Yasemin Çongar Sen haklıydın Rosa: Ça ira! Ça ira! YA DA 02 04 2011 cumertesi Taraf
* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır.
***
Adını, bugün kendi sınırları içinde bile sayılmayan Levant’ın tuzlu kıyılarında büyümüş esmer ve soylu bir kadından alan ihtiyar kıta, on dokuzuncu yüzyılın son ilkbaharlarından birine girerken, kendisini bekleyen yangından bihaberdi sanırım. 21 Mart 1895 gecesi, bağrında uyuttuğu nice bilgeden biri başını kaldırıp “Nereye” diye sorabilseydi eğer Avrupa’ya, saatlerin savaşa ve faşizme değil, devrime ve özgürlüğe doğru aktığı tahminini işitecekti herhalde ondan. İnsanlığın binlerce yıllık birikiminin kudreti ve zarafeti emsalsiz eserlerini vakarla üzerinde taşıyan görmüş geçirmiş bir anne, öz evlâdının, elindekiyle yetinmeyip isyankâr olabileceğini pekâlâ hesaba katacaktır zira; ama Bach’ın, Beethoven’ın, Michelangelo’nun, Goethe’nin, Dante’nin torunlarının, orada, kendilerini de var eden o bereketli diyarda, yaratmaya değil yok etmeye, âzâde değil zalim olmaya adanmış bir yeryüzü cehenneminin ateşini yakmaya hazırlandıklarını nereden bilsin.
21 Mart 1895 perşembe gecesi, devrime ve özgürlüğe inanan bir genç kadın, ömrünün tam ortasında durduğundan ve sadece yirmi dört yıl sonra, o cehennemin ateşinde ilk yakılacaklardan biri olarak, Avrupa’nın ölümsüz çocukları arasına katılacağından habersiz, Paris’teki odasında oturmuş, kendisi gibi devrime ve özgürlüğe inanan ama aşka bunlardan da çok inanmasını istediği erkeğe öfkeli bir mektup yazıyordu:
“Ruhunla diz çökmeyi de öğren, yalnızca ben kollarımı açıp seni çağırdığımda değil, ben arkamı döndüğümde de. Kısacası, cömert ol, harca, israf et sevgini benim için. Senden bunu istiyorum! Ne yazık ki seninle sürekli birlikte olmak benim kişiliğimi bozuyor, ama bunu bilmek de seninle boğuşmak için güç veriyor bana. Unutma, teslim olmalısın, çünkü sevgimin gücü nasıl olsa sana boyun eğdirecek. Ah sevgilim, Tanrı şahidim olsun, yeryüzünde başka hiçbir çift böyle bir görev üstlenmemiştir: Birbirlerinden bir insan yaratmak...”
Yazarak nefes alan bir kadın
Rosa Luxemburg, kendisinden dört yaş büyük sevgilisi, 1867 Vilnius doğumlu Leo Jogiches’e yazmıştı bu mektubu. Bense şimdi, Luxemburg’un sadece Jogiches’e değil, belki de herbirinden bir “insan” yaratmaya ya da belki onlardaki “insan”ı keşfedip tanıyarak, her seferinde kendi içinden yeni bir “insan” çıkarmaya çalıştığı bütün dostlarına yazdığı mektuplardan oluşan bir kitap okuyorum.
Kitapta, Luxemburg’un, uzunca bir süre elele yürüdükten sonra, 1910’da fena halde kapışıp, karşılıklı argümanları bugün hâlâ ve bence her şeyden ziyade “hız” konusunda bir “hayat dersi” niyetine okunabilecek bir kavgaya tutuştuğu Karl Kautsky’ye yazdığı mektuplar da var; onunla yolunu ayırdıktan sonra bile arkadaşlık etmeyi sürdürdüğü karısı Luise Kautsky’ye yazdıkları da... Tabii, kendisinden on dört yaş büyük arkadaşı, 1907’de “Alman Sosyal Demokrat Partisi’nde topu topu iki erkek kaldık: O ve ben” diyeceği Clara Zetkin’e, ve kendisi gibi 1871’de doğan yoldaşı, Alman Komünist Partisi’ni birlikte kurup, 1919’da, Nazizmi içinde çimlendiren o zehirli çekirdeğin, Freikorps’un emriyle, birlikte infaz edileceği Karl Liebknecht’e yazdıkları da...
