"benim gibi dindar olanlardan" diyor şerafeettin elçi
akparti istanbul milletvekil adayı meltem gürler ile 20 soru 20 cevap 02 05 02011 pazartesi
Arap baharının üzerindeki bulutlar Edgar Morin 26 04 2011 le monde
2011 Arap dünyasının özgürlük ve haysiyet ayaklanmalarına, önem verdi, yorumladı, heyecanlandı.
Aynı zamanda, bu ayaklanmaların beklenti, birikim, imkan ve sınırlarını da ciddi ve gerçekçi bir şekilde sorgulamayı da unutmadık.
fransız sosyolog, düşünür Edgar Morin' in Le Monde ( 26-4-2011 ) gazetesinden
yayınladığımız yorumu da aynı kaygıyı taşıyor.
'model'
kavramını sorgularken, demokrasinin temelini oluşturan özgürlük şartını
evrensel bir beklenti olarak öne çıkartıyor ve savunuyor...
Despotlarını dışarı püskürtmek için evvela Tunus, sonra da Mısırlıların sarfettikleri çabalar, hem başarıyla sonuçlandı, hem de büyük dalgalar halinde, Gaza da dahil olmak üzere tüm arap dünyasını çalkalayarak Çin' e kadar uzanmakta, ve muhteşem bir güneş doğumuna sebep olmaktadır.
Bu güneş Avrupa'da ve daha geniş bir kapsamda tüm Dünyada, Arap dünyasını, aşağı yukarı laikleşmiş asker-polis diktatörlüklerden veya islami teokrasilerden başka bir idareye layık görmeyen birçok zihin karanlıklarını ve önyargılarını sildi süpürdü.
Gençliğin başlattığı muazzam bir özgürlük ve haysiyet ayaklanması, bilhassa despotlarının etrafinda gelişen yolsuzluklara karşı tiksinti ve isyan, bize, demokratik beklentilerin sadece Batı' nın tekelinde bulunmadığını, 1989 yılında, daha ilk başında bastırılmadan, ezilmeden evvel Çin' de bile doğrulanan ( ve hala normalizasyon satihinin altında varlığını devam ettiren ) küresel bir beklenti olduğunu gösterdi.
Tunus ve Mısır ayaklanmalarini selamlamak için düzenlenen bir toplantida heyecanla söyledigim ''Araplar bizim gibi, biz de Araplar gibiyiz'' haykırışım geldi aklıma; bununla beraber aramızdaki tarihi ve kültürel farklılıkları bilmiyor değilim.
Bu muazzam demokratik dalganın Batı demokrasilerine hiçbir borcu yok; aksine, Batı, devamını istediği bu diktatörlükleri her zaman destekledi; bununla beraber Batı' da gün gören demokratik fikirlere çok şey borçlu.
Bundan evvel, Batı' da doğan, halkların kendi kaderlerini tayin etme fikrini benimseyerek aynı Batı' nın sömürgecilik sistemine son vererek siyasi olarak sömürge olmaktan kurtulmuşlardı. Bu sefer özgürlük fikirlerine sahiplenerek zihinlerini sömürgelikten kurtarmak istiyorlar; geriye ekonomik sömürgelikten kurtulmak kalıyor... bu ise gelecegin şantiyesi.
Fakat, demokratik beklentilerden demokratik gerçekleştirmelere, bir despotun kulluğundan yurttaşlığa giden yol zor ve bilinmezlerle dolu. Partilerin yasaklandığı, gerçek demokratların hapse atıldıkları veya sürgün edildikleri ülkelerdeki siyasi zayıflık halkın ayaklanmasının gerçek gücü haline geldi.
Bu aniden ortaya çıkan, tabii olarak barışçı, iletişimini cep telefonu ve internet sayesinde sağlayan, kendikendini örgütleyen bir kendiliğindenlik sayesinde baskı rejimlerini şaşkınlığa uğrattı. Zira bu ayaklanmaların, sürgün edilebilecek, hapse atılabilecek bir başı yoktu, aksine sayısız başı vardı. Şiddeti değil zekayı öne çıkaran bu barışçı hareket, tüm sosyal sınıfları ve nesilleri gençlik etrafında toplamasını bildi; toplum, genelinde, azla yetinme anlayışından böylece yavaş yavaş uzaklaşmaktadır.
Arap gençliginin, tüm dünya gençliğinin enerji ve beklentilerini ifadede oynadığı bu yönlendirici rolün, tarihteki tüm direniş ve devrimlerin maddesini oluşturduğunu hatırlayalım. Fakat yukarıda bahsettiğimiz, diktatörlükleri yıkmakta eşi olmayan kendiliğindenliğin gücü, demokrasiyi inşaa etmek söz konusu olduğunda zayıflık haline gelmektedir. Haliyle diktatörlüklerin üretip geliştirdiği, kurum, yapı, fikir ve düşünce boşluğu kendini iyice hissettirmektedir.
Şüphesiz, ayaklanan gençlikte yaratıcı bir kaynamanın varlığı inkar edilemezse de, bunun, bölünmelere, yanlış yollara sapmalara, bazen kabuğuna çekilmelere, bazen da acele neticeler elde etmeye yönelik maceraperestliklere iten müsvedde bir düzensizliği de içerdigini unutmamak gerek.
Avrupa' da olduğu gibi tüm dünyada, insan ve toplum muğlaklığı, küreselleşmenin tarihi süreci üzerine belirgin bir bakış açısının bulunmayışı, yerküremizin doludizgin yöneldigi yokolma yarışına bir cevap ve kurtarıcı bir yol bulmamıza engel olmaktadır.
Tunus ve Mısır diktatörlüklerinin hızlı yıkılışı, diğer diktatörlüklerin kendi halklarını çalkalayan özgürlük beklentilerine karşı aşırı zor kullanmaya ittiğini görüyoruz.
Cezayir'de daha olgunlaşma sürecinde bogma teşebbüsleri, Yemen, Bahreyn ve Suriye gibi ülkelerde, bazı demokratik açılım vaadleriyle birlikte aşırı şiddete de başvuruldu. Örnegin, değişim ve devrim dalgası, özgürlük beklentilerinin ağırlıklarını korudukları deprem merkezinden uzaklaştıkça, Bahreyn' de oldugu gibi, etnik ve dini beklentilere yöneldi. Batı' nın tepkisi çok değişik biçimlere büründü. Obama' nın etkisiyle, ABD, evvela Tunus ve Mısır' da sonra da, Libya' da demokrasi şampiyonlarını oynadı.
Sonra, Suriye ile ilgili olarak temkinli bir tavır aldılar; Suudi Arabistan rejimini hiçbir zaman sorgulamadılar. Fransa, Tunus ilkbaharını geç selamladı, sonra da Bingazi direnenlerinin yardımına koştu.
Libya, kompleks bir paradoks, çelişki ve belirsizlik arz etmektedir.
Birinci paradoks, Fransız cumhurbaşkanı ile Libya despotu arasında sıkı ilişkilerden sonra açık çatışmaya girilmesi, ve aynı zamanda eski sömürgeci güçlerin ayaklanan halkların imdadına yetişmeleri oldu.
Bu müdahale insani midir ?
Demokratik midir ?
Ekonomik (petrol) bir yönü var mıdır?
Yemen ve Suriye' de iktidarlar halka karşı şiddet kullanırken, Batı müdahalesi sadece Libya ile kısıtlı kalmaktadır; daha evvel de İsrail' in Gaza harekatına karşı gösterilen Batı pasifliği göz önünde bulundurulursa, Arap dünyası kamu oyunun neden kararsız ve bölünmüş olduğu kolay anlaşılır. Gerçi, bir müdahale hiç müdahale etmemekten daha iyi olsa da, bir defa daha Batı' nın ayrım yaptığının kanıtını görmekteyiz.
