Azsonra Birazdan Şimdi Biz Türkiye'yiz. MarmaraYenikapı Ahsarla #etiket

8 Mart 2011 Salı

öcalan bana değil yandaşlarına seslensin şivan perver 09 03 2011 çarşamba

http://kutuphane.akparti.org.tr


KUM SAATİ 06  03  2011 Ahmet Altan Medya mahallesi Mahalleyi telaş aldı


Bu karışık dönemden geçerken çeşitli olaylarda değişik insanlardan hep aynı sözleri duyarız, “Ben onu tanırım, asla yapmaz”. Öyle bir zamandan geçiyoruz ki bu sözün artık bir kıymeti kalmadı. Çünkü tanıdığımız ya da tanıdığımızı sandığımız insanlar, bizim hatırladığımızdan çok farklı birine dönüşebiliyorlar.Ya da biz daha önce görmediğimiz, bilmediğimiz çok farklı yanlarını görüyoruz.


CNN’de Medya Mahallesi programını yapan Ayşenur Arslan’ı çok eskiden tanırım.

Eğer bana, onun bir “psikolojik savaş elemanı” gibi ekrana çıkıp, milyonlarca insanın gözüne bakarak hiçbir utanma hissetmeden yalan söyleyebileceğini söyleselerdi buna inanmazdım.

“Öyle biri değildir, asla yapmaz” derdim.

Ve, yanılırdım.

Geçen sabah onun programına bakıyordum.

“Medyadaki hataları ve yanlışları” ortaya koymayı amaçlayan programında Yazgülü Aldoğan’la konuşuyordu.

Taraf gazetesiyle ilgili söylediklerini duyunca öyle donup kaldım.

Aynen şöyle söyledi:

“Yaptıkları haberlerin yüzde doksanı yalan çıkan Taraf gazetesi...”

Manüplasyonun, yalanın, iftiranın, utanmazlığın bir sınırı vardır diye düşünüyor insan ve böylesine arsız bir cüretle karşılaştığında gerçekten soluğu kesiliyor.

Şimdi Ayşenur Arslan’a medya programı yaptıran CNN kanalından ve Arslan’dan rica ediyorum.

Taraf gazetesinin haberlerinin “yalan çıkan” yüzde “doksanını” ekranda sıralasınlar.

Biz de bu gazeteyi kapatalım.

Yüzde doksanı yalan çıkan haberler yayınlamak için bunca insanın, bunca çile çekerek çabalamasının bir anlamı yok çünkü.

Ama bunu yapamazlar.

Çünkü Arslan, CNN ekranından pervasızca yalan söyledi.

Bir gazeteci, yalan olduğunu, kanıtlayamayacağını, rezil olacağını bile bile niye yalan söyler?

Niye kendi adını ve geçmişini böylesine bir kalemde silecek bir iş yapar?

Bir insan kendi adından ve dürüstlüğünden ne karşılığında vazgeçer?

Darbelere, çetelere, cuntalara, yolsuzluklara karşı çıkan bir gazeteyi karalamak için niye dürüstlüğü çiğner de geçer?

Bu kadar kasıtlı, bu kadar rahat yalan söyleyen, bu kadar rahat karalayan birine hangi amaçla program yaptırılır?

Bu yapılanın gazetecilikle, televizyonculukla, dürüstlükle ne alakası var?

CNN gibi bir televizyon kanalının ekranında, Ayşenur Arslan gibi biri, yalan olduğu daha söylendiği anda belli olan bir yalanı bu kadar fütursuzca söyleyebiliyorsa, bu ülkenin insanları, neye ve kime güvenecek?

Gazetelere mi, gazetecilere mi, televizyonlara mı?

Burada önemli olan, insanı kızdıran Taraf’la ilgili yalan söylenmesi değil, yalanın bu kadar rahatça, ölçüsüzce, aldırmazca söylenmesi.

Bugün Taraf için yalan söyleyip gerçekleri saptıran, yarın başka bir konuda izleyicilerini aldatacaktır.

Siz halka yalan söylemekten, gerçekleri çarpıtmaktan, çürütmecilikten çekinmiyorsanız, artık sizi durduracak hiçbir sınır, hiçbir ölçü kalmamış demektir.

