AÇIN TÜRKİYE'NİN ÖNÜNÜ 19 03 2011 Ümit Kıvanç Ne kutsal şeymiş şu kapitalizm
Ne kutsal şeymiş şu kapitalizm AÇIN TÜRKİYE'NİN ÖNÜNÜ Ümit Kıvanç 19 03 2011 pazar
Emekliye ayrıldığının ertesi günü Daisuke Nagata’yı gören olmadı.
Çok yakında oturan oğulları her yeri aramaya koyuldular.
Gelinler telefonu bütün gün ellerinden bırakmadılar.
Komşular birbirlerine gidip gelip alçak sesle fısıldaştılar.
Telaş etmeyen sadece karısıydı. Geçip köşesine oturdu ve bekledi.
Nitekim akşama doğru Nagata çıktı geldi.
Yüzünde başka herkesi de rahatlatan öylesine huzurlu bir ifade vardı ki, kimse “aklımızı aldın”
diye çıkışamadı.
Gece vakti, ısrar etti, oğulları, gelinleri, torunlarını alıp toplaştılar.
Nagata onlara, artık çalışmayacak olmayı hazmettiğini, bundan böyle kendini torunlarına adamak istediğini anlattı.
Sabah mahalleden dışarı, yukarı, ormanlık alana vurmuş, denizi ve santralı gören yüksekçe bir yerde, ağaç altında oturmuş, kendini kâh dinlemiş, kâh yatıştırmış, sonunda, denizle göğün birleştiği çizgiden başka şey görmez olmuştu. Denge yerindeydi.
Oğullarından, gelinlerinden tek isteği, torunlarıyla olabildiğince çok zaman geçirmesine imkân vermeleriydi.
Onlara orman içinde minik kulübeler yapacak, ahşap işlemeyi öğretecekti.
Çocukluğunda bu işi pek iyi becerirdi, ama çalışmaya başladıktan sonra, mesai dışında anca dinlenmeye ve uyumaya zaman bulabilmişti.
Yıllarca çalıştıktan sonra hak kazanabildiği bir haftalık tatilinde karısıyla gittikleri birkaç şehirden hep ahşap heykelcikler, ufak maketler alıp dönmüştü.
Oğulları ve gelinleri, gün boyu yürekleri ağızlarında babayı aradıktan ve her türlü berbat ihtimali akıllarından geçirdikten sonra, şimdi öylesine rahatlamışlardı ki, seve seve kabul ettiler emekli işçinin dileğini.
Ufaklıklar nasıl olsa dedelerini çok seviyorlardı.
Daisuke Nagata, korkunç depremde hemen torunlarına koştu. Neyse ki sağlamdılar.
Ufaklıklardan birinin, o sırada büyük ciddiyetle yapmakta oldukları minik ahşap evi yerle bir olmuş çatının altından bulup kurtardığını görünce, Nagata’nın gözlerinden yaşlar süzüldü.
Sonra deniz geldi.
Emekli işçi ve çevresindekiler, ellerinde megafonlarla yıkıntılar arasından bitiveren sarı tulumlu adamların canhıraş feryatları arasından tek kelimeyi seçebildiler: Yukarı!
Hepsi yukarı, ormanlık alana doğru tırmanmaya başladı. Daisuke Nagata’nın karısını bir itfaiyeci kucakladığı gibi götürdü.
Nagata, torunlarının elinden tutmuş, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle tırmanıyordu yokuş yukarı.
Bir ara itfaiyeciler çocukları da kucaklayıp götürdüler, onları götürüyor, gelip başkalarını alıyorlardı.
Nagata daha yavaş yürümeye koyuldu.
Arada dönüp bakıyordu.
Deniz, gökle birleşmeyi reddediyordu, ortada o sonsuz dengeyi biz faniler kavrayabilelim diye çekilmiş kusursuz çizgiden eser kalmamıştı.
Nagata gözlerini kıstı, öyle baktı.
Hemen başını çevirdi, bir an önce torunlarının yanına ulaştı.
İkisinin de ellerini tuttu.