Siyasi ve askeri belirsizlikler çok büyük: bundan böyle tamamen şehirleşmiş milletlerde, kabileleşmelerin önemi nedir ?
Ayaklanmalarda, demokratik beklentilerin yeri nedir?
Kaddafi' ye Cezayir ve başka ülkelerin yaptıkları yardım nedir ?
Nihayet, bu ayaklanmaların giderek çamura batmaları ihtimalinin büyük olduğunu da söylemek gerek.
Haliyle, büyük bir belirsizlikten bahsedebiliriz: başlangıçta kurtarıcı bir görünümü olan Batı müdahalesi büyük bir felakete dönüşebilir mi ?
Bazı eylemlerin yapısı incelendiğinde, başlangıç beklentilerinin çoğu zaman ters yönde geliştikleri gözlemlenmektedir.
Fas' a gelince, diğer Arap ülkelerinden hem farklı, hem de büyük benzerlikler göstermektedir. Büyük fark, monarşinin ülke tarihini derin bağlarla bağlı ve önemli demokratik ve liberal reformların gerçekleştirilmiş olmasında; ayrıca halkının çok kavimli ve çok kültürlülüğü uzun zamandan bu yana kabul edilmiştir. Benzerlikler ise, daha çok sosyal eşitsizlikler ve ekonomik gelişmeye bağlı yolsuzlukların çoğalması diyebiliriz.
Arap dünyasının demokratik ilkbaharı, Avrupa demokrasilerinin canlılıklarını kaybettikleri ve de geriledikleri bir döneme rast gelmektedir. Avrupa, geç de olsa Arap ilkbaharını selamlarken, hasta ve bölünmüş olduğunu bilmektedir. Demokratik başarısızlık endişesi Avrupa' yı felce uğratmaktadır.
Destek olmak, ekonomik sömürgeciliğin devamı şeklinde olmamalı; Batı, her arap kültürünün, kendi değerlerinin en iyisiyle Batının en iyisini, yani insan haklarıyla kadın haklarını birleştirmeyi öngören sembiyotik gelişme modellerini terk ederek, yeni bir Marshall planı gerçekleştirmelidir. Göçmen korkusu, islamcılığın hortlaması endişesi sadece demokratik serüvenin desteklenmesiyle mümkün olabilir.
2011 yılının ilk aylarının muhteşem hamleleri Tarih kitaplarına girdi. Tüm özgürlük hamleleri gibi bu bir bahistir; ve her bahis gibi, engelleri aşabilmek, ve yeni gelişmeler karşısında yeni yollar alabilmek için belirli bir stratejiye, esneklik ve yaratıcılığa ihtiyacı vardır.
Mutlaka yenilgiler ve bahtsızlıklarla karşılaşacaktır. Fakat herşeye rağmen, bünyesinde, yeni güneş doğumlarına sebep olabilecek üreme ve yeniden üreme prensibini içermektedir.
******
demokratik beklentilerden gerçekleşmelere / Edgar Morin
Birçok arap ülkesinde, demokratik beklentilerden demokratik gerçekleşmelere geçişin zorlukları gündeme gelmektedir. Bu safhada, tarihin kendisinden degil, tarih üzerine düşüncelerimizden çıkaracağımız dersler önemli gibi gözükmektedir.
Birincisi, şu ki, modern Avrupa'da demokrasi kırılabilir ve geçici oldu. Fransa' da 1789 Devrimi korkunç bir biçimde Terör' e dönüştü, sonra Termidor ve Imparatorluk dönemi geliyor; İmparatorluğun çökmesi ile krallık yeni baştan hortluyor; III. Cumhuriyetin kurulması için XIX. yyılın sonunu beklemek gerekecekti; bu cumhuriyeti ise Haziran 1940 askeri felaketi yok edecekti ve yerini işbirlikçi Vichy hükümetine bırakacaktı.
XX. yüzyılda faşizmin Italyan demokrasisini, nazizmin Alman demokrasisini, faşist frankizmin İspanyol demokrasisini yok ettiğini hatirlayalım; buna Sovyetler Birliğinin tüm Orta ve Doğu Avrupa halklarını totaliter rejimlerle ezdiğini de ekliyebiliriz.
Fakat, demokrasinin, yine 1789 Devriminin prensipleri sayesinde Fransa, İtalya, İspanya, Almanya, tüm eski sovyet bloku ve hatta Sovyetler Birliğinde, eşit olmayan biçimlerde olsa da yeniden doğduğu ve yerleştiğini unutmayalım.
2011 Arap baharı da, aynı Avrupa gibi, sapmalara, boğulmalara, hesapta olmayan çarpıklıklara uğrayacak, fakat eninde sonunda ilk mesaj tekrar tekrar doğacaktır; bu model, tarihi yenileyen bir güç haline geldi ( sadece, eğer insanlık genel bir feleketle karşı karşıya gelirse. )
özgürlük prensibi
İkinci ders, eylem ekolojisinde bulunmaktadır; öyle ki bazı diktatörlükler çığırdan çıkarak, devrimci isyanlara sebep olabileceklerini, ve bu isyanların ise reaksiyoner diktatörlüklerle sonuçlanabileceğini gördük; bu gelişmeyi 1936 İspanyasında gördük. İspanyol Cumhuriyetinin siyasi tabanını oluşturan anarşist, komünist, liberal partiler arasındaki çekişmelerin, bu felaketi hazırlayıcı unsurların başında geldiğini de ekleyelim.
Bir anlamda, Arap ilkbaharı, idare eden despotlukların giderek zorbalaşmaları ve ülke zenginliklerini tamamen gasp etmelerinin bir sonucu oldu. Fakat bu ilkbaharın, bölünüp, parçalanıp ve dağılmasından ve de yeni bir despotik reaksiyona yerini bırakmasından da endişe duyabiliriz.
Üçüncü ders, demokrasinin kök salma zorluklarındadır. Avrupa'nın bu bağlamda geçirdiği evreleri kısaca gözden geçirdik yukarıda; bu evrelerin sebepleri üzerinde durmakta yarar vardir:
1/ Demokrasi, yurttaş bilincinde tamamen yer etmiş olmasa da, fikir çatışmaları ve tartışmalarıyla beslenir; fikir çatışması, bir partinin davayı kazanıp demokrasiyi lagvetmesiyle (1933 Almanyası), veya bir iç savaşa yol açabilir ( 1936 İspanyası )
2/ Demokrasi, anti demokratik fikirlere de müsamaha gösterebilmelidir, fakat bu müsamaha anti-demokratik bir partinin demokrasiyi ortadan kaldırmasıyla sonuçlanabilir; ''özgürlük düşmanlarına özgürlük yok'' prensibinin, özgürlükleri kısıtlamaya meyilli olduğu göz önünde bulundurulursa, bu müsamahanın nereye ve ne zamana kadar devam etmesi gerektiği sorusu da sorulabilir.
3/ Demokrasi, karşıt gerçeklerin rekabeti prensibine bağlıdır, fakat özgürlük prensibinden başka bir gerçeği de yoktur, ve genel seçim sonuçları da hatalı olabilir.
4/ Demokrasi, yurttaşların politik hayata faal katılımı olmazsa zayıf düşerler.
Neticede, demokrasi genel tarih süreci içerisinde önemli bir insan serüvenidir.