Artık gerçekleri istediğiniz gibi saklar, halkı istediğiniz gibi aldatırsınız.

Biz, merkezine otoriterliğin yerleştiği, askerin siyasete egemen olduğu, halkın büyük kesiminin aşağılandığı, haklarının gasp edildiği bir sistemin değişmesi için mücadele ediyoruz, bu sistemin de bize karşı dövüşmesini, bizi mahkemelere göndermesini, sistemin yandaşlarının bize çatmasını da normal karşılarız ama savaşın bile bir kuralı vardır, bu sistemi koruyabilmek için bu ölçüde düzeysizleşilmesini bizim anlamamız pek kolay değil.

Aslında, bu tür yalanların bir çaresizlik sonucu olduğunu biliyorum.

Bütün iskeleti, kirliliği, çürümüşlüğü ortaya çıkan bir yapının sığınacak yalandan başka yeri yok ama yalan hiçbir sistemi korumaya yetmez.

CNN ekranında her sabah yalan söylense, bu, sistemi korumaya yeter mi?

Danıştay cinayetini mi, bile bile korunmayan karakolları mı, topraktan fışkıran silahları mı, faili meçhul cinayetleri mi, darbe planlarını mı, iktidar partisinin ailelerini fişleyen MİT elemanlarının gizli bir güç tarafından korunmasını mı, Kürtlerin, dindarların, Alevilerin, aydınların uğradığı haksızlıkları mı, Beşikçi’nin bir kelime için mahkûm olmasını mı saklayabilecekler, bunları ortaya çıkaran gazeteler hakkında yalan söyleyerek?

Nafile bir çaba bu.

Her yalan, her çarpıtma, her iftira bu sistemin nasıl tefessüh ettiğini biraz daha fazla ortaya koyuyor.

CNN kanalı için de, Arslan için de üzüldüm aslında.

Hiçbir sonuç vermeyecek bir iş için kendilerini böyle lekelemelerine değmezdi.

ahmetaltan111@gmail.com


Diğer Ahmet Altan Makaleleri:

   1. Medya mahallesi - 06.03.2011
   2. MİT’çi ve fatura - 05.03.2011
   3. Bu nasıl iş... - 04.03.2011
   4. Kürtler ve Kıbrıs - 03.03.2011
   5. Dindarlık ve silah - 02.03.2011
   6. Kayıp kuşak - 01.03.2011
   7. Sarkozy, işçi, Dersim - 27.02.2011
   8. AKP, CHP ve işçiler - 26.02.2011
   9. İşçi katliamı - 25.02.2011
  10. Delilik - 24.02.2011
  11. Kaddafi ve ödül - 23.02.2011
  12. Libya ve Susurluk - 22.02.2011
  13. CHP’lilere uyarı - 20.02.2011
  14. Konuşma - 19.02.2011
  15. Ağır kusur - 18.02.2011

KOZMİK KÖŞE 07  03  2011 Mehmet Baransu Mahalleyi telaş aldı

Irkçılığın, nefret suçunun, karalamanın, iftiranın, yalanın, manipülasyonun gazetecilik olarak adlandırıldığı bir siteye yapılan baskının ardından bizim mahalleyi bir telaş aldı. Yüzlerce gazeteci yargılanırken seslerini çıkarmayanlar, basın ve ifade özgürlüğünden bahsetmeye başladı.

Kafes Eylem Planı’nı yazdığım için hakkımda tutuklama kararı istendiğinde ortalıkta yoktular. Yazmadığım haber için 10 yıl hapis talep edildi, zamanaşımına rağmen Genelkurmay’ın emriyle hakkımda zorla yine 10 yılla dava açtırıldı seslerini kıstılar. PKK baskınlarının önceden bilindiğini, askerlerin pisipisine öldürüldüğünü belgeleriyle yazdım. Bu suç belgelerine birileri “gizli” dedi ve beş ayrı davada 50 yılla yargılanmaya başladım, kafalarını kuma gömdüler. Genelkurmay’ın milletvekillerini, profesörleri, vatandaşları kanunsuz dinlediğini belgelediğimde, hakkımda 10 yıl hapis cezasıyla dava açıldı, “olur böyle şeyler” dediler. Yüzlerce gazeteci binlerce davayla yargılanırken gıkları çıkmadı. İçlerinden biri beni ve bir arkadaşı Genelkurmay Başkanı’na ispiyonladı. Bir diğeri “Mehmet Baransu tutuklansın, Kelebek Bar’da şampanya patlatacağım” dedi.