Bir hazine bu kitap. Bu isimlerin hepsini işiterek, okuyarak, yazarak, onlara öfkelenip çatarak, tezlerine kıyasıya karşı çıkarak ya da onları severek, hatta örnek alarak; velhasıl, haklarında bolca ahkâm keserek ve belki de tüm bunları, onlardan hiçbirini, hiçbir zaman tam anlamadan, içlerindeki “insan”ı zinhar tanımadan, daha beteri tanımaya da pek çalışmadan büyümüş olanlarımız için bulunmaz bir hazine. Adı: The Letters of Rosa Luxemburg (Rosa Luxemburg’un Mektupları). Britanya merkezli Verso Yayınevi, Luxemburg’a bir doğum günü hediyesi hazırlamış aslında; onun 5 Mart 2011’deki 140. yaşgününe denk getirecek şekilde bastığı kitapta, 1891-1919 arasında, Almanca, Lehçe, Rusça ve Fransızca dillerinde yazılmış tam iki yüz otuz mektubuna yer vermiş. Böylece, daha önce çeşitli başlıklar altında, ayrı ayrı, bölük pörçük ve eksikli yayımlanan “Luxemburg-Jogiches,” “Luxemburg-Kautsky” ve “Luxemburg-Zetkin” yazışmaları, Almancadan sonra İngilizcede de ilk kez derli toplu biraraya getirilmiş oluyor.
Ama ortaya çıkan kolleksiyon, salt bir derleme değil; bir mektuptan diğerine gezinirken, bütünlüklü bir hayat hikâyesinin içinde buluyorsunuz kendinizi, otobiyografik bir roman okuduğunuz hissine kapılıyorsunuz. Türkçede de yayımlanan ve yukarıdaki uzun alıntı için yararlandığım Sevgiliye Mektuplar: Yoldaşım ve Sevgilim (Nuran Yavuz’un çevirisi, agorakitaplığı, 2006) kitabında, Luxemburg’un Jogiches’e yazdığı mektuplarda, kendisini nasıl derinlemesine deşip, hayatını nasıl didikleyebildiğini hatırlayanlarınız, ne demek istediğimi anlayacaktır. Yazarak nefes aldığını söyleyen bir kadının nabzı atıyor bu kitapta; görmeye niyetli gözler için, her bir mektupta biraz daha soyunuyor Rosa Luxemburg.
Bir ocak günü vurup kanala attılar
Devrimin bir gündüz düşü olmaktan çıkıp, bir imkâna, hatta bir göreve dönüştüğüne inandığı bir anda öldürdüler onu. Freikorps subayları, önce dipçikle kafasına vurup yere çökerttiler, sonra beynine kurşun sıktılar. Cesedini, Berlin’i, duvardan yüzyıl öncesinden itibaren ortasından bölen Landwehrkanal’ın buz gibi sularına attılar. Tarih, 15 Ocak 1919’du, Luxemburg kırk yedi yaşındaydı; yoldaşı Karl Liebknecht aynı gün, az ötedeki Tiergarten parkının ortasında vuruldu. Liebknecht hemen gömülecek, Luxemburg’un şişmiş bedeni ise, iki mevsim sonra, temmuz aynını başında bulunacaktı ancak.
Yıllar geçecek, Berlin’in bir kez gözlerinin ta içine baktıktan sonra, artık asla unutmamaya ve ilelebet uzak durmaya yemin ettiği faşizmin sözümona bittiği ve duvarın koyu gölgesinin sözümona sosyalizmi sözümona özgürlükten ayırdığı günlerde, Freikorps’dan emekli yüzbaşı Waldemar Pabst şöyle anlatacaktı o son kararı:
“Karl Liebknecht ile Rosa Luxemburg’un konuşma yaptıkları bir Alman Komünist Partisi toplantısına katılmıştım. İkisinin, devrimin önderleri oldukları kanaatine varmış ve onları öldürtmeye karar vermiştim. Emrim üzerine, ikisi de yakalandı. Yok edilmeleri kararını kolay vermedim ama halen bu kararımın ahlâki ve teolojik açıdan savunulabilir olduğu inancındayım.”
