yeni İnsan Çağı ? The Economist in 28 5 2011 tarihli sayısında kapak konusu
Antroposen (Anthropocene), yeni İnsan Çağı ?
200 yıl evvel, yani sanayi devrimiyle başlayan bir jeolojik zaman; bu zaman zarfında insanın jeolojik bir güç haline geldiğini görüyoruz.
Kavram 2000 yılında, ilk, kimya Nobeli Paul Crutzen tarafından kullanılmıştı.
Son haftalarda kavram, nihayet, belki neo-kapitalizmin en ciddi basını The Economist'in kapak konusu oldu.
Bu kavramın önemi, bir dönemin, hatta bir çağın sona erdiğini haber verilmesinden geliyor. Descartes' ın açtığı felsefi bir dönemi kapatıyor.
Bildiğimiz gibi kartezyen, bilimsel ve tüm insan ve doğa faaliyetlerini matematik ve fizik formüllerine indirgeyen düşünce Batı sanayi devrimi serüveninin felsefi temelini oluşturur:
Descartes (1596-1650) ve sonra da Bacon (1561-1626) tarafindan kuramsallaştırılan bu yaklaşım, insanı ( anthropos ) doğadan ayrı, doğanın üstünde görür;
insan doğaya hükmetmelidir ve doğanın efendisi ve sahibi olmalıdır.
Bu felsefi tavır ve yaklaşım o denli başarılı oldu ki, üzerine inşaa edilen şartlar bile değişime uğradılar:
insan o denli doğaya saldırdı ve onunla içli dışlı oldu ki, doğanın en güçlü ögesi oldu.
Doğal olanla suni olanı artık ayırt edemez hale geldik:
biyosferin kaderi homo sapien sapiens' inkinden ayrı düşünülemez oldu.
Bu köklü degişim birçok tehlikeyi içermektedir:
insanın doğa üzerindeki faaliyetlerinin menfi etkileri sadece doğayı değil, kendi varlığını da tehlikeye sokmaktadır;
öyle ki, insanoğlunun barış ve huzur içerisinde yaşamaya devam edebilmesi mümkün görülmüyor.
İnsanoğlu giderek yaşam tarzında değişiklikler yapmayı düşleyebiliyor.
Diğer yandan, doğaya hükmetme mantığında ısrar eden ve küre-mühendisliği
( géo-ingénierie )
yoluyla iklim değişikliği üzerinde etkili olmayı ve hatta iklim ısınmasına bu şekilde engellemeyi mümkün zannedenler bile var.
Bizce antroposen çağına girmenin ne anlama geldiğini sorgulamanın bir başka şekli de insanlık macerasının anlamını sorgulamaktır.
Fakat sadece homo sapiens sapiens 'in yayılma gücüne refakat eden kapitalist ekonomik sistemi değil, ilham veren maddeci felsefi tavrı da sorgulamak gerek.
Yakın geçmişte yaşanan sanayi felaketleri, nükleer tehlike, Tchernobyl ve bilhassa Fukushima nükleer felaketleri bizi bu noktaya getirdi.
Bu dönüşü olmayan bir nokta;
eğer bu sorgulamalar gerçek bir mantık ve yaşam biçimi değişimiyle sonuçlanmazsa gerçekten geriye dönmesi mümkün olmayan bir yolda bulacağız kendimizi.
Kutup buzullarının derinliklerinde, sanayileşme devriminin başından bu yana sera etkili gazların yogunlaşmış olduğu ispatlandı.
Son yılların iklim şartlarının önemli derecede bozulmasını sadece doğa ile izah edemeyiz. Doğa içerisindeki elementler bugünkü kadar çabuk değişime uğramamıştı.
Karbon, petrol ve uranyumdan elde edilen enerjiyle insanoğlu doğayı kullanma ve yok etme kapasitesini hızlandırarak en uç noktasına, ve dönüşü olmayan noktaya ulaştırdı.
Alman düşünür Gunter Anders, sanayi ürünlerinin hacminin muhayilemizin imkanlarini aştığını söylüyor.
Japonya gibi başına iki atom bombası düşmüş bir ülkenin, büyük bir tektonik fay üzerinde bulunmasına rağmen 54 nükleer reaktör inşaa etmesi, insan sağduyusunun bu korkunç yaratıklar karşısında iflasını sergilemiyor mu ?
Bu ölçüsüzlüğün hem aktörü, hem de kurbanı olan insanoğlu, kendi zaaflarının şartlarını yeryüzü güçlerinden daha tehlikeli ve geri dönülmez bir biçimde yarattı.
Peşinden deliler gibi sorumsuzca koştuğumuz, daima daha çok enerji gerektiren büyüme modellerinin zararları hiçbir isbatlamaya gerek kalmadan kendilerini tarihin dışında bıraktılar; fakat yalanlara inanmaktaki gücümüzün verdigi rahatlık ve bilinçsizlik, bunun farkına varmamıza mani olmaktadır.
İnsanoğlunun inandığı yalanlara, acaba doğa da inanıyor mu ?
The Economist in 28-5-2011 tarihli sayısında kapak konusu
Welcome to the Antropocène ?
http://www.economist.com/printedition/index.cfm?d=20110528
http://www.economist.com/node/18744401?Story_ID=18744401
Antroposen (Anthropocene), yeni İnsan Çağı ?
