budur belki. İkinci Yeni’yi ise dilde “iç uyum” arayan bir girişim olarak nitelendirebiliriz: İkinci Yeni dilin iç olanaklarını araştırırken böyle bir zorundan hareket ediyordu.
       Turgut Uyar yalnız bir ritm kurmamış, aynı zamanda o ritmi kendi şiirinin kadrosu içinde özgünleştirmiştir. Ondaki iç ritm sese ilişkin bir nitelikte değil. Daha çok şiirsel yükün gövdede rahatlıklar aramasıyla ilgili. Bir de dışardan uygulanan biçim öğeleri var ki bunlar ayrı.
        Turgut Uyar’ı şiirimizin ön sırasına getiren bir özellik de görüntü kavramına kattığı yeni olanaklardır. Çok boyutlu ve gerçeğin asalağı olmayan görüntülerle çalışır. Sözgelimi başka şairler akşam’ı bir yanıtla anlatırken, akşamdaki bir şeyi anlatırken, Turgut Uyar akşam’ı bütünüyle kavrama eğilimindedir.
       Düzyazıdan korkmaz, ondan şiir devşirir boyuna. Bu arada konuşma diline yeni kullanma değerleri getirir, uçları eski şairlerin kıyılarına vuran “parodi”ler kurar.
        Dünyanın En Güzel Arabistanı’nda, Tütünler Islak’da ve daha sonra dergilerde yayımladığı şiirlerin çoğunda onun insani değerlerden çok insani durumlarla ilgilendiği bir gerçektir.Yalnız ben son birkaç şiirinde onun insani değerlere yöneldiğini sezinliyorum. Bu geçici mi olacaktır, yoksa sürekli bir değişmenin belirtisi midir? Erken konuşmuyorsam, bir ikidir yeni bir yolu deniyor. Ağırlık noktasına bir kayma göze çarpıyor.
       Şiirindeki “Dünyadan hoşlanma” duygusu bir “mutluluk dileği duygusu” ile yer değiştiriyor. Eskiden omurilikle yürek birlikte çalışırken, şimdi omurilik yüreğin yedeğine giriyor. “Hızla Gelişecek Kalbimiz”i bu yeni yörünsemeye örnek alabiliriz. “Kadırga” ve “Açıklamalar” adlı şiirlerinde de aynı değişikliği görmemeye imkân yok. Bu şiirlerde söz düzeni de daha berrak. Akıl daha çok karışıyor işe. Görüntü yavaşça geriye çekiliyor. Birtakım yan kavramlar ortaya çıkıyor.
        Böyle bir evreye girerken Turgut Uyar’ın şiirinde oluşan bir başka yeni özellik “ben”in “biz”e dönüşür gibi olmasıdır. Birey artık eşyayı egosantrik bir şekilde üstlenmiyor.
       Dünyanın En Güzel Arabistanı’nda, Tütünler Islak’da olağan ve küçük durumların genel yapı içinde “uyumsuz”u destekleyen, saydamlaştıran bir işlevleri vardır. Son bir iki şiirde ise yalın bir söz düzeninin canlılığını korumak söz konusu. Öte yandan zamanda da bir kayma var. Turgut Uyar’ın şiirlerinde şimdiki zamana alışmıştık daha çok. Bir şimdiki zaman içinde geçmişin ve geniş bir zaman verimlerini yaşıyordu. Şimdilerde gelecek zamanı kullanmaya başladığını görüyoruz. Umudun şiirini yazmaya geçmesinden mi bu? Bu zaman kaymasına umudun bir değişkeni olarak mı rastlıyoruz şiirlerinde?