Deniz evini, mahallesini, geçmişini yutarken o torunlarını oyalayacak sözler bulmaya çabalıyordu.
Hayat altüst oldu, kafile kendini bir spor salonunda buldu.
Veletler öylesine yorulmuşlardı ki, dipsiz uykuya dalmışlardı.
Nagata ile karısı yan yana oturmuş, konuşmadan başka yönlere bakıyorlar, arada bir kısaca göz göze geliyor, başlarını önlerine eğiyorlardı.
Daisuke Nagata kalkıp dışarı çıktı. Hava buz gibiydi, ama bir katile yakışmayacak temizlikteydi.
Emekli işçi derin derin soluklandı.
Karısı, oğulları, gelinleri ve torunları sağdı.
Pek çok dostu ortada yoktu, bu çok acı vericiydi.
Ama cesetleri bulunmadığı sürece onlardan umudu kesmek için sebep de yoktu. Torunları yanındaydı.
Sahne, dekor, anlam, her şey değişmiş, ama Daisuke Nagata’nın gelecek planı aslında bozulmamıştı.
Ertesi gün de böyle geçti.
Spor salonuna birileri daha geldikçe, içeride birileri gözyaşlarına boğuluyordu. Nagata dışarı çıkıyor, soluklanıyor, dönüyordu.
Gece karanlıkta ne yapıp ediyor, torunlarının yüzlerini görmeyi, yanaklarına dokunmayı beceriyordu.
Sonra, artık dışarı çıkmayın, dediler.
Sonra Nagata pencereden, uzakta, yıkıntıların arasında açılmış çamurlu yolda şirket arabasını gördü.
Gelip Nagata’yı aldılar.
Santrala götürdüler.
Kendisinden bir-iki yıl önce ve kendisiyle birlikte emekli olmuş başka işçiler de oradaydı.
Nükleer felaket yaklaşıyordu.
Canavarın yolunu kesmek için ölüme gönderilecek ve asla kahraman da olmayacak, yani aslında gözden çıkarılacak birileri gerekmiştİ.
(Şimdi burada ayaklarımız yere basıyoruz!)
Ve hangi vicdansız muktedir dallamanın aklına geldiyse,
“nasılsa fazla ömürleri kalmadı, emekli nükleer santral işçilerini getirelim, radyasyonu onlar yesin, onlar ölsün”
diye önermiş, kim bilir hangi insafsızlar bunu kabul etmişti.
Şu son paragraf hariç yukarıdaki her şeyi uydurdum, tahmin edebileceğiniz gibi. Bu hikâyeciği Başbakan Erdoğan’a ithaf ediyorum.
Kendisi buyurdular ki:
“Riski olmayan hiçbir yatırım yoktur.
Yani evinize Aygaz tüpü de o zaman koymamak gerekir...”
Böylece, nükleer enerji savunusu literatürüne sahici katkı yaptı.
Doğrusu, tüp gaz karşılaştırması, şimdiye dek, gözleri dolar işaretli uluslararası tekel CEO’larının bile aklına gelmemişti.
Başbakanın
-umalım ki-
akıl edemediğiyse şu:
“Rizk”
dediği şeyi taşıyanlar hiçbir zaman, nükleer santral ihalelerinden para kazananlar değildir.
Hiçbir nükleer firması CEO’su ya da hükümet başkanı bile bile radyasyondan ölüme gönderilmemiştir.
Ve Daisuko Nagata’nın Mehmet Ali versiyonu, belki de başbakan ve biz bu dünyadan göçtükten bir kuşak sonra, torunlarına son defa bakmaya cesaret edemeden radyasyona doğru yürürken oraya o santralı kuranları mutlaka anacaktır.
Üstelik benzerleri en korkunç şekilde yaşanmış ağır bir insanî trajedi ihtimalinden “yatırım” diye söz eden bir dindar...
Yazık.
Ne kutsal şeymiş şu kapitalizm...