Bakmayın siz “Bağcılar Medyası’nın” şu sıralar gazetecilere özgürlük söylemlerine. Ne Soner Yalçın ne Nedim Şener ne de Ahmet Şık onların umurlarında. Varsa yoksa dertleri, soruşturmalar kendilerine uzanmadan bu işin nasıl kapatılacağı?

Ergenekon, Ayışığı, Sarıkız, Eldiven, Balyoz.. derken sıranın 28 Şubat darbesine geldiğini görüyorlar. Bütün telaş ve korkunun sebebi bu. Hükümeti yıkmaya teşebbüsün ne anlama geldiğini, cezasının kaç yıl olduğunu anlayacak kadar kültürlüler.

Balyoz Darbe Planı’nda alınan kararlara, fişlemelere temel teşkil eden emirlerin 28 Şubat sürecinde verildiğini gayet iyi biliyorlar. İddianamenin ekleri arasında bu emirleri gördüler. 28 Şubat darbesinin yargılanması demek, bizim mahallenin de soruşturulması anlamına geliyor. Onlar suç ortaklığından öte, suçu bizzat işlediler.

Bakmayın öyle gazetecilik ahlakından bahsettiklerine. 28 Şubat darbesinde tüm ahlaklarını, namuslarını bir kenara bırakıp, darbeyi askerlerle birlikte organize ettiler. Önce “büyük güne” hazırlık için milyonları tasfiye amaçlı fişlediler. Durumdan vazife çıkarıp, darbeyi aşama aşama uygulamaya soktular. “McCarthy dönemi gibi” o günlerde mahalle mahalle cadı avı yaptılar. Birileri tel örgü içerisinde “Bir raporluk işin var” diyerek tehdit yaparken, onlar ortalıkta “Bir manşetlik işin var” tehditleri savuruyordu.

28 Şubat darbesinin “bin yıl süreceğine” o kadar iman ettiler ki işledikleri suçu manşetlerde, ekranlarda göstermekte sakınca görmediler. Milyonların önünde, darbeye giden yolun tüm taşlarını döşediler. “Gerekirse Silahlı Kuvvetler silah kullanır” tehdidiyle de seçilmiş hükümeti alaşağı ettiler. Patronları da hükümetler kurup, ihaleler, krediler ve kaçırdıkları vergilerle servetlerine servet kattılar. Bu ülkenin hazinesini soydular.


Sonun yaklaştığını görüyorlar. Şimdi sıranın kendilerine geldiğini düşünüyorlar. Üstelik bu kez belgeler üzerinde ıslaktı, kuruydu tartışması yaptıramayacaklarını da çok iyi biliyorlar.

Gazeteci Nazlı Ilıcak’ın “Andıç” belgesini ortaya çıkarmasına kadar Karargâh’ta tüm darbe planlarına numara verildiğini, altına imza atıldığını iyi biliyorlar. Ilıcak’ın Andıç’ı ortaya çıkarmasından sonra Karargâh’ın darbe planlarına imza koymaktan vazgeçtiğinin de bilincindeler.

İşte bu yüzden 28 Şubat darbesi belgelerinin tamamen ıslak, orijinal ve kayıt numaralı, tartıştıramayacakları, kafaları bulandıramayacakları belgeler olduğunun farkındalar. “Bu soruşturmalar 28 Şubat’a uzarsa kurtuluş şansımız yok” telaşındalar.

O günlerde yaptıklarını kendileri gibi halk da unutmadı. Yargının da unutmayacağından korkuyorlar. 28 Şubat’ı yargılayacak cesur bir savcının bir gün ortaya çıkacağını biliyorlar. Kamyon kamyon belgenin adalete teslim edileceğini, binlerce tanığın savcıya kimlikleriyle konuşacaklarının da farkındalar.

Mahalleden bazılarının şu sıralar muhafazakâr medyayı dolaşıp, “Ben o günlerde bir şey yapmadım” demesinin nedeni de korkuları. Ne Nedim ne de Ahmet onlar için önemli. Neden bu kadar telaşlanıp, ortalığı ayağa kaldırdıklarını, basın özgürlüğünden dem vurmalarını şimdi anladınız mı?