26-04-2011 tarihli Le Monde
Yeni anayasa nasıl yapılmalı OSMAN CAN MEHMET UçUM istanbul 08 01 2011 cumartesi
Anayasa hukukçuları Osman Can ve Mehmet Uçum, 2011 seçimlerinin ardından gündeme gelmesi beklenen yeni anayasa için izlenmesi gereken yolu Taraf’a yazdılar:
80 Anayasası’yla bütün organik bağlar koparılmalı
Yeni anayasa sürecine girilirken, bu anayasanın yapımıyla ilgili önemli sorular gündeme geliyor. Bunlardan biri yeni anayasa yapmak için yetkinin kimden veya hangi kuraldan alınacağı sorusudur. İkinci soru ise anayasanın TBMM’de yazılmasının ve kabulünün yöntemi nasıl belirlenecek, örneğin bu yeni Anayasa yürürlükteki Anayasanın kurallarına göre mi yapılacak? Bu sorulara verilecek yanlış cevapların yıkıcı sonuçları olabilir.
Demokratik bir anayasacılıkta kurucu irade, toplumun demokratik ve katılımcı yöntemlerle billurlaşmış, barış içinde bir arada yaşamayı hedefleyen iradesidir. Bu irade toplumun demokratik temsilcileriyle bir anayasa metnine dönüştürülür. Yani bir asistanlık hizmeti verilir. Ardından ortaya çıkan metin, yeniden toplumun onayına sunulur. Bu irade kendi yarattığı tüm kurumları bağlar, ancak toplumun ve sonraki kuşakların kurucu iradesini hiçbir surette bağlamaz. Yaşayan toplum gerekli gördüğü her durumda harekete geçerek yeni bir anayasa üretebilir. Bunu engelleyecek hiç bir kurumsal irade olamaz. Çünkü toplum iradesiyle çatışan kurumsal iradeler zaten meşruiyetini kaybetmiş iradelerdir.
Türkiye’de yüz yıllık baskıcı ve tasarımcı bir devlet anlayışına dayanan politik karar tercihinin hazırlanan tüm anayasa metinlerinde yansıma bulduğunu, anayasaların her defasında yeniden yazılmış olmasına rağmen, derinde yatan temel siyasal kararın, buna derin anayasa diyelim, hiç değişmediğini, 1924, 1961 ve 1982 anayasalarında rahatlıkla görebiliyoruz. Hiçbir anayasa metninde devletin bürokratik iktidar haritası değişmedi, yalnızca tahkim edildi. Bunun özgürlük ve katılım sorunlarını üreten ve demokrasiyi engelleyen ana dinamik olduğu görülmedi. Bunu görmeyenlerin başında anayasa hukukçuları gelmektedir. İkinci kanıtı ise Anayasa Mahkemesi bize sunuyor. Anayasa Mahkemesi’nin 1970’li yıllardan başlayarak, anayasa değişikliklerini anayasa metninde yazan açık yasaklayıcı hükümlere rağmen, sözü edilen temel politik karara uygunluğa tabi tutarak iptal etmesi ve bu pratiği Türkiye’de 2008 ve 2010 yıllarında sürdürmesi, derin anayasa ile anayasa metninin birbirinden farklı olduğunu açıkça gösteriyor. Bu yaklaşım mahkemenin diğer içtihatlarının, hatta Yargıtay ve Danıştay içtihatlarının ortak paydasıdır. Dolayısıyla Türkiye’deki anayasalar siyasal birliğin biçimi ve tarzı hakkındaki temel kararın ne olduğunu belirleyen sonsuza kadar geçerlilik iddiasındaki bu tarihsel kurucu iradenin her dönemdeki farklı görünüm biçimlerinden başka bir şey değildir.
Derin anayasa ile anayasa metni arasındaki bu ayrımın, Nasyonal Sosyalistlerin Başhukukçusu Carl Schmitt’in öngörüsü ve arzusuyla birebir örtüşüyor olması, herhalde övünülecek bir durum değildir.
Demokrasi, derin anayasa ile anayasa metni ayrımının bulunmadığı, temel siyasi kararın toplum tarafından verildiği, bunun anayasa metninde yazılı olduğu, tüm kurumların yalnızca bu anayasa metninden hukuksal meşruiyet aldıkları, toplumun ise bu metni gerekli gördüğü her durumda yenisiyle ikame etme yetkisine sahip olduğu bir siyasal kültürün adıdır. Anayasa bir toplumda söylenmiş ve söylenebilecek son söz değildir. Kuruculuk yetkisi yalnız ve yalnız toplumdadır, bunu kullanmak için kurumsal iradeleri umursamak zorunda değildir. Toplumun önceki kurucu iradeyle bağlı olması yalnızca kendini inkâr, köleliğe razı olması anlamına gelir. Önceki derin anayasayı üreten kurucu iradenin son iki anayasada darbe veya darbe koalisyonu iradesi olarak tecelli ettiğini göz önünde bulundurduğumuzda, mevcut anayasanın referanslarına ve öngördüğü usule uyma taleplerinin ne anlama geldiğini minimum demokrasi kaygısı taşıyanlara hatırlatmak herhalde yeterli olur.
Türkiye’nin bugün tartıştığı yeni anayasa, aynı zamanda yeni kuruculuk olmayacaksa herhangi bir anlam ifade etmeyecektir. Yüz yıllık temel siyasal karar yerine toplumsal irade esas alınmayacaksa, yeni anayasa için uğraşmaya gerek yoktur. Çünkü yapılacak olan 1961 veya 1982’deki gibi göstermelik bir temsiliyet ve halkoylamasından öteye gidemeyecek; hem Türkiye’nin ilk sivil anayasasının yapıldığı müjdelenecek, hem bunun halkın onayıyla gerçekleştiği ifade edilecek, hem de yüz yıllık temel siyasal karar olan derin anayasaya dokunulmayacak. Hiç kimsenin toplumu bu tür bir anlamsızlığa ikna etmesi mümkün değildir.
Toplum darbecilerden ve darbe koalisyonundan daha fazla anayasa yapma hakkına ve gücüne sahip olduğunu artık görüyor. Bunu tüm kurumların, siyasi aktörlerin ve “okumuş”ların görmesinde yarar vardır.
Tüm farklılıklarıyla birlikte demokraside karar kılan ve yeni anayasa yapımına odaklanan Türkiye’de demokratik kuruculuk için, kurucu meclis toplanabilir, ki bu ideali yansıtır. Ancak yeni anayasa sözüyle seçime girmiş partilerden müteşekkil TBMM de kurucu olabilir.
TBMM’de birçok fonksiyon vardır. Bunlardan kanun çıkarma ve mevcut anayasada değişiklik yapma fonksiyonları “kurumsal” yani “mevcut anayasa tarafından tanımlanmış” hukuksal fonksiyonlardır. Ancak TBMM’de hukuksallığın ötesine taşan bir fonksiyon vardır. Bu fonksiyon sosyolojiktir. TBMM toplumun kullandığı oylarla temsil yetkisini verdiği ve bunun sosyolojik-ampirik olarak saptandığı tek merciidir. Yani toplumun temsil edildiği mekân olduğunu saptayabilmek için, hukuksal bir kurala bakmak gerekli değildir. TBMM bu özelliğiyle yeni anayasa yapma iradesini ortaya koyduğu anda, cari anayasal düzen normlarıyla bağlı değildir. Çünkü artık eski anayasal düzene göre “kurulu” bir organ değildir ve o düzenin verdiği yetkilerle harekete geçmemektedir.
Bu yüzden bir “Meclis kararı” ile sürecin başlatılması kuruculuk için ön şarttır. Ancak bu meclis kararı, kurucu bir iradenin başlangıcı olarak kaleme alınmalı, içtüzük ve anayasadan alınan bir yetkinin kullanılmadığını, aksine halkın saptanabilir ve kanıtlanabilir “kuruculuk” yetkisinden doğan özgün bir yetki kullanıldığını ifade etmelidir.