Bir hücreden hayatı kutlamak
The Letters of Rosa Luxemburg’u okurken, o meşum ocak gününü özellikle hatırlamak istedim, çünkü bu kitaptaki mektuplarda, Luxemburg’un içine girdiği kavganın, uğruna hayatını vereceği devrimin, çevresinde gördüğü ve kendisini bekleyen zulmün ve, evet, ölümün ziyadesiyle kuvvetli bir mevcudiyeti var. Ama mektuplar, bunların hepsinden daha çok, “Rote Rosa” adıyla “kanlı kızıl bir gül” gibi anılmaya ve anlaşılmaya alışılmış bu kadının içinde sakladığı sevinci, mizahı ve umudu ortaya koyuyor.
Sevgilisine kızdığında mektubunu “Seni öpmüyorum, ne burnundan ne de başka bir yerden” diye bitiren bir kadın bu... Birinci Dünya Savaşı’na karşı çıktığı için üç buçuk yıl boyunca hapis yatarken, dışarıdaki arkadaşlarına hücresinden hayat üfleyebiliyor: Wronke Hapishanesi’nden Luise ya da ona seslenmeyi tercih ettiği adla “Lulu” Kautsky’ye, “Son mektubunda seni biraz üzgün gördüm ama neşeni yerine getireceğim şimdi. Birlikteyken hep çakırkeyifmişçesine kikirdediğimizi düşün; August Bebel’in evinden çıkıp yürürkenki o berbat halimizi hatırla; hadi gülme de göreyim” diye yazabiliyor mesela.
Ya da 2 Nisan 1911’de, Vladimir İlyiç Lenin’in “tam dördüncü kez” ziyaretine gelmesini işveyle anlatırken, “Onunla konuşmayı seviyorum, akıllı, iyi eğitim almış ve öyle çirkin suratlı ki, tam bana göre” diyebiliyor. Lenin, Luxemburg yerine, kedisi Mimi’ye “Ne muhteşem bir yaratık bu, böylesini sadece Sibirya’da gördüm” diye kur yaptığında hissettiklerini ise, “Mimi sırt üstü yatıp baştan çıkardı onu; sonra o yaklaşınca, patisiyle bir güzel vurup kaplan gibi kükredi” diye tek cümlelik bir hikâyeye dönüştürüyor. Yoldaşlarına birçok kez, “Özgürlük aynı zamanda sizden farklı düşünenlerin özgürlüğüdür” diye hatırlatma gereği duyan Luxemburg, “Sizin Marksizminizde özgürlükten eser kalmamış beyim” diye yazıyor bir başka mektubunda... Bir başkasında, “Ve hayat... Her birimizin sahip olduğu yegâne şey bu. Elimizin tersiyle öldürdüğümüz bir ‘güve’nin her şeyi olan şey yani...” diye dürtüyor muhatabını.
Luxemburg sonradan biyografisini de yazacak olan arkadaşı Henriette Roland Holst’a, “Devrimci bir ânın ileriye gitmemesi, geriye düşmesi anlamına gelir” derken, “Ça ira” diye de ekliyor Fransızca; “Göreceksin gidecek... Göreceksin olacak... Umut var...” Sonra parmakuçlarının üzerinde yükselerek, hücresinin demir parmaklıklarının arasından gri gökyüzüne bakıp, Fidelio’dan bir arya söylemeye başlıyor. Onun ince ve kararlı sesini işitmeye çalışıyorum. “Sürekli devrim” hayalini “sürekli değişim” olarak yaşadığımızı söylemek istiyorum ona. Mektuplarına dönüyorum sonra; kendi içimden bir “insan” çıkarmak için okumaya devam ediyorum.