        Bu sözlerimden Turgut Uyar’ın şiirinde bir kimlik değişmesi bulduğum sanılmasın. Aynı kimliğin yeni bir çağ tanımasıdır söz konusu olan. Turgut Uyar şiir üstüne çok düşünmüş bir şair. Şiirinin işlerliğindeki bazı öğelerin tutarlı bir şekilde yer değiştirmesi, onun kendi sanatının özel sorunlarını nice bildiğini gösteriyor.
        Söylenenlerin aksine İkinci Yeni şairleri başlangıçta ayrı ayrı şiirsel noktalardan hareket etmişlerdir. Orhan Veli şiiri tıkanmıştı. Bu şiirin dışında bir şiir oluşmaya başlamıştı. Ancak İkinci Yeni için yapılan tanımlamalar hem biraz erken, hem de çoğu doğru olmayan öğelere göre yapılmıştır. Daha ilk günlerde tanımlanmaya geçilmiştir. O sırada İkinci Yeni ne olduğuyla değil, ne olmadığıyla beliren bir şiirdi. Oysa birçok genç şair, şiirin kendisinden değil, yapılan tanımlamalardan çıkarak yazmaya başladı. Üstelik yeni şiir tutumunu getiren bütün öncülerin ortak etkileri de bunların üstünde kurulmuş bulunuyordu.
       Bu arada öncüler arasında da elbet etkiler, karşı etkiler oldu. Ama İkinci Yeni’yle ilgilenen yazarlar bu hareketi anlatırken o ortak özellikleri şemalarına döken ikinci sınıf şairlerden birtakım kurallar çıkarmayı daha kolay gördüler. Bu durum, şiirimizi dikkatle izleyen kimselerin İkinci Yeni’nin ortaklaşa ve kişiliklerini ayırmamış bir şiir olduğunu sanmalarına yol açmıştır.
       Nedir ki zaman geçtikçe gerçek bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı. Turgut Uyar, İkinci Yeni’nin merkezinde olmuştur. Şiirimiz onunla gizlileri yoklama yeteneği kazanıyor. Hatta daha ileri giderek şunu söyleyeceğim: onun deneyinin şiirimizdeki işlevi şiirinden de önemlidir.
       Ahmet Muhip Dranas, Ahmet Hamdi Tanpınar ortaya çok güzel yapıtlar koymuş sanatçılardır, ama ne kendi günlerinde ne de daha sonra bir işlevleri olmuştur. Buna karşılık Orhan Veli’nin büyük bir yapıtı yoktur, ama büyük bir işlevi vardır.
       Turgut Uyar’da ise iki özelliği bir arada görüyoruz: büyük bir yapıt ve büyük bir işlev.
        Sanatta girişimdir asıl olan.
        Sanat sorunlarının kendi doğrultularında insan sorunlarına dönüşebilmesi, daha doğrusu bazı insan sorunlarını yüklenebilmesi ancak köklü girişimlerin sonucu olarak doğuyor. Ne yönde olursa olsun, köklü bir sanat girişimi eninde sonunda bir insan girişimidir.
        Turgut Uyar, şiir girişimiyle Akdenizli bir şair olarak çağdaş sanatta kendi yerini ayırmıştır.
       1966
       (Şapkam Dolu Çiçekle, İst., 1991, s. 155-159)
       * * *
      