Hayat bilgisi bahisleri - 02.04.2011
Ne kitapmış ama!.. - 26.03.2011
Ne kutsal şeymiş şu kapitalizm - 19.03.2011
Bildiğimi okuyorum, ‘hassasiyetle izleyin’ - 12.03.2011
Aferin, pek güzel yapıyorsunuz! - 05.03.2011
Tunus’la Mısır’dan çaktık, sıra Libya dersinde - 26.02.2011
Mısır Devrimi Batı’ya da yarasa - 12.02.2011
Mısır Devrimi – hızlandırılmış kurs - 05.02.2011
Elbette devlet suçlu, Pınar Selek suçsuz - 29.01.2011
Rüyada tıksırık görmek neye delalettir - 22.01.2011
Caniler, yüzsüzler, yüreksizler hakkında - 15.01.2011
Sultan şöyleydi, böyleydi. Nah öyleydi! - 08.01.2011
‘İyi seneler’ yazısı - 01.01.2011
Kürt ‘Kürdüm’ demez, dersek biz deriz - 25.12.2010
Ahmet’i andık, ne iyi ettik - 18.12.2010
Öğrencileri şiddete itmek, klasik sağcı politikadır - 11.12.2010
Beynimi tıklıyorum, bilincim kapalı - 04.12.2010
‘Devlet girdi’nin ötesi berisi - 27.11.2010
Valla sadece yardımcı olmaya çalışıyorum - 20.11.2010
Yürüyelim beyler! - 13.11.2010
Artık kolay maç yok - 06.11.2010
Kafası karışanlara Hrant davası kılavuzu - 30.10.2010
Kafası karışanlara Hrant davası kılavuzu - 29.10.2010
KCK davasına direkman Cemil Çiçek baksa - 23.10.2010
Senin soykırımcın kötü, benimkilere laf yok - 16.10.2010
‘Cemaat’ örgüt müdür, değil midir, nedir? - 09.10.2010
İnternet yasakları giderek genişliyor - 02.10.2010
Üzüntünü yiyeyim, sana bişey olmasın - 25.09.2010
Sosyalistlikten istifa işlemleri tamamlanıyor - 18.09.2010
Adalet Hanım’a yumurta atmak - 11.09.2010
Ne kutsal şeymiş şu kapitalizm AÇIN TÜRKİYE'NİN ÖNÜNÜ Ümit Kıvanç 19 03 2011 pazar
Emekliye ayrıldığının ertesi günü Daisuke Nagata’yı gören olmadı.
Çok yakında oturan oğulları her yeri aramaya koyuldular.
Gelinler telefonu bütün gün ellerinden bırakmadılar.
Komşular birbirlerine gidip gelip alçak sesle fısıldaştılar.
Telaş etmeyen sadece karısıydı. Geçip köşesine oturdu ve bekledi.
Nitekim akşama doğru Nagata çıktı geldi.
Yüzünde başka herkesi de rahatlatan öylesine huzurlu bir ifade vardı ki, kimse “aklımızı aldın”
diye çıkışamadı.
Gece vakti, ısrar etti, oğulları, gelinleri, torunlarını alıp toplaştılar.
Nagata onlara, artık çalışmayacak olmayı hazmettiğini, bundan böyle kendini torunlarına adamak istediğini anlattı.
Sabah mahalleden dışarı, yukarı, ormanlık alana vurmuş, denizi ve santralı gören yüksekçe bir yerde, ağaç altında oturmuş, kendini kâh dinlemiş, kâh yatıştırmış, sonunda, denizle göğün birleştiği çizgiden başka şey görmez olmuştu. Denge yerindeydi.
Oğullarından, gelinlerinden tek isteği, torunlarıyla olabildiğince çok zaman geçirmesine imkân vermeleriydi.
Onlara orman içinde minik kulübeler yapacak, ahşap işlemeyi öğretecekti.
Çocukluğunda bu işi pek iyi becerirdi, ama çalışmaya başladıktan sonra, mesai dışında anca dinlenmeye ve uyumaya zaman bulabilmişti.
Yıllarca çalıştıktan sonra hak kazanabildiği bir haftalık tatilinde karısıyla gittikleri birkaç şehirden hep ahşap heykelcikler, ufak maketler alıp dönmüştü.