MİT’çileri bir korku sardı!

Kimse bilmez ama bizim mahallede bir de MİT adına gazetecilik yapanlar var. Şu sıralar Taraf’a ve bana saldırmakla meşguller. Bunu da milyonların gözü önünde, yalan söyleyerek yapıyorlar. 28 Şubat’ın en önemli aktörleri arasında yer alan MİT mensubu bu sözde üç gazetecin telaşını anlayabiliyorum. MİT’in psikolojik savaş elemanları, gerçeklerin bir gün ortaya çıkacağı, MİT’ten aldıkları maaşın belgeleneceği korkusunu artık gün gün taşıyorlar.

Onlar yazdıklarımızın yüzde yüz doğru olduğunu biliyor da millet onların MİT’in maaşlı elemanı olduğunu “şimdilik bilmiyor”.


mbaransu@gmail.com


Diğer Mehmet Baransu Makaleleri:

   1. Mahalleyi telaş aldı - 07.03.2011
   2. Cuntanın ajandası ve tezgâhtaki namuslar - 28.02.2011
   3. Muvazzaflar kurtarılsın! - 14.02.2011
   4. İspat mı istemiştin - 07.02.2011
   5. ‘Hacı’yatar - 31.01.2011
   6. İmtiyazlı eşitlik! - 24.01.2011
   7. ‘Topyekûn savaş’ - 17.01.2011
   8. ‘YAŞ’ın Şûra’sı, burası - 10.01.2011

Gerçek ismi: Yılmaz Pütün
Namı: Çirkin Kral
Doğum tarihi: 01/04/1937
Doğum yeri: Adana
Eğitimi: İktisat Fakültesi
Ölüm Tarihi: 09/09/1984
Ölüm Yeri: Paris

Sinema öncesi :Yılmaz Güney'in gerçek adı Yılmaz Pütün'dür.
1937 yılında, Siverek'in bir köyünde,topraksız bir ailenin iki çocuğundan biri olarak dünyaya geldi.
10 yaşındayken evden kaçarak Adana'daki akrabalarının yanına gitti.
Bir süre Kemal ve And Film şirketlerinin bölge temsilcisi olarak çalıştı. Üniversite okumak üzere Ankara'ya gitti ve Atıf Yılmaz ile tanıştı.
Bu süreçde bir yandan da hikayeler yazıyordu.
Daha sonra Atıf Yılmaz'ın da desteğiyle sinemada çalışmalarına başladı.
16 Mart 1972 tarihinde hakkında açılan bir dava nedeniyle tutuklandı.
Yapılan yargılama sonucu 10 yıl ağır hapis ve sürgün cezasına çarptırıldı. 1974 Eylülünde, bir cinayet olayına adı karıştı ve on dokuz yıl mahkum edildi. Cezaevindeyken GÜNEY adlı bir sanat-kültür dergisi çıkardı.
 13. sayıdan itibaren 12 Eylül darbesi sonucunda dergisi kapatıldı ve hakkında yazdıklarından ötürü 10 ayrı dava acıldı.
İstenen ceza toplamı yüzyıl idi.
1981 Ekiminde izinli olarak çıktığı Isparta Cezaevi'ne bir daha dönmeyerek yurt dışına çıktı.


Sinemaya başlaması:Yılmaz Güney, 1959 yılında Atıf Yılmaz'ın yönetmenliğini yaptığı Bu Vatanın Çocukları ve Alageyik isimli filmlerin hem senaryosunu yazar hem de filmlerde rol alır ve oynar.

Karacaoğlan'ın Karasevdası'nda da yönetmen yardımcılığı yapar. Yeni Ufuklar ve On Üç gibi dergilere de öyküler yazan Yılmaz Güney, bir öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılanır ve 1961 yılında bir buçuk yıl hapis cezasına mahkum olur.

İki yıl sonra tekrar kaldığı yerden devam eden Yılmaz Güney, o dönemde daha çok macera filmleri çeker.

Filmlerinde ezilen, hor görülen bir "Anadolu çocuğunun" otoriteye başkaldırısı vardır.