Bu karar, yeni anayasa‘nın hazırlanış, görüşülme, kabul edilme, referanduma sunulma ve onay koşullarını kendi belirlemelidir. Bir norma gönderme yapmamalı, o normun geçerlilik kaynağı olduğuna işaret etmemeli, yalnızca mecliste ortaya çıkan iradeyle anlam kazanmalıdır.
Bu karar asli bir kuruculuk yetkisinin kullanıldığının ilanıdır.
Meclis‘in yüzde 10 barajının ürettiği temsil açığını, en azından anayasa taslağının oluşturulması sürecinde meclis dışı partilere de temsil imkânı sunarak kapatması zorunluluğu da unutulmamalıdır.
Bu nedenle mevcut Anayasa’nın 175. Maddesi’ne ekleme yapmak suretiyle sürecin başlatılması anlayışından kesin bir ifadeyle uzak durulmalıdır. Bu, kuruculuk yetkisinin yürürlükteki Anayasa’dan alındığının ifadesi olacaktır. Bu durumda kuruculuğun 1980 darbecilerinde olduğu kabul edilmiş olacak, derin anayasa yeniden egemen olacaktır. Sonuç ise açıktır: Mevcut anayasanın verdiği yetki kullanılıyorsa, bu yetkinin mevcut anayasanın temel referanslarına aykırı kullanılmaması gerekecektir. Yani aslında 1982 Anayasası’nın kendini yeniden üretmesi sağlanmış olacaktır. Anayasa Mahkemesi’nin bu gerekçeyle devreye girmesi ise ayrı bir sorun oluşturacaktır. Mahkeme’nin 2010 değişikliklerinde dahi esasa girmekten çekinmediğinin hatırlatılmasında yarar vardır.
Unutulmamalıdır ki Türkiye toplumu, tüm siyasi partileriyle birlikte bir Anayasa yapma kararlılığı içinde. Yani kurucu bir karar verilmiş durumda. Bunu da 12 Eylül referandum sürecinde ve sonucunda (evet, hayır veya boykot tarzında) açık irade olarak ortaya koydu. Toplumun bu kararı vermesinin nedeni tüm siyasal ve toplumsal sorunların çözümüne olanak yaratacak yeni bir siyasal yapı ve aygıt isteğidir. Yani devleti yeniden yapılandırma iradesidir. Bu kurucu kararın nasıl bir anayasaya dönüşeceğini de anayasa yapım süreci belirleyecektir.
Bunun için Türkiye toplumunun yeni anayasayı asli kurucu iktidar olarak doğrudan yapması, yani siyasal anayasayı ortaya koyması, temsil eksikliğini giderecek bir yöntemle desteklenmesi kaydıyla 2011 Meclisi’nin yahut Anayasa Meclisi’nin bunu yasalaştırması, önceki anayasaların referans alınmaması, hukukçuların sadece normları formüle etme sürecinde rol oynaması (teknik asistanlık) sürecin özellikleri olarak öne çıkmalıdır.
Kırmızı çizgisiz anayasa yapılmalı 28 01 2011 cuma HELİN ALP DİYARBAKIR istanbul
Anayasa Çalışma Grubu ve Yeni Anayasa Platformu 2011 Meclisi’ne sunulmak üzere yaklaşık 10 milyon görüş toplamayı amaçlıyor.
Anayasa Çalışma Grubu ve Yeni Anayasa Platformu 2011 Meclisi’ne sunulmak üzere yaklaşık 10 milyon görüş toplamayı amaçlıyor.
Anayasa Çalışma Grubu’ndan hukukçu Mehmet Uçum ve eski Anayasa Mahkemesi Raportörü Osman Can ile “yeni anayasayı” konuştuk.
Türkiye’deki siyasi partiler bir anayasa taslağı hazırlıyor. Ne düşünüyorsunuz?
Osman Can: Toplum sözleşmesi niteliğindeki bir anayasa, toplumun tüm farklılıklarının kurucu olduğu, altında imzasının bulunduğu bir anayasa olmalıdır.
Hiçbir siyasi partinin bir taslakla ortaya çıkmasını önermiyoruz.
Siyasi partilerin ortaya koyacakları taslaklar da haliyle halkın değil, kaçınılmaz olarak bu iç politikaların ve kırmızı çizgilerin bir ürünü olur.
Bu durumda yeni, demokratik ve sivil bir anayasadan değil, yalnızca darbe anayasasının revizyonundan söz edilebilir.
Anayasa sürecindeki çelişki devletle toplum arasında mı yaşanıyor o halde?
Mehmet Uçum: Türkiye’de son yüzyıllık dönemde temel çelişki devlet ile toplum arasındaki çelişkidir.
Devlet,
“Ne Mutlu Türküm”
diyerek kendini Türk hisseden bir çoğunluk üretmeye çalışmış.
Kürtleri, inananları, Alevileri, azınlıkları, kendini yaşam tarzlarıyla farklı hissedenleri göz ardı etmiş.
Dolayısıyla, toplumla devlet arasındaki bu tersine ilişki çelişkiyi büyütmüş ve birçok çatışma alanı üretmiş.
Bu çatışma alanları toplumun sorunları olarak önümüzde dev gibi duruyor.
Size göre Türkiye’nin asıl ihtiyacı devlet yapısının değişmesi mi?
Mehmet Uçum: Bu devlet yapısı bitmiştir. Bütün kurumlarıyla devletin değişmesi gerekiyor.
Bunun anlamı Türkiye’nin geleneksel bütün değerlerini, şimdiye kadar ürettiği değerleri ve kuralları, kurumları tasfiye etmek değil.
Baskıcı ve tasarlayıcı devlet anlayışına göre düşünmeyi sıfırlamak.
Mevcut anayasayı bir kenara koyarak, yeni bir toplum sözleşmesi yaratmak anlamına geliyor bu.
Osman Can: Yüz yıllık homojenleştirici, şoven devlet kültürünün üzerine kurulduğu anayasal düzenin Türkiye’de yeri yok artık.
Meclis’teki temsil eksikliği, yani seçim barajı çalışmaları nasıl etkiler?
Mehmet Uçum: Küçük bir yasa değişikliğiyle ortadan kaldırılabilmesine rağmen, sol, sağ veya koalisyon hiçbir iktidar bu düzenlemeye dokunmadı.
Seçime gittiğimiz bu dönemde yine ne iktidar, ne de muhalefet buna dokunmak istiyor.
Yeni anayasanın yapımı konusunda sorun yaratacağı çok açık.
Bunun için önerdiğiniz model ne?
Mehmet Uçum: Meclis, halktan aldığı anayasa yapım yetkisi çerçevesinde bir meclis kararı çıkarır.
Bu karar ile özel komisyon oluşturulur. Bu komisyon alt komisyonlar oluşturarak yeni anayasa esas ve modellerini belirler.
Bir toplumun anayasasında neyin değiştirilemez olacağına kim karar verir?
Osman Can: Bunu herhalde beş generale sormamak gerekir.
Toplumun kırmızı çizgisiz, tabusuz ve önkoşulsuz bir müzakere sürecinde üreteceği anayasada daha farklı, kurucu, birleştirici, barış tesis edici referanslar ve yapısal
modelleri tartışmak zorundayız.
Bu kırmızı çizgilerin kalkması ile yeni sorunlar, yeni karşıtlıklar ortaya çıkar mı?
Mehmet Uçum: Radikal milliyetçiliğin yerine demokrat milliyetçilik diyebileceğimiz bir anlayış hakim olmaya başladı.