BÜYÜK SAAT’IN AMANSIZ TİKTAKI
       Enis Batur
        Dönüp baktığımızda, her önemli şair gibi Turgut Uyar’ın da bize büyük bir mıknatıs bıraktığını görüyoruz: Dil. Bir şiire dönüp baktırtan, dönüp dönüp baktırtan başka bir sihir yok galiba. bir “dünya” geliyorsa şairle, dilegeldiği için geliyor - herkes dilegelebilir, birşeyleri dilegetirebilir, şüphe yok: Şairin ayrılışı nerede? Kelime oyunu değil: Onun dilegelişi, dilde geliş aslında: Özel hızı, kasılma ve titreme üslûbu, akışı ve tıkanması var.
        Dilbilimciden öğrendiğimiz kavramları, ayırtıları küçümsemiyorum. Gene de şiirden sözederken bir başka anlam yükü bindiriyorum “dil”e, daha sınırda bir anlam tanımı kovalamak istiyorum. Proust’un “bütün güzel kitaplar bir tür yabancı dilde yazılmışlardır” sözü, en azından niyetimi karşılıyor.
        Turgut Uyar’ın poetik taşkınlığı, benim gözümde onun “medyan bölge”sinde gerçekleşmiştir. İlk döneminde izler bulabiliriz tabii; ama, kim ne derse desin, ilk iki kitabında güçlü bir çıkış görmüyorum ben. Alabildiğine kişisel bir görüş daha: Oturmuş, tamıtamına olgunluk kıvamını yakalamış bir şiir kurmadı o: Necatigil ya da Oktay Rifat’ta gördüğümüz türden bir dingin akışlı büyük su değildi.
        Tersine, ortada, huzursuz (huysuz ya da hırçın, demiyorum) bir gövdede gösteriyor kendisini. Kaba “II. Yeni” sınıflaması pek çok ismi belli ortaklıklarda biraraya getirdi ya, şimdi bakıldığında, geniş ölçüde bugüne de uzanan buluşturucu damarda gördüğümüz göreceğimiz gerçekte “imge düzeni”dir, “dil” değil.
        Dil düzleminde travmayı ne Cansever ve Cemal Süreya, ne de İlhan Berk ya da Sezai Karakoç temsil eder, yalnızca iki şairin “çalışma”sıdır bu: Ece Ayhan ve Turgut Uyar. Ötekilerin özgünlüklerini, erdemlerini başka düzlemlerde aramalıyız. Bunu söylerken, onları dilsel serüvenden soyutlamıyorum; travmayı, “kopuş”u iki şiire mal ediyorum.
        Ve Turgut Uyar şiirinin gövdesine dönüyorum: Dünyanın En Güzel Arabistanı, kökleri sergilediği için önemlidir. Divan ise, uçları. Damarlar bu iki kitabın arasında, Tütünler Islak ve Her Pazartesi’de çatlamış, dilde gelen özsu ile kan o kitaplarda yatağı zorlamıştır. Burada ‘imaj’ filân kurmadığımı, herhangi bir metafora başvurmadığımı belirtmem gerek. Arabistan’ın güzellemeye yatkın, müthiş lirik, hatta rind şiirleriyle Divan’ı baştan uca kateden koyu gam arasında şiir düpedüz epileptik bir edâyla oluşur. Söylenmekten, neredeyse nöbet geçiren bir yazının tekrarlarından korkmadan sözünü cendereden çıkartır Turgut Uyar.
       Tütünler Islak, yumak haline girmiş bir duygu karmaşasını çoğu tekin olmayan, anahtarlarını kendisinden bile esirgeyen izlekler halinde Her Pazartesi’ye devreder.
        Her Pazartesi’ni her okuyuşumda, gövdemin ve beynimin elektrik yüklendiğini hissediyorum. Turgut Uyar’ın korkunç sıkıntısını taşıyor o kitap. atom halinde bir sıkıntı. Archibald McLeish’in “şiir birşey göstermemeli, olmalı” dizesindeki gibi sıkıntıyı anlatmayan, betimlemeyen bir poetik duruş: Onu zikrediyor, paylaşıyor belki. Belki onu yüklüyor.
        Dil ile mi yapıyor bunu? Evet. Ama dil’in içinde değil de üstünde oluşuyor ana efekt. Çünkü, bu iki kitabın, Ece Ayhan’ın şiirleriyle birlikte, açtığı farklı bir yol var. Modern şiirimiz, biraz da çelişkili biçimde, en vurucu örneklerini gelenek zincirinin devamında, sözlü sınavlarda vermiştir. Oysa bu yol, şiiri yazı olarak gören ve kullanan kalemle başlıyor: Dilin estetik kıvancı son hedefi saymadığı, kendi bozgununu kurcaladığı, Sollers’in deyimiyle bir “uç-deney”in ucuna gittiği, ehlîleşmeyen bir yazı duruyor önümüzde.
       Gökçe Yazınlar’ın sınırı, sınır-ötesi, sonudur bu. Kentli değerlerin yüzüstü bırakıldığı, geçinmeye ve hoş görünmeye yüz sürmeyen bir karşı-tavır. Efkârlanıp eşlik edemeyeceğiniz bir şiir.
       Önümüzdeki duvara dayanmamak için, Turgut Uyar’ın arkamızda duran penceresinden bakmayı göze almamız gerekiyor. Göze alamıyoruz genellikle; ne denli yüksek düzeyde olursa olsun, bir uzlaşma zemini arıyor şair, bütün bütüne bete gitmeyi üstlenemiyor. Turgut Uyar da bu yolu sonuna kadar denemedi. Divan’dan başlayarak, sonuna kadar, şüphesiz ince ve damıtık, gene de hedonist ve ehlî bir yazıya yüzünü çevirdi. “Dışlanmayı seçmeliydi” türünden yukardan yargılar getirecek değilim: Ondan sonra gelen bizler topyekûn yalnızlığı getirecek halis tüketim-dışı-yazı’yı mı seçtik? Hayır.
       Turgut Uyar kadar radikal duran biri çıktı mı aramızdan? Hayır. “Susuyorum” diye avaz avaz bağrıldı, meşin eprimiş cekete ipek papyon taktılar.
       Büyük Saat’ın amansız tiktakları onun için bunca açık seçik duyuluyor: Masaya oturduğumuz an.
      