Bu dönemde Çirkin Kral lakabını alır.

Bu dönemdeki en önemli Lütfü Akad'ın yönettiği ve kendisinin yazdığı bir film olan Hudutların Kanunu'dur.

Bu dönem boyunca oyunculuğunu geliştiren Yılmaz Güney, abartısız ve yalın oyunculuk anlayışı bu dönemde artık oturtmuştur.

yılmaz güney Alageyik 1959 filmi tek link
http://www.fileserve.com/file/vwneskU/Alageyikwww.filmindirnet.netKoRS@N.avi

http://www.fileserve.com/file/7HGrr5j/Kasimpasali Recep 1965 VCD CD1www.filmindirnet.netKoRS@N.mpeg

http://www.fileserve.com/file/A4V6SNd/Kasimpasali Recep 1965 VCD CD2www.filmindirnet.netKoRS@N.mpeg

http://www.fileserve.com/file/N9WdF2D/Balatli Arif CD 1www.filmindirnet.netKoRS@N.DAT

http://www.fileserve.com/file/xVFXjVx/Balatli Arif CD 2www.filmindirnet.netKoRS@N.DAT

 Yeni anayasa nasıl yapılmalı  OSMAN CAN  MEHMET UçUM istanbul  08 01 2011 cumartesi

Anayasa hukukçuları Osman Can ve Mehmet Uçum, 2011 seçimlerinin ardından gündeme gelmesi beklenen yeni anayasa için izlenmesi gereken yolu Taraf’a yazdılar:
80 Anayasası’yla bütün organik bağlar koparılmalı


Yeni anayasa sürecine girilirken, bu anayasanın yapımıyla ilgili önemli sorular gündeme geliyor. Bunlardan biri yeni anayasa yapmak için yetkinin kimden veya hangi kuraldan alınacağı sorusudur. İkinci soru ise anayasanın TBMM’de yazılmasının ve kabulünün yöntemi nasıl belirlenecek, örneğin bu yeni Anayasa yürürlükteki Anayasanın kurallarına göre mi yapılacak? Bu sorulara verilecek yanlış cevapların yıkıcı sonuçları olabilir.

Demokratik bir anayasacılıkta kurucu irade, toplumun demokratik ve katılımcı yöntemlerle billurlaşmış, barış içinde bir arada yaşamayı hedefleyen iradesidir. Bu irade toplumun demokratik temsilcileriyle bir anayasa metnine dönüştürülür. Yani bir asistanlık hizmeti verilir. Ardından ortaya çıkan metin, yeniden toplumun onayına sunulur. Bu irade kendi yarattığı tüm kurumları bağlar, ancak toplumun ve sonraki kuşakların kurucu iradesini hiçbir surette bağlamaz. Yaşayan toplum gerekli gördüğü her durumda harekete geçerek yeni bir anayasa üretebilir. Bunu engelleyecek hiç bir kurumsal irade olamaz. Çünkü toplum iradesiyle çatışan kurumsal iradeler zaten meşruiyetini kaybetmiş iradelerdir.

Türkiye’de yüz yıllık baskıcı ve tasarımcı bir devlet anlayışına dayanan politik karar tercihinin hazırlanan tüm anayasa metinlerinde yansıma bulduğunu, anayasaların her defasında yeniden yazılmış olmasına rağmen, derinde yatan temel siyasal kararın, buna derin anayasa diyelim, hiç değişmediğini, 1924, 1961 ve 1982 anayasalarında rahatlıkla görebiliyoruz. Hiçbir anayasa metninde devletin bürokratik iktidar haritası değişmedi, yalnızca tahkim edildi. Bunun özgürlük ve katılım sorunlarını üreten ve demokrasiyi engelleyen ana dinamik olduğu görülmedi. Bunu görmeyenlerin başında anayasa hukukçuları gelmektedir. İkinci kanıtı ise Anayasa Mahkemesi bize sunuyor. Anayasa Mahkemesi’nin 1970’li yıllardan başlayarak, anayasa değişikliklerini anayasa metninde yazan açık yasaklayıcı hükümlere rağmen, sözü edilen temel politik karara uygunluğa tabi tutarak iptal etmesi ve bu pratiği Türkiye’de 2008 ve 2010 yıllarında sürdürmesi, derin anayasa ile anayasa metninin birbirinden farklı olduğunu açıkça gösteriyor. Bu yaklaşım mahkemenin diğer içtihatlarının, hatta Yargıtay ve Danıştay içtihatlarının ortak paydasıdır. Dolayısıyla Türkiye’deki anayasalar siyasal birliğin biçimi ve tarzı hakkındaki temel kararın ne olduğunu belirleyen sonsuza kadar geçerlilik iddiasındaki bu tarihsel kurucu iradenin her dönemdeki farklı görünüm biçimlerinden başka bir şey değildir.