İşte kural ve kurum alanında bu kırmızı çizgileri aşacak olan enstrüman da yeni anayasadır.
akparti istanbul milletvekil adayı meltem gürler ile 20 soru 20 cevap 02 05 02011 pazartesi
Arap baharının üzerindeki bulutlar Edgar Morin 26 04 2011 le monde
2011 Arap dünyasının özgürlük ve haysiyet ayaklanmalarına, önem verdi, yorumladı, heyecanlandı.
Aynı zamanda, bu ayaklanmaların beklenti, birikim, imkan ve sınırlarını da ciddi ve gerçekçi bir şekilde sorgulamayı da unutmadık.
fransız sosyolog, düşünür Edgar Morin' in Le Monde ( 26-4-2011 ) gazetesinden
yayınladığımız yorumu da aynı kaygıyı taşıyor.
'model'
kavramını sorgularken, demokrasinin temelini oluşturan özgürlük şartını
evrensel bir beklenti olarak öne çıkartıyor ve savunuyor...
Despotlarını dışarı püskürtmek için evvela Tunus, sonra da Mısırlıların sarfettikleri çabalar, hem başarıyla sonuçlandı, hem de büyük dalgalar halinde, Gaza da dahil olmak üzere tüm arap dünyasını çalkalayarak Çin' e kadar uzanmakta, ve muhteşem bir güneş doğumuna sebep olmaktadır.
Bu güneş Avrupa'da ve daha geniş bir kapsamda tüm Dünyada, Arap dünyasını, aşağı yukarı laikleşmiş asker-polis diktatörlüklerden veya islami teokrasilerden başka bir idareye layık görmeyen birçok zihin karanlıklarını ve önyargılarını sildi süpürdü.
Gençliğin başlattığı muazzam bir özgürlük ve haysiyet ayaklanması, bilhassa despotlarının etrafinda gelişen yolsuzluklara karşı tiksinti ve isyan, bize, demokratik beklentilerin sadece Batı' nın tekelinde bulunmadığını, 1989 yılında, daha ilk başında bastırılmadan, ezilmeden evvel Çin' de bile doğrulanan ( ve hala normalizasyon satihinin altında varlığını devam ettiren ) küresel bir beklenti olduğunu gösterdi.
Tunus ve Mısır ayaklanmalarini selamlamak için düzenlenen bir toplantida heyecanla söyledigim ''Araplar bizim gibi, biz de Araplar gibiyiz'' haykırışım geldi aklıma; bununla beraber aramızdaki tarihi ve kültürel farklılıkları bilmiyor değilim.
Bu muazzam demokratik dalganın Batı demokrasilerine hiçbir borcu yok; aksine, Batı, devamını istediği bu diktatörlükleri her zaman destekledi; bununla beraber Batı' da gün gören demokratik fikirlere çok şey borçlu.
Bundan evvel, Batı' da doğan, halkların kendi kaderlerini tayin etme fikrini benimseyerek aynı Batı' nın sömürgecilik sistemine son vererek siyasi olarak sömürge olmaktan kurtulmuşlardı. Bu sefer özgürlük fikirlerine sahiplenerek zihinlerini sömürgelikten kurtarmak istiyorlar; geriye ekonomik sömürgelikten kurtulmak kalıyor... bu ise gelecegin şantiyesi.
Fakat, demokratik beklentilerden demokratik gerçekleştirmelere, bir despotun kulluğundan yurttaşlığa giden yol zor ve bilinmezlerle dolu. Partilerin yasaklandığı, gerçek demokratların hapse atıldıkları veya sürgün edildikleri ülkelerdeki siyasi zayıflık halkın ayaklanmasının gerçek gücü haline geldi.
Bu aniden ortaya çıkan, tabii olarak barışçı, iletişimini cep telefonu ve internet sayesinde sağlayan, kendikendini örgütleyen bir kendiliğindenlik sayesinde baskı rejimlerini şaşkınlığa uğrattı. Zira bu ayaklanmaların, sürgün edilebilecek, hapse atılabilecek bir başı yoktu, aksine sayısız başı vardı. Şiddeti değil zekayı öne çıkaran bu barışçı hareket, tüm sosyal sınıfları ve nesilleri gençlik etrafında toplamasını bildi; toplum, genelinde, azla yetinme anlayışından böylece yavaş yavaş uzaklaşmaktadır.
Arap gençliginin, tüm dünya gençliğinin enerji ve beklentilerini ifadede oynadığı bu yönlendirici rolün, tarihteki tüm direniş ve devrimlerin maddesini oluşturduğunu hatırlayalım. Fakat yukarıda bahsettiğimiz, diktatörlükleri yıkmakta eşi olmayan kendiliğindenliğin gücü, demokrasiyi inşaa etmek söz konusu olduğunda zayıflık haline gelmektedir. Haliyle diktatörlüklerin üretip geliştirdiği, kurum, yapı, fikir ve düşünce boşluğu kendini iyice hissettirmektedir.
Şüphesiz, ayaklanan gençlikte yaratıcı bir kaynamanın varlığı inkar edilemezse de, bunun, bölünmelere, yanlış yollara sapmalara, bazen kabuğuna çekilmelere, bazen da acele neticeler elde etmeye yönelik maceraperestliklere iten müsvedde bir düzensizliği de içerdigini unutmamak gerek.
Avrupa' da olduğu gibi tüm dünyada, insan ve toplum muğlaklığı, küreselleşmenin tarihi süreci üzerine belirgin bir bakış açısının bulunmayışı, yerküremizin doludizgin yöneldigi yokolma yarışına bir cevap ve kurtarıcı bir yol bulmamıza engel olmaktadır.
Tunus ve Mısır diktatörlüklerinin hızlı yıkılışı, diğer diktatörlüklerin kendi halklarını çalkalayan özgürlük beklentilerine karşı aşırı zor kullanmaya ittiğini görüyoruz.
Cezayir'de daha olgunlaşma sürecinde bogma teşebbüsleri, Yemen, Bahreyn ve Suriye gibi ülkelerde, bazı demokratik açılım vaadleriyle birlikte aşırı şiddete de başvuruldu. Örnegin, değişim ve devrim dalgası, özgürlük beklentilerinin ağırlıklarını korudukları deprem merkezinden uzaklaştıkça, Bahreyn' de oldugu gibi, etnik ve dini beklentilere yöneldi. Batı' nın tepkisi çok değişik biçimlere büründü. Obama' nın etkisiyle, ABD, evvela Tunus ve Mısır' da sonra da, Libya' da demokrasi şampiyonlarını oynadı.
Sonra, Suriye ile ilgili olarak temkinli bir tavır aldılar; Suudi Arabistan rejimini hiçbir zaman sorgulamadılar. Fransa, Tunus ilkbaharını geç selamladı, sonra da Bingazi direnenlerinin yardımına koştu.
Libya, kompleks bir paradoks, çelişki ve belirsizlik arz etmektedir.
Birinci paradoks, Fransız cumhurbaşkanı ile Libya despotu arasında sıkı ilişkilerden sonra açık çatışmaya girilmesi, ve aynı zamanda eski sömürgeci güçlerin ayaklanan halkların imdadına yetişmeleri oldu.
Bu müdahale insani midir ?
Demokratik midir ?
Ekonomik (petrol) bir yönü var mıdır?
Yemen ve Suriye' de iktidarlar halka karşı şiddet kullanırken, Batı müdahalesi sadece Libya ile kısıtlı kalmaktadır; daha evvel de İsrail' in Gaza harekatına karşı gösterilen Batı pasifliği göz önünde bulundurulursa, Arap dünyası kamu oyunun neden kararsız ve bölünmüş olduğu kolay anlaşılır. Gerçi, bir müdahale hiç müdahale etmemekten daha iyi olsa da, bir defa daha Batı' nın ayrım yaptığının kanıtını görmekteyiz.