Sen haklıydın Rosa: Ça ira! Ça ira! - 02.04.2011
Hoyrat bir hayatı sakin bir romana yeğlemek - 26.03.2011
Zamanla cilveleşme cüreti ve hayatın kara delikleri - 05.03.2011
Bir devrin sonu... - 02.03.2011
Ardımda kara bir ayin bırakmadan gideceğim - 26.02.2011
Gözler Suudi Arabistan’da - 25.02.2011
Ankara susuyor çünkü… - 22.02.2011
‘Ben’ dediklerimiz ve acıyı ıstırap eylemek - 19.02.2011
İranlı muhalifler ve Gül’ün ziyareti - 15.02.2011
Mısırlı devrimcinin birkaç ömürlük isyanı - 12.02.2011
Mısır’da devrim ve tarih - 09.02.2011
Zavallı Gandi... - 08.02.2011
Sonsuzluğun gözümüze sığmayan parçaları - 05.02.2011
Tahrir’e bakarken, Tiananmen’i görmek - 04.02.2011
Mübarek’in sonu - 02.02.2011
Obama’nın ‘mübarek’ dönüşü - 01.02.2011
Hakiki dehşetlerin peşinde bir dua kitabı - 29.01.2011
Anayasa ve başkanlık - 26.01.2011
‘İvedikler Savaşı’ değil, demokrasi mücadelesi - 25.01.2011
Küçük tesadüflerden mütevazı mucizelere... - 22.01.2011
Darbe bavula sığmıyor - 21.01.2011
Davacı başbakan, inatçı hakikat... - 18.01.2011
Hayatlarımızın üzerine örtülen o ince tül - 15.01.2011
Lübnan’daki hayalet - 14.01.2011
‘Yerüşalim’i Yahudileştirmenin sonu - 11.01.2011
Öldürülecek romancının emekli tanrıları - 08.01.2011
Mezar yazısı - 07.01.2011
Aslolan özgürlükse... - 05.01.2011
Pacta sunt servanda - 04.01.2011
En yabani hallerimiz ve insan etinin ıslahı - 01.01.2011
* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır.
***
Adını, bugün kendi sınırları içinde bile sayılmayan Levant’ın tuzlu kıyılarında büyümüş esmer ve soylu bir kadından alan ihtiyar kıta, on dokuzuncu yüzyılın son ilkbaharlarından birine girerken, kendisini bekleyen yangından bihaberdi sanırım. 21 Mart 1895 gecesi, bağrında uyuttuğu nice bilgeden biri başını kaldırıp “Nereye” diye sorabilseydi eğer Avrupa’ya, saatlerin savaşa ve faşizme değil, devrime ve özgürlüğe doğru aktığı tahminini işitecekti herhalde ondan. İnsanlığın binlerce yıllık birikiminin kudreti ve zarafeti emsalsiz eserlerini vakarla üzerinde taşıyan görmüş geçirmiş bir anne, öz evlâdının, elindekiyle yetinmeyip isyankâr olabileceğini pekâlâ hesaba katacaktır zira; ama Bach’ın, Beethoven’ın, Michelangelo’nun, Goethe’nin, Dante’nin torunlarının, orada, kendilerini de var eden o bereketli diyarda, yaratmaya değil yok etmeye, âzâde değil zalim olmaya adanmış bir yeryüzü cehenneminin ateşini yakmaya hazırlandıklarını nereden bilsin.
21 Mart 1895 perşembe gecesi, devrime ve özgürlüğe inanan bir genç kadın, ömrünün tam ortasında durduğundan ve sadece yirmi dört yıl sonra, o cehennemin ateşinde ilk yakılacaklardan biri olarak, Avrupa’nın ölümsüz çocukları arasına katılacağından habersiz, Paris’teki odasında oturmuş, kendisi gibi devrime ve özgürlüğe inanan ama aşka bunlardan da çok inanmasını istediği erkeğe öfkeli bir mektup yazıyordu:
“Ruhunla diz çökmeyi de öğren, yalnızca ben kollarımı açıp seni çağırdığımda değil, ben arkamı döndüğümde de. Kısacası, cömert ol, harca, israf et sevgini benim için. Senden bunu istiyorum! Ne yazık ki seninle sürekli birlikte olmak benim kişiliğimi bozuyor, ama bunu bilmek de seninle boğuşmak için güç veriyor bana. Unutma, teslim olmalısın, çünkü sevgimin gücü nasıl olsa sana boyun eğdirecek. Ah sevgilim, Tanrı şahidim olsun, yeryüzünde başka hiçbir çift böyle bir görev üstlenmemiştir: Birbirlerinden bir insan yaratmak...”