       1990
       (Yazının Ucu, İst., 1995, s.87-89)
      
TUGUT UYAR KİMDİR
       1927’de Ankara’da doğdu. Bir harita subayının oğludur. Bursa Işıklar Askeri Lisesi’ni bitirdikten sonra, yükseköğrenimini Askeri Memurlar Okulu’nda tamamladı. Anadolu’nun çeşitliyerlerinde subay olarak görev yaptı.
       Ordu’dan ayrıldıktan sonra bir süre Sanayi Bakanlığı’nda çalıştı. Emekliye ayrılınca İstanbul’a yerleşti.
       1950’den sonra gelişen İkinci Yeni akımının başlıca isimlerindendi.
       22 Ağustos 1985’te İstanbul’da öldü.
      
ŞİİR KİTAPLARI
       Arz-ı Hal (1949),
       Türkiyem (1952),
       Dünyanın En Güzel Arabistanı (1959),
       Tütünler Islak (1962),
       Her Pazartesi (1969),
       Divan (1970),
       Toplandılar(1979),
       Kayayı Delen Zincir (1981),
       Büyük Saat (Bütün Şiirleri, 1984).

http://tr.wikipedia.org/wiki/Turgut_Uyar



 Gözler Suudi Arabistan’da YA DA 25  02 2011 Yasemin Çongar

Libya’daki isyanı, her şeyden çok kendi akli ve ahlaki sınırlarını ortaya koyan bir vahşetle önlemeye çalışan Albay Kaddafi, ülkenin doğu yarısında egemenliği tamamen yitirdikten sonra, batıdaki bazı önemli kentlerden de çekilerek, paralı askerlerinin sayıca çok, mensup olduğu aşiretin de güçlü olduğu başkent Trablus’a sıkışmış görünüyor. “Birader lider” dün öğleden sonra devlet televizyonundan görüntüsüz olarak yayınlanan konuşmasında, ülkesinin durumundan Usame Bin Ladin’i sorumlu tuttu; Libya Dışişleri Bakan Yardımcısı da, El Kaide’nin Derne’de bir “İslami emirlik” kurduğunu açıkladı. Libya’dan ulaşan bağımsız bilgiler ise, isyanı “radikal İslamcı bir küresel şebekenin işi” diye etiketleme amaçlı bu açıklamalarla pek örtüşmüyor. Kaddafi’yi fiilen başlarından atmış olan Tobruk ve Bingazi’de mukim Libyalıların uluslararası ajanslara yansıyan konuşmalarından, muhalif hareketin itici gücünün “din” değil, “ayrımcılığa ve baskıya isyan” olduğunu anlıyorsunuz... Kaddafi’nin hiçbir zaman güvenmediği, dolayısıyla da ülke kaynaklarının paylaşımında sürekli negatif ayrımcılığa maruz kalırken, siyasi baskıdan en fazla pay alan doğu aşiretlerinin isyanın öncülüğünü üstlenmesi sürpriz değil. Taraf’ın Dış Haberler Editörü Özgün Özçer’in günümüzün en önemli siyaset teorisyenlerinden Amerikalı profesör Benjamin Barber’la yaptığı söyleşiyi okursanız, Kaddafi ailesini yakından tanıyan Barber’ın, kurulu bir devlet düzenine sahip olmayan Libya’yı, Kaddafi sonrasında, aşiretlerin egemenliğinde bir bocalama döneminin beklediğine işaret ettiğini göreceksiniz.