Derin anayasa ile anayasa metni arasındaki bu ayrımın, Nasyonal Sosyalistlerin Başhukukçusu Carl Schmitt’in öngörüsü ve arzusuyla birebir örtüşüyor olması, herhalde övünülecek bir durum değildir.

Demokrasi, derin anayasa ile anayasa metni ayrımının bulunmadığı, temel siyasi kararın toplum tarafından verildiği, bunun anayasa metninde yazılı olduğu, tüm kurumların yalnızca bu anayasa metninden hukuksal meşruiyet aldıkları, toplumun ise bu metni gerekli gördüğü her durumda yenisiyle ikame etme yetkisine sahip olduğu bir siyasal kültürün adıdır. Anayasa bir toplumda söylenmiş ve söylenebilecek son söz değildir. Kuruculuk yetkisi yalnız ve yalnız toplumdadır, bunu kullanmak için kurumsal iradeleri umursamak zorunda değildir. Toplumun önceki kurucu iradeyle bağlı olması yalnızca kendini inkâr, köleliğe razı olması anlamına gelir. Önceki derin anayasayı üreten kurucu iradenin son iki anayasada darbe veya darbe koalisyonu iradesi olarak tecelli ettiğini göz önünde bulundurduğumuzda, mevcut anayasanın referanslarına ve öngördüğü usule uyma taleplerinin ne anlama geldiğini minimum demokrasi kaygısı taşıyanlara hatırlatmak herhalde yeterli olur.

Türkiye’nin bugün tartıştığı yeni anayasa, aynı zamanda yeni kuruculuk olmayacaksa herhangi bir anlam ifade etmeyecektir. Yüz yıllık temel siyasal karar yerine toplumsal irade esas alınmayacaksa, yeni anayasa için uğraşmaya gerek yoktur. Çünkü yapılacak olan 1961 veya 1982’deki gibi göstermelik bir temsiliyet ve halkoylamasından öteye gidemeyecek; hem Türkiye’nin ilk sivil anayasasının yapıldığı müjdelenecek, hem bunun halkın onayıyla gerçekleştiği ifade edilecek, hem de yüz yıllık temel siyasal karar olan derin anayasaya dokunulmayacak. Hiç kimsenin toplumu bu tür bir anlamsızlığa ikna etmesi mümkün değildir.

Toplum darbecilerden ve darbe koalisyonundan daha fazla anayasa yapma hakkına ve gücüne sahip olduğunu artık görüyor. Bunu tüm kurumların, siyasi aktörlerin ve “okumuş”ların görmesinde yarar vardır.

Tüm farklılıklarıyla birlikte demokraside karar kılan ve yeni anayasa yapımına odaklanan Türkiye’de demokratik kuruculuk için, kurucu meclis toplanabilir, ki bu ideali yansıtır. Ancak yeni anayasa sözüyle seçime girmiş partilerden müteşekkil TBMM de kurucu olabilir.

TBMM’de birçok fonksiyon vardır. Bunlardan kanun çıkarma ve mevcut anayasada değişiklik yapma fonksiyonları “kurumsal” yani “mevcut anayasa tarafından tanımlanmış” hukuksal fonksiyonlardır. Ancak TBMM’de hukuksallığın ötesine taşan bir fonksiyon vardır. Bu fonksiyon sosyolojiktir. TBMM toplumun kullandığı oylarla temsil yetkisini verdiği ve bunun sosyolojik-ampirik olarak saptandığı tek merciidir. Yani toplumun temsil edildiği mekân olduğunu saptayabilmek için, hukuksal bir kurala bakmak gerekli değildir. TBMM bu özelliğiyle yeni anayasa yapma iradesini ortaya koyduğu anda, cari anayasal düzen normlarıyla bağlı değildir. Çünkü artık eski anayasal düzene göre “kurulu” bir organ değildir ve o düzenin verdiği yetkilerle harekete geçmemektedir.

