Durun, öldürmeyin Ahmet Altan KUM SAATi 14 05 2011 cumartesi
Geçen gün genç Kürt entelektüellerinin de olduğu bir sohbet sırasında akıllı ve yetenekli bir Kürt kızı, içten bir coşkuyla “Apo ‘öl’ derse Kürtler ölür,” dedi.
“Ondan bir kuşkum yok,” dedim, “benim merak ettiğim başka, Apo ‘yaşa’ derse Kürtler yaşar mı?”
Bir sessizlik oldu.
“Apo ‘öl’ dese Kürtler ölür mü” diye sorulsaydı hepsinin hızla “evet” diye cevaplayacağını biliyordum ama “yaşar mı” diye sorunca herkes sustu.
Bu suskunluğu biliyorum.
Aslında bunu hepimiz biliyoruz.
Bir yer geliyor, insanlar savaşa alışıyor, ölmek ve öldürmek, yaşamak ve yaşatmaktan daha çekici görünmeye başlıyor.
Savaş, barış için yapılır.
Savaşın amacı, istediğin türde bir barışı ele geçirmektir.
Barışa doğru ilerler savaş.
Sonunda galip gelen diğerine isteğini kabul ettirir ya da kimse yenemez karşılıklı tavizlerle anlaşırlar.
Ama uzun süren iç savaşlarda bir yer gelir ki “savaş, barış için yapılmaz”, amacından sapar ve “savaş, savaş için” yapılmaya başlar.
Bir barışa ulaşmaya, çıkarına olan bir sonucu elde etmeye, yenişemiyorsan karşılıklı tavizlerle anlaşmaya değil, “intikam almaya, karşısındakine gününü göstermeye, karşısındakini aşağılamaya,” yönelir.
Savaşların en amansızı, en tehlikelisi de budur işte.
Kürt savaşının niye çıktığını biliyoruz.
Devlet, Kürtlerin varlığını yıllarca inkâr etti, dilini konuşmasını bile yasakladı, acılar çektirdi, işkence yaptı, öldürdü.
Kürtler daha önce defalarca yaptıkları gibi bu zulme karşı ayaklandılar.
Ve, daha evvelkilerden farklı olarak bu sefer başardılar.
PKK, kendisinden kat kat kalabalık ve donanımlı bir gücü yenemezdi ama onun zaferi “yenilmemesindeydi”, çok büyük kayıplara rağmen yenilmedi, Kürt varlığının kabulünü sağladı, Kürtlerin yaşadığı haksızlığı toplumun gündemine yerleştirdi ve devleti Kürt meselesini görmek zorunda bıraktı.
Bugün Kürt meselesiyle ilgili olarak konuşulamayan, konuşulmayan tek bir konu bile yok, ayrılmaktan federasyona, özerklikten bağımsızlığa, anadilde eğitim hakkından “iki başbakana” kadar her konu her gün konuşuluyor.
Henüz Kürtler hakları olan “eşit vatandaşlığı” elde edemediler ama hapiste olan Öcalan’ın devletle “resmen” müzakerelere oturmasını ve bu hakları görüşmesini sağladılar.
Bu haklar, seçimlerden sonra yapılacak olan yeni anayasayla kabul edilecek, görünen bu.
Eğer kabul edilmezse de Türkiye tarihinin en kanlı savaşlarından birine yuvarlanacak.
Dün haftalık görüşmesinin notları yayınlanan Öcalan da zaten bunu çok net söylüyor, “15 hazirandan sonra ya büyük bir anlaşma olur, ya da topyekun bir savaş çıkar” diyor, yaptığı müzakerelerin ciddiyetini vurguluyor ve “Bir anlaşmaya varırsak bu Kürt tarihinin ilk büyük anlaşması olacak” diyor.
Öcalan’ın sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla asker de dâhil devletin bütün birimleri bu müzakerelere katılıyor ve çözüm için anlaşmaya yaklaşıyorlar.
Durumun aydınlanacağı tarih de 15 haziran, sadece bir ay var.
Ya “en büyük anlaşma” yapılacak ya da büyük bir savaş yaşanacak.
Devlet bütün birimleriyle Öcalan’la müzakereye oturmuşken ve sonuca sadece bir ay kalmışken askerin gidip “ateşkes” ilan eden PKK’lıları öldürmesinin, PKK’lıların da gidip Kastamonu’da, Silopi’de polisleri vurmasının anlamı ne?
Bir ay duramıyor musunuz?
Ölmek ve öldürmek bu kadar mı çekici geliyor?
Otuz gün sabredin.
Bir ay sonra ya “ilk büyük anlaşma” yapılacak ve Kürtler hakları olanı alacak, bu toplum eşit ve özgür bir toplum haline gelecek ya da Kürtlerle Türkler ülkenin her yanında birbirlerini boğazlayacak.
Şu otuz günde neden insanları öldürmek gerekiyor?
Hükümet askerini, PKK da militanlarını durdursun, bir ay insanları öldürmeden bekleyelim.
Sonra ya barış olur, uygar, eşit, özgür, mutlu insanlar olarak yaşarız.
Ya da anlaşma sağlanmaz, birbirinizi istediğiniz kadar öldürürsünüz.
Bu ülkenin Kürt ve Türk insanları ölmeye ve öldürmeye hazır, bunu anladık ama belki bu kez “yaşama” ihtimali belirecek, bir de bunu deneyelim.
“Ölüme” otuz yıl veren bu ülke, “yaşamaya” otuz gün vermeyecek mi?
Savaş hiç bitmesin mi istiyorsunuz?
Ölüme bu kadar mı alıştınız?
Yaşamayı bu kadar mı unuttunuz?