Libya’da olup biteni New York, Londra, Roma gibi kentlerden izleyen siyasi ve mali stratejistler ise, Kaddafi sonrasının muhtemel belirsizliği kadar, Libya’dan sonra sıranın nereye geleceği üzerinde de duruyorlardı dün... Her iki açıdan da, anahtar kelimenin “petrol” olması dikkat çekiciydi. “Petrol” deyince, tabii, gözler hemen Suudi Arabistan’a çevriliyor.

Libya’daki isyan, uluslararası petrol şirketlerinin bu ülkedeki çalışmalarını aksatınca, petrolün varil fiyatı 2008’den beri ilk kez 108 dolara ulaştı. Tahminler, Libya’daki kaosun sürmesi halinde, varil başına 160 doları görebileceğimiz yönünde.

Suudi Arabistan’ın, işinin ehli Petrol Bakanı Ali İbrahim el Naimi, petrol açığının baş göstermesi halinde, bu açığı kapatmak için gerekeni yapacaklarını söyledi. El Naimi için “işinin ehli” diyorum, zira Suudi Arabistan, onun döneminde, günlük petrol üretim kapasitesini 12 milyon varile kadar çıkardı; fiili üretim ise günde 8,5 milyon varilin altında. Afrika’nın üçüncü büyük üreticisi olan Libya halen günde 1,6 milyon varil petrol pompalıyor. Velhasıl, olası bir aksama durumunda, atıl kapasiteleri, Libya’nın ürettiği petrolün iki katından fazla olan Suudiler, açığı kapatmaya ziyadesiyle muktedirler...

Böyle bakınca, Libya’daki karışıklığın, başta kraliyet ailesi olmak üzere, Suudi Arabistan’ın egemen petrol oligarşisini memnun edeceğini bile düşünebilirsiniz. Ama gerçek tam öyle değil. Tunus’ta Bin Ali’nin, Mısır’da Mübarek’in devrilmesi, ardından Libya’da Kaddafi’nin, Bahreyn’de Kral Hamad bin İsa-el Halife’nin sarsılması, ister istemez, “Sıra Suudi Arabistan’da mı” sorusunu güncel kılıyor.

Suudi Arabistan’ın 82 yaşındaki hükümranı Kral Abdullah’ın, son üç ayını Fas’ta tıbbi tedavi görüp istirahat ederek geçirdikten sonra önceki gün apar topar ülkesine dönmesi, döner dönmez de cömert bir hediye paketi açıklaması boşuna değil. Toplam 37 milyar doları bulan pakette, gençlere on milyar dolarlık evlenme ve iş kurma yardımı, işsizlik maaşına zam, faizsiz eğitim ve konut kredileri, devlete olan borçların kısmen silinmesi gibi sürprizler var. Bu sürprizler, Suudi Arabistan’ı yakından takip edenlere, “Değişim isteyenleri riyalle susturmak mümkün mü” sorusunu sorduruyordu dün ve cevaplar muhtelifti.

Bir yandan, Evet... Tebasının nispi refahı ve bu refahı arttırmaya dönük önlemleri hızla alabilme lüksü, Suudi kraliyet ailesini bir nebze rahatlatıyor. Tabii, başta Amerika olmak üzere Batı’nın, Suudilerin petrol üretimini tehlikeye atacak bir kaosa seyirci kalma lüksü olmayışı da, kraliyet ailesi için bir güvence.

Ama Suudi Arabistan’ın yapısını iyi bilenler için, bu güvencenin bir noktadan sonra pek de sağlam görünmediğini söylemeliyim. Nitekim Suudi kraliyet ailesinin “asi çocuğu,” 1931 doğumlu “Kızıl Prens” lakaplı Prens Talal Bin Abdül Aziz geçen hafta BBC’ye yaptığı açıklamada, “Bu iş riyal dağıtmakla olmaz” diyordu, “Kral Abdullah siyasi katılımı arttırıp insan haklarını koruyacak önlemler olmazsa, protesto eylemleri başlar ve çok daha kötüsü de olabilir.”