Bu yüzden bir “Meclis kararı” ile sürecin başlatılması kuruculuk için ön şarttır. Ancak bu meclis kararı, kurucu bir iradenin başlangıcı olarak kaleme alınmalı, içtüzük ve anayasadan alınan bir yetkinin kullanılmadığını, aksine halkın saptanabilir ve kanıtlanabilir “kuruculuk” yetkisinden doğan özgün bir yetki kullanıldığını ifade etmelidir.

Bu karar, yeni anayasa‘nın hazırlanış, görüşülme, kabul edilme, referanduma sunulma ve onay koşullarını kendi belirlemelidir. Bir norma gönderme yapmamalı, o normun geçerlilik kaynağı olduğuna işaret etmemeli, yalnızca mecliste ortaya çıkan iradeyle anlam kazanmalıdır.

Bu karar asli bir kuruculuk yetkisinin kullanıldığının ilanıdır.

Meclis‘in yüzde 10 barajının ürettiği temsil açığını, en azından anayasa taslağının oluşturulması sürecinde meclis dışı partilere de temsil imkânı sunarak kapatması zorunluluğu da unutulmamalıdır.

Bu nedenle mevcut Anayasa’nın 175. Maddesi’ne ekleme yapmak suretiyle sürecin başlatılması anlayışından kesin bir ifadeyle uzak durulmalıdır. Bu, kuruculuk yetkisinin yürürlükteki Anayasa’dan alındığının ifadesi olacaktır. Bu durumda kuruculuğun 1980 darbecilerinde olduğu kabul edilmiş olacak, derin anayasa yeniden egemen olacaktır. Sonuç ise açıktır: Mevcut anayasanın verdiği yetki kullanılıyorsa, bu yetkinin mevcut anayasanın temel referanslarına aykırı kullanılmaması gerekecektir. Yani aslında 1982 Anayasası’nın kendini yeniden üretmesi sağlanmış olacaktır. Anayasa Mahkemesi’nin bu gerekçeyle devreye girmesi ise ayrı bir sorun oluşturacaktır. Mahkeme’nin 2010 değişikliklerinde dahi esasa girmekten çekinmediğinin hatırlatılmasında yarar vardır.

Unutulmamalıdır ki Türkiye toplumu, tüm siyasi partileriyle birlikte bir Anayasa yapma kararlılığı içinde. Yani kurucu bir karar verilmiş durumda. Bunu da 12 Eylül referandum sürecinde ve sonucunda (evet, hayır veya boykot tarzında) açık irade olarak ortaya koydu. Toplumun bu kararı vermesinin nedeni tüm siyasal ve toplumsal sorunların çözümüne olanak yaratacak yeni bir siyasal yapı ve aygıt isteğidir. Yani devleti yeniden yapılandırma iradesidir. Bu kurucu kararın nasıl bir anayasaya dönüşeceğini de anayasa yapım süreci belirleyecektir.

Bunun için Türkiye toplumunun yeni anayasayı asli kurucu iktidar olarak doğrudan yapması, yani siyasal anayasayı ortaya koyması, temsil eksikliğini giderecek bir yöntemle desteklenmesi kaydıyla 2011 Meclisi’nin yahut Anayasa Meclisi’nin bunu yasalaştırması, önceki anayasaların referans alınmaması, hukukçuların sadece normları formüle etme sürecinde rol oynaması (teknik asistanlık) sürecin özellikleri olarak öne çıkmalıdır.  





Kırmızı çizgisiz anayasa yapılmalı  28 01 2011 cuma HELİN ALP DİYARBAKIR istanbul

Anayasa Çalışma Grubu ve Yeni Anayasa Platformu 2011 Meclisi’ne sunulmak üzere yaklaşık 10 milyon görüş toplamayı amaçlıyor.

Anayasa Çalışma Grubu ve Yeni Anayasa Platformu 2011 Meclisi’ne sunulmak üzere yaklaşık 10 milyon görüş toplamayı amaçlıyor.