Siyasi ve askeri belirsizlikler çok büyük: bundan böyle tamamen şehirleşmiş milletlerde, kabileleşmelerin önemi nedir ?
Ayaklanmalarda, demokratik beklentilerin yeri nedir?
Kaddafi' ye Cezayir ve başka ülkelerin yaptıkları yardım nedir ?
Nihayet, bu ayaklanmaların giderek çamura batmaları ihtimalinin büyük olduğunu da söylemek gerek.
Haliyle, büyük bir belirsizlikten bahsedebiliriz: başlangıçta kurtarıcı bir görünümü olan Batı müdahalesi büyük bir felakete dönüşebilir mi ?
Bazı eylemlerin yapısı incelendiğinde, başlangıç beklentilerinin çoğu zaman ters yönde geliştikleri gözlemlenmektedir.
Fas' a gelince, diğer Arap ülkelerinden hem farklı, hem de büyük benzerlikler göstermektedir. Büyük fark, monarşinin ülke tarihini derin bağlarla bağlı ve önemli demokratik ve liberal reformların gerçekleştirilmiş olmasında; ayrıca halkının çok kavimli ve çok kültürlülüğü uzun zamandan bu yana kabul edilmiştir. Benzerlikler ise, daha çok sosyal eşitsizlikler ve ekonomik gelişmeye bağlı yolsuzlukların çoğalması diyebiliriz.
Arap dünyasının demokratik ilkbaharı, Avrupa demokrasilerinin canlılıklarını kaybettikleri ve de geriledikleri bir döneme rast gelmektedir. Avrupa, geç de olsa Arap ilkbaharını selamlarken, hasta ve bölünmüş olduğunu bilmektedir. Demokratik başarısızlık endişesi Avrupa' yı felce uğratmaktadır.
Destek olmak, ekonomik sömürgeciliğin devamı şeklinde olmamalı; Batı, her arap kültürünün, kendi değerlerinin en iyisiyle Batının en iyisini, yani insan haklarıyla kadın haklarını birleştirmeyi öngören sembiyotik gelişme modellerini terk ederek, yeni bir Marshall planı gerçekleştirmelidir. Göçmen korkusu, islamcılığın hortlaması endişesi sadece demokratik serüvenin desteklenmesiyle mümkün olabilir.
2011 yılının ilk aylarının muhteşem hamleleri Tarih kitaplarına girdi. Tüm özgürlük hamleleri gibi bu bir bahistir; ve her bahis gibi, engelleri aşabilmek, ve yeni gelişmeler karşısında yeni yollar alabilmek için belirli bir stratejiye, esneklik ve yaratıcılığa ihtiyacı vardır.
Mutlaka yenilgiler ve bahtsızlıklarla karşılaşacaktır. Fakat herşeye rağmen, bünyesinde, yeni güneş doğumlarına sebep olabilecek üreme ve yeniden üreme prensibini içermektedir.
******
demokratik beklentilerden gerçekleşmelere / Edgar Morin
Birçok arap ülkesinde, demokratik beklentilerden demokratik gerçekleşmelere geçişin zorlukları gündeme gelmektedir. Bu safhada, tarihin kendisinden degil, tarih üzerine düşüncelerimizden çıkaracağımız dersler önemli gibi gözükmektedir.
Birincisi, şu ki, modern Avrupa'da demokrasi kırılabilir ve geçici oldu. Fransa' da 1789 Devrimi korkunç bir biçimde Terör' e dönüştü, sonra Termidor ve Imparatorluk dönemi geliyor; İmparatorluğun çökmesi ile krallık yeni baştan hortluyor; III. Cumhuriyetin kurulması için XIX. yyılın sonunu beklemek gerekecekti; bu cumhuriyeti ise Haziran 1940 askeri felaketi yok edecekti ve yerini işbirlikçi Vichy hükümetine bırakacaktı.
XX. yüzyılda faşizmin Italyan demokrasisini, nazizmin Alman demokrasisini, faşist frankizmin İspanyol demokrasisini yok ettiğini hatirlayalım; buna Sovyetler Birliğinin tüm Orta ve Doğu Avrupa halklarını totaliter rejimlerle ezdiğini de ekliyebiliriz.
Fakat, demokrasinin, yine 1789 Devriminin prensipleri sayesinde Fransa, İtalya, İspanya, Almanya, tüm eski sovyet bloku ve hatta Sovyetler Birliğinde, eşit olmayan biçimlerde olsa da yeniden doğduğu ve yerleştiğini unutmayalım.
2011 Arap baharı da, aynı Avrupa gibi, sapmalara, boğulmalara, hesapta olmayan çarpıklıklara uğrayacak, fakat eninde sonunda ilk mesaj tekrar tekrar doğacaktır; bu model, tarihi yenileyen bir güç haline geldi ( sadece, eğer insanlık genel bir feleketle karşı karşıya gelirse. )
özgürlük prensibi
İkinci ders, eylem ekolojisinde bulunmaktadır; öyle ki bazı diktatörlükler çığırdan çıkarak, devrimci isyanlara sebep olabileceklerini, ve bu isyanların ise reaksiyoner diktatörlüklerle sonuçlanabileceğini gördük; bu gelişmeyi 1936 İspanyasında gördük. İspanyol Cumhuriyetinin siyasi tabanını oluşturan anarşist, komünist, liberal partiler arasındaki çekişmelerin, bu felaketi hazırlayıcı unsurların başında geldiğini de ekleyelim.
Bir anlamda, Arap ilkbaharı, idare eden despotlukların giderek zorbalaşmaları ve ülke zenginliklerini tamamen gasp etmelerinin bir sonucu oldu. Fakat bu ilkbaharın, bölünüp, parçalanıp ve dağılmasından ve de yeni bir despotik reaksiyona yerini bırakmasından da endişe duyabiliriz.
Üçüncü ders, demokrasinin kök salma zorluklarındadır. Avrupa'nın bu bağlamda geçirdiği evreleri kısaca gözden geçirdik yukarıda; bu evrelerin sebepleri üzerinde durmakta yarar vardir:
1/ Demokrasi, yurttaş bilincinde tamamen yer etmiş olmasa da, fikir çatışmaları ve tartışmalarıyla beslenir; fikir çatışması, bir partinin davayı kazanıp demokrasiyi lagvetmesiyle (1933 Almanyası), veya bir iç savaşa yol açabilir ( 1936 İspanyası )
2/ Demokrasi, anti demokratik fikirlere de müsamaha gösterebilmelidir, fakat bu müsamaha anti-demokratik bir partinin demokrasiyi ortadan kaldırmasıyla sonuçlanabilir; ''özgürlük düşmanlarına özgürlük yok'' prensibinin, özgürlükleri kısıtlamaya meyilli olduğu göz önünde bulundurulursa, bu müsamahanın nereye ve ne zamana kadar devam etmesi gerektiği sorusu da sorulabilir.
3/ Demokrasi, karşıt gerçeklerin rekabeti prensibine bağlıdır, fakat özgürlük prensibinden başka bir gerçeği de yoktur, ve genel seçim sonuçları da hatalı olabilir.
4/ Demokrasi, yurttaşların politik hayata faal katılımı olmazsa zayıf düşerler.
Neticede, demokrasi genel tarih süreci içerisinde önemli bir insan serüvenidir.