Oğulları ve gelinleri, gün boyu yürekleri ağızlarında babayı aradıktan ve her türlü berbat ihtimali akıllarından geçirdikten sonra, şimdi öylesine rahatlamışlardı ki, seve seve kabul ettiler emekli işçinin dileğini.
Ufaklıklar nasıl olsa dedelerini çok seviyorlardı.
Daisuke Nagata, korkunç depremde hemen torunlarına koştu. Neyse ki sağlamdılar.
Ufaklıklardan birinin, o sırada büyük ciddiyetle yapmakta oldukları minik ahşap evi yerle bir olmuş çatının altından bulup kurtardığını görünce, Nagata’nın gözlerinden yaşlar süzüldü.
Sonra deniz geldi.
Emekli işçi ve çevresindekiler, ellerinde megafonlarla yıkıntılar arasından bitiveren sarı tulumlu adamların canhıraş feryatları arasından tek kelimeyi seçebildiler: Yukarı!
Hepsi yukarı, ormanlık alana doğru tırmanmaya başladı. Daisuke Nagata’nın karısını bir itfaiyeci kucakladığı gibi götürdü.
Nagata, torunlarının elinden tutmuş, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle tırmanıyordu yokuş yukarı.
Bir ara itfaiyeciler çocukları da kucaklayıp götürdüler, onları götürüyor, gelip başkalarını alıyorlardı.
Nagata daha yavaş yürümeye koyuldu.
Arada dönüp bakıyordu.
Deniz, gökle birleşmeyi reddediyordu, ortada o sonsuz dengeyi biz faniler kavrayabilelim diye çekilmiş kusursuz çizgiden eser kalmamıştı.
Nagata gözlerini kıstı, öyle baktı.
Hemen başını çevirdi, bir an önce torunlarının yanına ulaştı.
İkisinin de ellerini tuttu.
Deniz evini, mahallesini, geçmişini yutarken o torunlarını oyalayacak sözler bulmaya çabalıyordu.
Hayat altüst oldu, kafile kendini bir spor salonunda buldu.
Veletler öylesine yorulmuşlardı ki, dipsiz uykuya dalmışlardı.
Nagata ile karısı yan yana oturmuş, konuşmadan başka yönlere bakıyorlar, arada bir kısaca göz göze geliyor, başlarını önlerine eğiyorlardı.
Daisuke Nagata kalkıp dışarı çıktı. Hava buz gibiydi, ama bir katile yakışmayacak temizlikteydi.
Emekli işçi derin derin soluklandı.
Karısı, oğulları, gelinleri ve torunları sağdı.
Pek çok dostu ortada yoktu, bu çok acı vericiydi.
Ama cesetleri bulunmadığı sürece onlardan umudu kesmek için sebep de yoktu. Torunları yanındaydı.
Sahne, dekor, anlam, her şey değişmiş, ama Daisuke Nagata’nın gelecek planı aslında bozulmamıştı.
Ertesi gün de böyle geçti.
Spor salonuna birileri daha geldikçe, içeride birileri gözyaşlarına boğuluyordu. Nagata dışarı çıkıyor, soluklanıyor, dönüyordu.
Gece karanlıkta ne yapıp ediyor, torunlarının yüzlerini görmeyi, yanaklarına dokunmayı beceriyordu.
Sonra, artık dışarı çıkmayın, dediler.
Sonra Nagata pencereden, uzakta, yıkıntıların arasında açılmış çamurlu yolda şirket arabasını gördü.
Gelip Nagata’yı aldılar.
Santrala götürdüler.
Kendisinden bir-iki yıl önce ve kendisiyle birlikte emekli olmuş başka işçiler de oradaydı.
Nükleer felaket yaklaşıyordu.
Canavarın yolunu kesmek için ölüme gönderilecek ve asla kahraman da olmayacak, yani aslında gözden çıkarılacak birileri gerekmiştİ.
(Şimdi burada ayaklarımız yere basıyoruz!)