Yazarak nefes alan bir kadın
Rosa Luxemburg, kendisinden dört yaş büyük sevgilisi, 1867 Vilnius doğumlu Leo Jogiches’e yazmıştı bu mektubu. Bense şimdi, Luxemburg’un sadece Jogiches’e değil, belki de herbirinden bir “insan” yaratmaya ya da belki onlardaki “insan”ı keşfedip tanıyarak, her seferinde kendi içinden yeni bir “insan” çıkarmaya çalıştığı bütün dostlarına yazdığı mektuplardan oluşan bir kitap okuyorum.
Kitapta, Luxemburg’un, uzunca bir süre elele yürüdükten sonra, 1910’da fena halde kapışıp, karşılıklı argümanları bugün hâlâ ve bence her şeyden ziyade “hız” konusunda bir “hayat dersi” niyetine okunabilecek bir kavgaya tutuştuğu Karl Kautsky’ye yazdığı mektuplar da var; onunla yolunu ayırdıktan sonra bile arkadaşlık etmeyi sürdürdüğü karısı Luise Kautsky’ye yazdıkları da... Tabii, kendisinden on dört yaş büyük arkadaşı, 1907’de “Alman Sosyal Demokrat Partisi’nde topu topu iki erkek kaldık: O ve ben” diyeceği Clara Zetkin’e, ve kendisi gibi 1871’de doğan yoldaşı, Alman Komünist Partisi’ni birlikte kurup, 1919’da, Nazizmi içinde çimlendiren o zehirli çekirdeğin, Freikorps’un emriyle, birlikte infaz edileceği Karl Liebknecht’e yazdıkları da...
Bir hazine bu kitap. Bu isimlerin hepsini işiterek, okuyarak, yazarak, onlara öfkelenip çatarak, tezlerine kıyasıya karşı çıkarak ya da onları severek, hatta örnek alarak; velhasıl, haklarında bolca ahkâm keserek ve belki de tüm bunları, onlardan hiçbirini, hiçbir zaman tam anlamadan, içlerindeki “insan”ı zinhar tanımadan, daha beteri tanımaya da pek çalışmadan büyümüş olanlarımız için bulunmaz bir hazine. Adı: The Letters of Rosa Luxemburg (Rosa Luxemburg’un Mektupları). Britanya merkezli Verso Yayınevi, Luxemburg’a bir doğum günü hediyesi hazırlamış aslında; onun 5 Mart 2011’deki 140. yaşgününe denk getirecek şekilde bastığı kitapta, 1891-1919 arasında, Almanca, Lehçe, Rusça ve Fransızca dillerinde yazılmış tam iki yüz otuz mektubuna yer vermiş. Böylece, daha önce çeşitli başlıklar altında, ayrı ayrı, bölük pörçük ve eksikli yayımlanan “Luxemburg-Jogiches,” “Luxemburg-Kautsky” ve “Luxemburg-Zetkin” yazışmaları, Almancadan sonra İngilizcede de ilk kez derli toplu biraraya getirilmiş oluyor.