200 yıl evvel, yani sanayi devrimiyle başlayan bir jeolojik zaman; bu zaman zarfında insanın jeolojik bir güç haline geldiğini görüyoruz.
Kavram 2000 yılında, ilk, kimya Nobeli Paul Crutzen tarafından kullanılmıştı.
Son haftalarda kavram, nihayet, belki neo-kapitalizmin en ciddi basını The Economist'in kapak konusu oldu.
Bu kavramın önemi, bir dönemin, hatta bir çağın sona erdiğini haber verilmesinden geliyor. Descartes' ın açtığı felsefi bir dönemi kapatıyor.
Bildiğimiz gibi kartezyen, bilimsel ve tüm insan ve doğa faaliyetlerini matematik ve fizik formüllerine indirgeyen düşünce Batı sanayi devrimi serüveninin felsefi temelini oluşturur:
Descartes (1596-1650) ve sonra da Bacon (1561-1626) tarafindan kuramsallaştırılan bu yaklaşım, insanı ( anthropos ) doğadan ayrı, doğanın üstünde görür;
insan doğaya hükmetmelidir ve doğanın efendisi ve sahibi olmalıdır.
Bu felsefi tavır ve yaklaşım o denli başarılı oldu ki, üzerine inşaa edilen şartlar bile değişime uğradılar:
insan o denli doğaya saldırdı ve onunla içli dışlı oldu ki, doğanın en güçlü ögesi oldu.
Doğal olanla suni olanı artık ayırt edemez hale geldik:
biyosferin kaderi homo sapien sapiens' inkinden ayrı düşünülemez oldu.
Bu köklü degişim birçok tehlikeyi içermektedir:
insanın doğa üzerindeki faaliyetlerinin menfi etkileri sadece doğayı değil, kendi varlığını da tehlikeye sokmaktadır;
öyle ki, insanoğlunun barış ve huzur içerisinde yaşamaya devam edebilmesi mümkün görülmüyor.
İnsanoğlu giderek yaşam tarzında değişiklikler yapmayı düşleyebiliyor.
Diğer yandan, doğaya hükmetme mantığında ısrar eden ve küre-mühendisliği
( géo-ingénierie )
yoluyla iklim değişikliği üzerinde etkili olmayı ve hatta iklim ısınmasına bu şekilde engellemeyi mümkün zannedenler bile var.
Bizce antroposen çağına girmenin ne anlama geldiğini sorgulamanın bir başka şekli de insanlık macerasının anlamını sorgulamaktır.
Fakat sadece homo sapiens sapiens 'in yayılma gücüne refakat eden kapitalist ekonomik sistemi değil, ilham veren maddeci felsefi tavrı da sorgulamak gerek.
Yakın geçmişte yaşanan sanayi felaketleri, nükleer tehlike, Tchernobyl ve bilhassa Fukushima nükleer felaketleri bizi bu noktaya getirdi.
Bu dönüşü olmayan bir nokta;
eğer bu sorgulamalar gerçek bir mantık ve yaşam biçimi değişimiyle sonuçlanmazsa gerçekten geriye dönmesi mümkün olmayan bir yolda bulacağız kendimizi.
Kutup buzullarının derinliklerinde, sanayileşme devriminin başından bu yana sera etkili gazların yogunlaşmış olduğu ispatlandı.
Son yılların iklim şartlarının önemli derecede bozulmasını sadece doğa ile izah edemeyiz. Doğa içerisindeki elementler bugünkü kadar çabuk değişime uğramamıştı.
Karbon, petrol ve uranyumdan elde edilen enerjiyle insanoğlu doğayı kullanma ve yok etme kapasitesini hızlandırarak en uç noktasına, ve dönüşü olmayan noktaya ulaştırdı.
Alman düşünür Gunter Anders, sanayi ürünlerinin hacminin muhayilemizin imkanlarini aştığını söylüyor.
Japonya gibi başına iki atom bombası düşmüş bir ülkenin, büyük bir tektonik fay üzerinde bulunmasına rağmen 54 nükleer reaktör inşaa etmesi, insan sağduyusunun bu korkunç yaratıklar karşısında iflasını sergilemiyor mu ?
Bu ölçüsüzlüğün hem aktörü, hem de kurbanı olan insanoğlu, kendi zaaflarının şartlarını yeryüzü güçlerinden daha tehlikeli ve geri dönülmez bir biçimde yarattı.
Peşinden deliler gibi sorumsuzca koştuğumuz, daima daha çok enerji gerektiren büyüme modellerinin zararları hiçbir isbatlamaya gerek kalmadan kendilerini tarihin dışında bıraktılar; fakat yalanlara inanmaktaki gücümüzün verdigi rahatlık ve bilinçsizlik, bunun farkına varmamıza mani olmaktadır.
İnsanoğlunun inandığı yalanlara, acaba doğa da inanıyor mu ?
The Economist in 28-5-2011 tarihli sayısında kapak konusu
Welcome to the Antropocène ?
http://www.economist.com/printedition/index.cfm?d=20110528
http://www.economist.com/node/18744401?Story_ID=18744401