 Anayasa Çalışma Grubu’ndan hukukçu Mehmet Uçum ve eski Anayasa Mahkemesi Raportörü Osman Can ile “yeni anayasayı” konuştuk.

Türkiye’deki siyasi partiler bir anayasa taslağı hazırlıyor. Ne düşünüyorsunuz?

Osman Can: Toplum sözleşmesi niteliğindeki bir anayasa, toplumun tüm farklılıklarının kurucu olduğu, altında imzasının bulunduğu bir anayasa olmalıdır.

 Hiçbir siyasi partinin bir taslakla ortaya çıkmasını önermiyoruz.

Siyasi partilerin ortaya koyacakları taslaklar da haliyle halkın değil, kaçınılmaz olarak bu iç politikaların ve kırmızı çizgilerin bir ürünü olur.

 Bu durumda yeni, demokratik ve sivil bir anayasadan değil, yalnızca darbe anayasasının revizyonundan söz edilebilir.

Anayasa sürecindeki çelişki devletle toplum arasında mı yaşanıyor o halde?

Mehmet Uçum: Türkiye’de son yüzyıllık dönemde temel çelişki devlet ile toplum arasındaki çelişkidir.

Devlet,

“Ne Mutlu Türküm”

diyerek kendini Türk hisseden bir çoğunluk üretmeye çalışmış.

Kürtleri, inananları, Alevileri, azınlıkları, kendini yaşam tarzlarıyla farklı hissedenleri göz ardı etmiş.

 Dolayısıyla, toplumla devlet arasındaki bu tersine ilişki çelişkiyi büyütmüş ve birçok çatışma alanı üretmiş.

Bu çatışma alanları toplumun sorunları olarak önümüzde dev gibi duruyor.

Size göre Türkiye’nin asıl ihtiyacı devlet yapısının değişmesi mi?

Mehmet Uçum: Bu devlet yapısı bitmiştir. Bütün kurumlarıyla devletin değişmesi gerekiyor.

 Bunun anlamı Türkiye’nin geleneksel bütün değerlerini, şimdiye kadar ürettiği değerleri ve kuralları, kurumları tasfiye etmek değil.

Baskıcı ve tasarlayıcı devlet anlayışına göre düşünmeyi sıfırlamak.

Mevcut anayasayı bir kenara koyarak, yeni bir toplum sözleşmesi yaratmak anlamına geliyor bu.

Osman Can: Yüz yıllık homojenleştirici, şoven devlet kültürünün üzerine kurulduğu anayasal düzenin Türkiye’de yeri yok artık.

Meclis’teki temsil eksikliği, yani seçim barajı çalışmaları nasıl etkiler?

Mehmet Uçum: Küçük bir yasa değişikliğiyle ortadan kaldırılabilmesine rağmen, sol, sağ veya koalisyon hiçbir iktidar bu düzenlemeye dokunmadı.

Seçime gittiğimiz bu dönemde yine ne iktidar, ne de muhalefet buna dokunmak istiyor.

Yeni anayasanın yapımı konusunda sorun yaratacağı çok açık.

Bunun için önerdiğiniz model ne?

Mehmet Uçum: Meclis, halktan aldığı anayasa yapım yetkisi çerçevesinde bir meclis kararı çıkarır.

Bu karar ile özel komisyon oluşturulur. Bu komisyon alt komisyonlar oluşturarak yeni anayasa esas ve modellerini belirler.

Bir toplumun anayasasında neyin değiştirilemez olacağına kim karar verir?

Osman Can: Bunu herhalde beş generale sormamak gerekir.

Toplumun kırmızı çizgisiz, tabusuz ve önkoşulsuz bir müzakere sürecinde üreteceği anayasada daha farklı, kurucu, birleştirici, barış tesis edici referanslar ve yapısal

modelleri tartışmak zorundayız.

Bu kırmızı çizgilerin kalkması ile yeni sorunlar, yeni karşıtlıklar ortaya çıkar mı?

Mehmet Uçum: Radikal milliyetçiliğin yerine demokrat milliyetçilik diyebileceğimiz bir anlayış hakim olmaya başladı.

İşte kural ve kurum alanında bu kırmızı çizgileri aşacak olan enstrüman da yeni anayasadır.


Azsonra Birazdan Şimdi Biz Türkiye'yiz.