26-04-2011 tarihli Le Monde
Yeni anayasa nasıl yapılmalı OSMAN CAN MEHMET UçUM istanbul 08 01 2011 cumartesi
Anayasa hukukçuları Osman Can ve Mehmet Uçum, 2011 seçimlerinin ardından gündeme gelmesi beklenen yeni anayasa için izlenmesi gereken yolu Taraf’a yazdılar:
80 Anayasası’yla bütün organik bağlar koparılmalı
Yeni anayasa sürecine girilirken, bu anayasanın yapımıyla ilgili önemli sorular gündeme geliyor. Bunlardan biri yeni anayasa yapmak için yetkinin kimden veya hangi kuraldan alınacağı sorusudur. İkinci soru ise anayasanın TBMM’de yazılmasının ve kabulünün yöntemi nasıl belirlenecek, örneğin bu yeni Anayasa yürürlükteki Anayasanın kurallarına göre mi yapılacak? Bu sorulara verilecek yanlış cevapların yıkıcı sonuçları olabilir.
Demokratik bir anayasacılıkta kurucu irade, toplumun demokratik ve katılımcı yöntemlerle billurlaşmış, barış içinde bir arada yaşamayı hedefleyen iradesidir. Bu irade toplumun demokratik temsilcileriyle bir anayasa metnine dönüştürülür. Yani bir asistanlık hizmeti verilir. Ardından ortaya çıkan metin, yeniden toplumun onayına sunulur. Bu irade kendi yarattığı tüm kurumları bağlar, ancak toplumun ve sonraki kuşakların kurucu iradesini hiçbir surette bağlamaz. Yaşayan toplum gerekli gördüğü her durumda harekete geçerek yeni bir anayasa üretebilir. Bunu engelleyecek hiç bir kurumsal irade olamaz. Çünkü toplum iradesiyle çatışan kurumsal iradeler zaten meşruiyetini kaybetmiş iradelerdir.
Türkiye’de yüz yıllık baskıcı ve tasarımcı bir devlet anlayışına dayanan politik karar tercihinin hazırlanan tüm anayasa metinlerinde yansıma bulduğunu, anayasaların her defasında yeniden yazılmış olmasına rağmen, derinde yatan temel siyasal kararın, buna derin anayasa diyelim, hiç değişmediğini, 1924, 1961 ve 1982 anayasalarında rahatlıkla görebiliyoruz. Hiçbir anayasa metninde devletin bürokratik iktidar haritası değişmedi, yalnızca tahkim edildi. Bunun özgürlük ve katılım sorunlarını üreten ve demokrasiyi engelleyen ana dinamik olduğu görülmedi. Bunu görmeyenlerin başında anayasa hukukçuları gelmektedir. İkinci kanıtı ise Anayasa Mahkemesi bize sunuyor. Anayasa Mahkemesi’nin 1970’li yıllardan başlayarak, anayasa değişikliklerini anayasa metninde yazan açık yasaklayıcı hükümlere rağmen, sözü edilen temel politik karara uygunluğa tabi tutarak iptal etmesi ve bu pratiği Türkiye’de 2008 ve 2010 yıllarında sürdürmesi, derin anayasa ile anayasa metninin birbirinden farklı olduğunu açıkça gösteriyor. Bu yaklaşım mahkemenin diğer içtihatlarının, hatta Yargıtay ve Danıştay içtihatlarının ortak paydasıdır. Dolayısıyla Türkiye’deki anayasalar siyasal birliğin biçimi ve tarzı hakkındaki temel kararın ne olduğunu belirleyen sonsuza kadar geçerlilik iddiasındaki bu tarihsel kurucu iradenin her dönemdeki farklı görünüm biçimlerinden başka bir şey değildir.
Derin anayasa ile anayasa metni arasındaki bu ayrımın, Nasyonal Sosyalistlerin Başhukukçusu Carl Schmitt’in öngörüsü ve arzusuyla birebir örtüşüyor olması, herhalde övünülecek bir durum değildir.
Demokrasi, derin anayasa ile anayasa metni ayrımının bulunmadığı, temel siyasi kararın toplum tarafından verildiği, bunun anayasa metninde yazılı olduğu, tüm kurumların yalnızca bu anayasa metninden hukuksal meşruiyet aldıkları, toplumun ise bu metni gerekli gördüğü her durumda yenisiyle ikame etme yetkisine sahip olduğu bir siyasal kültürün adıdır. Anayasa bir toplumda söylenmiş ve söylenebilecek son söz değildir. Kuruculuk yetkisi yalnız ve yalnız toplumdadır, bunu kullanmak için kurumsal iradeleri umursamak zorunda değildir. Toplumun önceki kurucu iradeyle bağlı olması yalnızca kendini inkâr, köleliğe razı olması anlamına gelir. Önceki derin anayasayı üreten kurucu iradenin son iki anayasada darbe veya darbe koalisyonu iradesi olarak tecelli ettiğini göz önünde bulundurduğumuzda, mevcut anayasanın referanslarına ve öngördüğü usule uyma taleplerinin ne anlama geldiğini minimum demokrasi kaygısı taşıyanlara hatırlatmak herhalde yeterli olur.
Türkiye’nin bugün tartıştığı yeni anayasa, aynı zamanda yeni kuruculuk olmayacaksa herhangi bir anlam ifade etmeyecektir. Yüz yıllık temel siyasal karar yerine toplumsal irade esas alınmayacaksa, yeni anayasa için uğraşmaya gerek yoktur. Çünkü yapılacak olan 1961 veya 1982’deki gibi göstermelik bir temsiliyet ve halkoylamasından öteye gidemeyecek; hem Türkiye’nin ilk sivil anayasasının yapıldığı müjdelenecek, hem bunun halkın onayıyla gerçekleştiği ifade edilecek, hem de yüz yıllık temel siyasal karar olan derin anayasaya dokunulmayacak. Hiç kimsenin toplumu bu tür bir anlamsızlığa ikna etmesi mümkün değildir.
Toplum darbecilerden ve darbe koalisyonundan daha fazla anayasa yapma hakkına ve gücüne sahip olduğunu artık görüyor. Bunu tüm kurumların, siyasi aktörlerin ve “okumuş”ların görmesinde yarar vardır.
Tüm farklılıklarıyla birlikte demokraside karar kılan ve yeni anayasa yapımına odaklanan Türkiye’de demokratik kuruculuk için, kurucu meclis toplanabilir, ki bu ideali yansıtır. Ancak yeni anayasa sözüyle seçime girmiş partilerden müteşekkil TBMM de kurucu olabilir.
TBMM’de birçok fonksiyon vardır. Bunlardan kanun çıkarma ve mevcut anayasada değişiklik yapma fonksiyonları “kurumsal” yani “mevcut anayasa tarafından tanımlanmış” hukuksal fonksiyonlardır. Ancak TBMM’de hukuksallığın ötesine taşan bir fonksiyon vardır. Bu fonksiyon sosyolojiktir. TBMM toplumun kullandığı oylarla temsil yetkisini verdiği ve bunun sosyolojik-ampirik olarak saptandığı tek merciidir. Yani toplumun temsil edildiği mekân olduğunu saptayabilmek için, hukuksal bir kurala bakmak gerekli değildir. TBMM bu özelliğiyle yeni anayasa yapma iradesini ortaya koyduğu anda, cari anayasal düzen normlarıyla bağlı değildir. Çünkü artık eski anayasal düzene göre “kurulu” bir organ değildir ve o düzenin verdiği yetkilerle harekete geçmemektedir.
Bu yüzden bir “Meclis kararı” ile sürecin başlatılması kuruculuk için ön şarttır. Ancak bu meclis kararı, kurucu bir iradenin başlangıcı olarak kaleme alınmalı, içtüzük ve anayasadan alınan bir yetkinin kullanılmadığını, aksine halkın saptanabilir ve kanıtlanabilir “kuruculuk” yetkisinden doğan özgün bir yetki kullanıldığını ifade etmelidir.