Ama ortaya çıkan kolleksiyon, salt bir derleme değil; bir mektuptan diğerine gezinirken, bütünlüklü bir hayat hikâyesinin içinde buluyorsunuz kendinizi, otobiyografik bir roman okuduğunuz hissine kapılıyorsunuz. Türkçede de yayımlanan ve yukarıdaki uzun alıntı için yararlandığım Sevgiliye Mektuplar: Yoldaşım ve Sevgilim (Nuran Yavuz’un çevirisi, agorakitaplığı, 2006) kitabında, Luxemburg’un Jogiches’e yazdığı mektuplarda, kendisini nasıl derinlemesine deşip, hayatını nasıl didikleyebildiğini hatırlayanlarınız, ne demek istediğimi anlayacaktır. Yazarak nefes aldığını söyleyen bir kadının nabzı atıyor bu kitapta; görmeye niyetli gözler için, her bir mektupta biraz daha soyunuyor Rosa Luxemburg.
Bir ocak günü vurup kanala attılar
Devrimin bir gündüz düşü olmaktan çıkıp, bir imkâna, hatta bir göreve dönüştüğüne inandığı bir anda öldürdüler onu. Freikorps subayları, önce dipçikle kafasına vurup yere çökerttiler, sonra beynine kurşun sıktılar. Cesedini, Berlin’i, duvardan yüzyıl öncesinden itibaren ortasından bölen Landwehrkanal’ın buz gibi sularına attılar. Tarih, 15 Ocak 1919’du, Luxemburg kırk yedi yaşındaydı; yoldaşı Karl Liebknecht aynı gün, az ötedeki Tiergarten parkının ortasında vuruldu. Liebknecht hemen gömülecek, Luxemburg’un şişmiş bedeni ise, iki mevsim sonra, temmuz aynını başında bulunacaktı ancak.
Yıllar geçecek, Berlin’in bir kez gözlerinin ta içine baktıktan sonra, artık asla unutmamaya ve ilelebet uzak durmaya yemin ettiği faşizmin sözümona bittiği ve duvarın koyu gölgesinin sözümona sosyalizmi sözümona özgürlükten ayırdığı günlerde, Freikorps’dan emekli yüzbaşı Waldemar Pabst şöyle anlatacaktı o son kararı:
“Karl Liebknecht ile Rosa Luxemburg’un konuşma yaptıkları bir Alman Komünist Partisi toplantısına katılmıştım. İkisinin, devrimin önderleri oldukları kanaatine varmış ve onları öldürtmeye karar vermiştim. Emrim üzerine, ikisi de yakalandı. Yok edilmeleri kararını kolay vermedim ama halen bu kararımın ahlâki ve teolojik açıdan savunulabilir olduğu inancındayım.”
Bir hücreden hayatı kutlamak
The Letters of Rosa Luxemburg’u okurken, o meşum ocak gününü özellikle hatırlamak istedim, çünkü bu kitaptaki mektuplarda, Luxemburg’un içine girdiği kavganın, uğruna hayatını vereceği devrimin, çevresinde gördüğü ve kendisini bekleyen zulmün ve, evet, ölümün ziyadesiyle kuvvetli bir mevcudiyeti var. Ama mektuplar, bunların hepsinden daha çok, “Rote Rosa” adıyla “kanlı kızıl bir gül” gibi anılmaya ve anlaşılmaya alışılmış bu kadının içinde sakladığı sevinci, mizahı ve umudu ortaya koyuyor.
Sevgilisine kızdığında mektubunu “Seni öpmüyorum, ne burnundan ne de başka bir yerden” diye bitiren bir kadın bu... Birinci Dünya Savaşı’na karşı çıktığı için üç buçuk yıl boyunca hapis yatarken, dışarıdaki arkadaşlarına hücresinden hayat üfleyebiliyor: Wronke Hapishanesi’nden Luise ya da ona seslenmeyi tercih ettiği adla “Lulu” Kautsky’ye, “Son mektubunda seni biraz üzgün gördüm ama neşeni yerine getireceğim şimdi. Birlikteyken hep çakırkeyifmişçesine kikirdediğimizi düşün; August Bebel’in evinden çıkıp yürürkenki o berbat halimizi hatırla; hadi gülme de göreyim” diye yazabiliyor mesela.