Ve hangi vicdansız muktedir dallamanın aklına geldiyse,
“nasılsa fazla ömürleri kalmadı, emekli nükleer santral işçilerini getirelim, radyasyonu onlar yesin, onlar ölsün”
diye önermiş, kim bilir hangi insafsızlar bunu kabul etmişti.
Şu son paragraf hariç yukarıdaki her şeyi uydurdum, tahmin edebileceğiniz gibi. Bu hikâyeciği Başbakan Erdoğan’a ithaf ediyorum.
Kendisi buyurdular ki:
“Riski olmayan hiçbir yatırım yoktur.
Yani evinize Aygaz tüpü de o zaman koymamak gerekir...”
Böylece, nükleer enerji savunusu literatürüne sahici katkı yaptı.
Doğrusu, tüp gaz karşılaştırması, şimdiye dek, gözleri dolar işaretli uluslararası tekel CEO’larının bile aklına gelmemişti.
Başbakanın
-umalım ki-
akıl edemediğiyse şu:
“Rizk”
dediği şeyi taşıyanlar hiçbir zaman, nükleer santral ihalelerinden para kazananlar değildir.
Hiçbir nükleer firması CEO’su ya da hükümet başkanı bile bile radyasyondan ölüme gönderilmemiştir.
Ve Daisuko Nagata’nın Mehmet Ali versiyonu, belki de başbakan ve biz bu dünyadan göçtükten bir kuşak sonra, torunlarına son defa bakmaya cesaret edemeden radyasyona doğru yürürken oraya o santralı kuranları mutlaka anacaktır.
Üstelik benzerleri en korkunç şekilde yaşanmış ağır bir insanî trajedi ihtimalinden “yatırım” diye söz eden bir dindar...
Yazık.
Ne kutsal şeymiş şu kapitalizm...
Hayat bilgisi bahisleri - 02.04.2011
Ne kitapmış ama!.. - 26.03.2011
Ne kutsal şeymiş şu kapitalizm - 19.03.2011
Bildiğimi okuyorum, ‘hassasiyetle izleyin’ - 12.03.2011
Aferin, pek güzel yapıyorsunuz! - 05.03.2011
Tunus’la Mısır’dan çaktık, sıra Libya dersinde - 26.02.2011
Mısır Devrimi Batı’ya da yarasa - 12.02.2011
Mısır Devrimi – hızlandırılmış kurs - 05.02.2011
Elbette devlet suçlu, Pınar Selek suçsuz - 29.01.2011
Rüyada tıksırık görmek neye delalettir - 22.01.2011
Caniler, yüzsüzler, yüreksizler hakkında - 15.01.2011
Sultan şöyleydi, böyleydi. Nah öyleydi! - 08.01.2011
‘İyi seneler’ yazısı - 01.01.2011
Kürt ‘Kürdüm’ demez, dersek biz deriz - 25.12.2010
Ahmet’i andık, ne iyi ettik - 18.12.2010
Öğrencileri şiddete itmek, klasik sağcı politikadır - 11.12.2010
Beynimi tıklıyorum, bilincim kapalı - 04.12.2010
‘Devlet girdi’nin ötesi berisi - 27.11.2010
Valla sadece yardımcı olmaya çalışıyorum - 20.11.2010
Yürüyelim beyler! - 13.11.2010
Artık kolay maç yok - 06.11.2010
Kafası karışanlara Hrant davası kılavuzu - 30.10.2010
Kafası karışanlara Hrant davası kılavuzu - 29.10.2010
KCK davasına direkman Cemil Çiçek baksa - 23.10.2010
Senin soykırımcın kötü, benimkilere laf yok - 16.10.2010
‘Cemaat’ örgüt müdür, değil midir, nedir? - 09.10.2010
İnternet yasakları giderek genişliyor - 02.10.2010
Üzüntünü yiyeyim, sana bişey olmasın - 25.09.2010
Sosyalistlikten istifa işlemleri tamamlanıyor - 18.09.2010
Adalet Hanım’a yumurta atmak - 11.09.2010