Bu karar, yeni anayasa‘nın hazırlanış, görüşülme, kabul edilme, referanduma sunulma ve onay koşullarını kendi belirlemelidir. Bir norma gönderme yapmamalı, o normun geçerlilik kaynağı olduğuna işaret etmemeli, yalnızca mecliste ortaya çıkan iradeyle anlam kazanmalıdır.
Bu karar asli bir kuruculuk yetkisinin kullanıldığının ilanıdır.
Meclis‘in yüzde 10 barajının ürettiği temsil açığını, en azından anayasa taslağının oluşturulması sürecinde meclis dışı partilere de temsil imkânı sunarak kapatması zorunluluğu da unutulmamalıdır.
Bu nedenle mevcut Anayasa’nın 175. Maddesi’ne ekleme yapmak suretiyle sürecin başlatılması anlayışından kesin bir ifadeyle uzak durulmalıdır. Bu, kuruculuk yetkisinin yürürlükteki Anayasa’dan alındığının ifadesi olacaktır. Bu durumda kuruculuğun 1980 darbecilerinde olduğu kabul edilmiş olacak, derin anayasa yeniden egemen olacaktır. Sonuç ise açıktır: Mevcut anayasanın verdiği yetki kullanılıyorsa, bu yetkinin mevcut anayasanın temel referanslarına aykırı kullanılmaması gerekecektir. Yani aslında 1982 Anayasası’nın kendini yeniden üretmesi sağlanmış olacaktır. Anayasa Mahkemesi’nin bu gerekçeyle devreye girmesi ise ayrı bir sorun oluşturacaktır. Mahkeme’nin 2010 değişikliklerinde dahi esasa girmekten çekinmediğinin hatırlatılmasında yarar vardır.
Unutulmamalıdır ki Türkiye toplumu, tüm siyasi partileriyle birlikte bir Anayasa yapma kararlılığı içinde. Yani kurucu bir karar verilmiş durumda. Bunu da 12 Eylül referandum sürecinde ve sonucunda (evet, hayır veya boykot tarzında) açık irade olarak ortaya koydu. Toplumun bu kararı vermesinin nedeni tüm siyasal ve toplumsal sorunların çözümüne olanak yaratacak yeni bir siyasal yapı ve aygıt isteğidir. Yani devleti yeniden yapılandırma iradesidir. Bu kurucu kararın nasıl bir anayasaya dönüşeceğini de anayasa yapım süreci belirleyecektir.
Bunun için Türkiye toplumunun yeni anayasayı asli kurucu iktidar olarak doğrudan yapması, yani siyasal anayasayı ortaya koyması, temsil eksikliğini giderecek bir yöntemle desteklenmesi kaydıyla 2011 Meclisi’nin yahut Anayasa Meclisi’nin bunu yasalaştırması, önceki anayasaların referans alınmaması, hukukçuların sadece normları formüle etme sürecinde rol oynaması (teknik asistanlık) sürecin özellikleri olarak öne çıkmalıdır.
Kırmızı çizgisiz anayasa yapılmalı 28 01 2011 cuma HELİN ALP DİYARBAKIR istanbul
Anayasa Çalışma Grubu ve Yeni Anayasa Platformu 2011 Meclisi’ne sunulmak üzere yaklaşık 10 milyon görüş toplamayı amaçlıyor.
Anayasa Çalışma Grubu ve Yeni Anayasa Platformu 2011 Meclisi’ne sunulmak üzere yaklaşık 10 milyon görüş toplamayı amaçlıyor.
Anayasa Çalışma Grubu’ndan hukukçu Mehmet Uçum ve eski Anayasa Mahkemesi Raportörü Osman Can ile “yeni anayasayı” konuştuk.
Türkiye’deki siyasi partiler bir anayasa taslağı hazırlıyor. Ne düşünüyorsunuz?
Osman Can: Toplum sözleşmesi niteliğindeki bir anayasa, toplumun tüm farklılıklarının kurucu olduğu, altında imzasının bulunduğu bir anayasa olmalıdır.
Hiçbir siyasi partinin bir taslakla ortaya çıkmasını önermiyoruz.
Siyasi partilerin ortaya koyacakları taslaklar da haliyle halkın değil, kaçınılmaz olarak bu iç politikaların ve kırmızı çizgilerin bir ürünü olur.
Bu durumda yeni, demokratik ve sivil bir anayasadan değil, yalnızca darbe anayasasının revizyonundan söz edilebilir.
Anayasa sürecindeki çelişki devletle toplum arasında mı yaşanıyor o halde?
Mehmet Uçum: Türkiye’de son yüzyıllık dönemde temel çelişki devlet ile toplum arasındaki çelişkidir.
Devlet,
“Ne Mutlu Türküm”
diyerek kendini Türk hisseden bir çoğunluk üretmeye çalışmış.
Kürtleri, inananları, Alevileri, azınlıkları, kendini yaşam tarzlarıyla farklı hissedenleri göz ardı etmiş.
Dolayısıyla, toplumla devlet arasındaki bu tersine ilişki çelişkiyi büyütmüş ve birçok çatışma alanı üretmiş.
Bu çatışma alanları toplumun sorunları olarak önümüzde dev gibi duruyor.
Size göre Türkiye’nin asıl ihtiyacı devlet yapısının değişmesi mi?
Mehmet Uçum: Bu devlet yapısı bitmiştir. Bütün kurumlarıyla devletin değişmesi gerekiyor.
Bunun anlamı Türkiye’nin geleneksel bütün değerlerini, şimdiye kadar ürettiği değerleri ve kuralları, kurumları tasfiye etmek değil.
Baskıcı ve tasarlayıcı devlet anlayışına göre düşünmeyi sıfırlamak.
Mevcut anayasayı bir kenara koyarak, yeni bir toplum sözleşmesi yaratmak anlamına geliyor bu.
Osman Can: Yüz yıllık homojenleştirici, şoven devlet kültürünün üzerine kurulduğu anayasal düzenin Türkiye’de yeri yok artık.
Meclis’teki temsil eksikliği, yani seçim barajı çalışmaları nasıl etkiler?
Mehmet Uçum: Küçük bir yasa değişikliğiyle ortadan kaldırılabilmesine rağmen, sol, sağ veya koalisyon hiçbir iktidar bu düzenlemeye dokunmadı.
Seçime gittiğimiz bu dönemde yine ne iktidar, ne de muhalefet buna dokunmak istiyor.
Yeni anayasanın yapımı konusunda sorun yaratacağı çok açık.
Bunun için önerdiğiniz model ne?
Mehmet Uçum: Meclis, halktan aldığı anayasa yapım yetkisi çerçevesinde bir meclis kararı çıkarır.
Bu karar ile özel komisyon oluşturulur. Bu komisyon alt komisyonlar oluşturarak yeni anayasa esas ve modellerini belirler.
Bir toplumun anayasasında neyin değiştirilemez olacağına kim karar verir?
Osman Can: Bunu herhalde beş generale sormamak gerekir.
Toplumun kırmızı çizgisiz, tabusuz ve önkoşulsuz bir müzakere sürecinde üreteceği anayasada daha farklı, kurucu, birleştirici, barış tesis edici referanslar ve yapısal
modelleri tartışmak zorundayız.
Bu kırmızı çizgilerin kalkması ile yeni sorunlar, yeni karşıtlıklar ortaya çıkar mı?
Mehmet Uçum: Radikal milliyetçiliğin yerine demokrat milliyetçilik diyebileceğimiz bir anlayış hakim olmaya başladı.
İşte kural ve kurum alanında bu kırmızı çizgileri aşacak olan enstrüman da yeni anayasadır.