İleri yaşına rağmen, asıl hedefinin hala ülkesinde yasak olan bir şeyi gerçekleştirip, siyasi partileşmeyi başlatmak olduğunu söyleyen Prens Talal’ın sözlerini, Suudi Arabistan’ın nüfus yapısı ve Bahreyn’deki durum ışığında da değerlendirmek gerekiyor. Suudi Arabistan’ın toplam nüfusu 27 milyon; bunun Suudi tabiyetindeki kısmı 19 milyon: Vahabi çoğunluğun yanında, Vahabilerden pek hazzetmeyen bir milyondan biraz fazla bir Şii azınlık var. Toplam nüfusun yüzde 35’lik bölümü ise Çin, Hindistan, Pakistan, Vietnam gibi ülkelerden gelen göçmen işçilerden oluşuyor.

Suudi Arabistan’ı iyi bilen bazı gözlemciler, birçok haktan mahrum yaşayan kadınların, göçmen işçilerin ve Şii azınlığın, Vahabi erkeklerin yanında “ikinci sınıf” bir konuma mahkûm olmaktan ziyadesiyle mustarip, memnuniyetsiz ve patlamaya hazır bir kalabalık oluşturduğunu savunuyor. Bahreyn’deki muhalif hareketin, Suudi Arabistan’ı etkilemesi de kaçınılmaz. Nüfusunun yüzde yetmişi Şii olmasına rağmen, 18’inci yüzyıldan beri Sünni azınlığın yönettiği Bahreyn’in başkenti Manama’daki İnci Meydanı’na tam yüz bin protestocu sığmıştı geçen gün. Yüz bin protestocu demek, Bahreyn nüfusunun beşte biri demek... Ve Bahreyn’de bir ayaklanmanın, bu küçük krallığın sadece 26 kilometrelik bir körfez geçidiyle bağlandığı Suudi Arabistan’daki Şiileri de kıpırdaştırması pekâlâ mümkün. Nitekim internet kullanımının Mısır ve Tunus’tan çok daha yaygın olduğu Suudi Arabistan’da, yüzlerce isimsiz muhalifin destek verdiği bir facebook sayfasında, 11 Mart “Öfke Günü” ilan edildi ve büyük kentlerde protesto gösterisi çağrısı yapıldı.

Suudi Kralı Abdullah ile Bahreyn Kralı Hamad’ın önceki akşam buluştuklarında nelerden bahsettiklerini tahmin etmek zor değil velhasıl. İki kralın sonu, Kuzey Afrika’nın diktatörlerinin sonu gibi olur mu? “Hayır” diyen Batılılara baktım dün; gözlerinde dolar işareti, ağızlarında “petrol” kelimesi vardı... Yine de endişeli olduklarını ise, içlerinden birinin verdiği şu güvence gayet iyi anlatıyordu bence: “Suudi Arabistan’ın petrol ve gaz tesislerini hâlihazırda 35 bin kişilik bir güç koruyor.”


Diğer Yasemin Çongar Makaleleri:

   1. Gözler Suudi Arabistan’da - 25.02.2011
   2. Ankara susuyor çünkü… - 22.02.2011
   3. ‘Ben’ dediklerimiz ve acıyı ıstırap eylemek - 19.02.2011
   4. İranlı muhalifler ve Gül’ün ziyareti - 15.02.2011
   5. Mısırlı devrimcinin birkaç ömürlük isyanı - 12.02.2011
   6. Mısır’da devrim ve tarih - 09.02.2011
   7. Zavallı Gandi... - 08.02.2011
   8. Tahrir’e bakarken, Tiananmen’i görmek - 04.02.2011
   9. Mübarek’in sonu - 02.02.2011
  10. Obama’nın ‘mübarek’ dönüşü - 01.02.2011
  11. Hakiki dehşetlerin peşinde bir dua kitabı - 29.01.2011
  12. Anayasa ve başkanlık - 26.01.2011
  13. ‘İvedikler Savaşı’ değil, demokrasi mücadelesi - 25.01.2011
  14. Küçük tesadüflerden mütevazı mucizelere... - 22.01.2011
  15. Darbe bavula sığmıyor - 21.01.2011
Azsonra Birazdan Şimdi Biz Türkiye'yiz.