Ya da 2 Nisan 1911’de, Vladimir İlyiç Lenin’in “tam dördüncü kez” ziyaretine gelmesini işveyle anlatırken, “Onunla konuşmayı seviyorum, akıllı, iyi eğitim almış ve öyle çirkin suratlı ki, tam bana göre” diyebiliyor. Lenin, Luxemburg yerine, kedisi Mimi’ye “Ne muhteşem bir yaratık bu, böylesini sadece Sibirya’da gördüm” diye kur yaptığında hissettiklerini ise, “Mimi sırt üstü yatıp baştan çıkardı onu; sonra o yaklaşınca, patisiyle bir güzel vurup kaplan gibi kükredi” diye tek cümlelik bir hikâyeye dönüştürüyor. Yoldaşlarına birçok kez, “Özgürlük aynı zamanda sizden farklı düşünenlerin özgürlüğüdür” diye hatırlatma gereği duyan Luxemburg, “Sizin Marksizminizde özgürlükten eser kalmamış beyim” diye yazıyor bir başka mektubunda... Bir başkasında, “Ve hayat... Her birimizin sahip olduğu yegâne şey bu. Elimizin tersiyle öldürdüğümüz bir ‘güve’nin her şeyi olan şey yani...” diye dürtüyor muhatabını.
Luxemburg sonradan biyografisini de yazacak olan arkadaşı Henriette Roland Holst’a, “Devrimci bir ânın ileriye gitmemesi, geriye düşmesi anlamına gelir” derken, “Ça ira” diye de ekliyor Fransızca; “Göreceksin gidecek... Göreceksin olacak... Umut var...” Sonra parmakuçlarının üzerinde yükselerek, hücresinin demir parmaklıklarının arasından gri gökyüzüne bakıp, Fidelio’dan bir arya söylemeye başlıyor. Onun ince ve kararlı sesini işitmeye çalışıyorum. “Sürekli devrim” hayalini “sürekli değişim” olarak yaşadığımızı söylemek istiyorum ona. Mektuplarına dönüyorum sonra; kendi içimden bir “insan” çıkarmak için okumaya devam ediyorum.
Sen haklıydın Rosa: Ça ira! Ça ira! - 02.04.2011
Hoyrat bir hayatı sakin bir romana yeğlemek - 26.03.2011
Zamanla cilveleşme cüreti ve hayatın kara delikleri - 05.03.2011
Bir devrin sonu... - 02.03.2011
Ardımda kara bir ayin bırakmadan gideceğim - 26.02.2011
Gözler Suudi Arabistan’da - 25.02.2011
Ankara susuyor çünkü… - 22.02.2011
‘Ben’ dediklerimiz ve acıyı ıstırap eylemek - 19.02.2011
İranlı muhalifler ve Gül’ün ziyareti - 15.02.2011
Mısırlı devrimcinin birkaç ömürlük isyanı - 12.02.2011
Mısır’da devrim ve tarih - 09.02.2011
Zavallı Gandi... - 08.02.2011
Sonsuzluğun gözümüze sığmayan parçaları - 05.02.2011
Tahrir’e bakarken, Tiananmen’i görmek - 04.02.2011
Mübarek’in sonu - 02.02.2011
Obama’nın ‘mübarek’ dönüşü - 01.02.2011
Hakiki dehşetlerin peşinde bir dua kitabı - 29.01.2011
Anayasa ve başkanlık - 26.01.2011
‘İvedikler Savaşı’ değil, demokrasi mücadelesi - 25.01.2011
Küçük tesadüflerden mütevazı mucizelere... - 22.01.2011
Darbe bavula sığmıyor - 21.01.2011
Davacı başbakan, inatçı hakikat... - 18.01.2011
Hayatlarımızın üzerine örtülen o ince tül - 15.01.2011
Lübnan’daki hayalet - 14.01.2011
‘Yerüşalim’i Yahudileştirmenin sonu - 11.01.2011
Öldürülecek romancının emekli tanrıları - 08.01.2011
Mezar yazısı - 07.01.2011
Aslolan özgürlükse... - 05.01.2011
Pacta sunt servanda - 04.01.2011
En yabani hallerimiz ve insan etinin ıslahı - 01.01.2011