Diğer Ahmet Altan Makaleleri:
Durun, öldürmeyin - 14.05.2011
Hiçbir şey ve hayat - 13.05.2011
AKP ve CHP - 12.05.2011
33 asker - 11.05.2011
Ahlak ve kaset - 10.05.2011
Ağaç - 08.05.2011
Apo’nun sözleri - 07.05.2011
Korkmak - 06.05.2011
Bir resim ve pusu - 05.05.2011
Birincisinin sonu - 04.05.2011
Kader - 03.05.2011
Berkan’ın çılgın projesi - 01.05.2011
Bakmazsak... - 30.04.2011
Operasyon ve Balyoz - 29.04.2011
Çılgın proje - 28.04.2011
TÜRKİYE'NİN HALLERİ 14.05.2011 Murat Belge Bağırtkan milliyetçilik
Osmanlı yapısı içinde en geç oluşan “milliyetçilik”lerden biri Türk milliyetçiliği idi. Rusya Türkleri’nin katkıları olmasa, daha da gecikebilirdi, çünkü yüzyılların “Osmanlılık” bilinciyle, anlayışıyla hesaplaşmak zorundaydı.
Yaklaşık aynı tarihlerde, Avusturya’da, Habsburg İmparatorluğu’nda, Almanlar benzer bir durumdaydılar. Burada Türkler, orada Almanlar, için için biliyorlardı ki, yaşadıkları çok-uluslu imparatorluğun asıl sahibi kendileridir. Bu durumda “biz Türkler” ya da “biz Almanlar” diye olur olmaz çıkış yapmak, başkalarına da kendi kimliklerini hatırlatacağı ve başka birçok sürtüşmeye de yol açacağı için, bundan kaçınıyorlardı.
Oysa Rusya Türkleri, öncelikle Tatarlar ve Azeriler, Rusya’da yayılan Pan-Slavizm milliyetçiliğinden (haklı olarak) korkuyorlardı. Onlar bu Slav imparatorluğunun sahibi falan değil, baskı altında bir parçasıydılar. Onun için de, Pan-Slavizm’e Pan-Türkizm’le cevap vermek, onlar için gerçekçi bir politikaydı. Oralardan buraya gelip sığınanlar burada yaptıkları yayınla, yazılarıyla, bunu bir kesim Osmanlı-Türk intelicensiyasının kafasına sokmayı da başardı. Ayakta durmakta zorlanan Osmanlı toplumunun Türk ve Müslüman (ama öncelikle Türk, çünkü sözgelişi Araplar ve Arnavutlar da kendi etnik dertlerine düşmüşlerdi) intelicensiyası bir “kurtuluş formülü” peşindeydi. Neye tutunmalı? Neyi öne çıkarmalı? Hangi araçlarla mücadele etmeli? Dışarıdan kuşatanlara karşı ne yapacağız? İçerideki bu atıl toplumu hangi sloganlar, hangi hedeflerle seferber edeceğiz? Üstelik bunları uzun uzun düşünecek vakit kalmadığı da hissediliyordu.
Bu “yok oluyoruz” psikolojisi, Türkiye’de bugün dahi devam eden pek çok şeyi açıklayacak anahtardır. Özellikle 93 Harbi’nin getirdiği bozgun, Rus ordusunun Yeşilköy’e dayanmış olması ve İstanbul’da aç ve hasta ordunun kalıntılarının yarattığı sefalet manzaraları, son dönem Osmanlı aydınlarının zihnine hakkolunmuştu. Bunu kendi gözüyle görmemiş olanlar da annelerinden babalarından bu acı hikâyeleri dinleyerek büyümüşlerdi. Atatürk’ün İnönü’ye çektiği telgraftaki “makûs talih” sözünün arkasında bütün bunlar yığılıdır.
Böyle koşullarda biçimlenen bir etnik milliyetçiliğin fazla serinkanlı, rasyonalist bir ideoloji olması mümkün değildi. Kavgacı olmak zorundaydı; “zenofobik” olmak zorundaydı, çünkü o günlerin koşullarında herkesi düşman gibi görmek bir “fobi” değil, bir olgunun ifadesiydi. Dünya Harbi’nde İngilizler’le, Fransızlar’la savaşıyorduk da, Almanlar çok mu dostumuzdu? “Kapitülasyonları kaldırdık” deyince ötekilerle birlikte Almanlar da “Ne hakla kaldırırsın?” diye hesap soruyordu. Bu milliyetçilik bağırtkan ve çığırtkan da olmak zorundaydı, çünkü “uyuduğu”na inanılan kitleleri “uyandırma”yı hedefliyordu.
Yararlanacağı alt-ideolojiler, ırkçılık, Sosyal-Darvincilik vb. o yakınlarda, özenilen Batı’da imal edilmiş ve hizmete sunulmuştu. Batı’da da böyle şeylerin alıcısı boldu. Henüz yeniydiler, sınamadan geçmemiş, ne sonuç verecekleri görülmemişti. Ömer Seyfeddin de, Enver de, Talât da, Gökalp de vitrinde duran bu gibi ideolojik âlet edevata hemen uzandılar, alıp onları kuşandılar; bunların işe yarayacağından kuşkuları yoktu. Zaten “başka çare” göremiyorlardı.
Bunlar anlaşılamayacak şeyler değil. Bu insanların kaygıları, endişeleri de boş şeyler değil.
Ama bugünler de o günler değil. Anlaşılması gereken bu. O öyle bir dönemdi, geldi ve geçti. Herkes bu tip bir milliyetçiliği benimsediği için gelebildi; herkes böyle bir milliyetçiliği benimsemeye devam ederse yeniden gelebilir.
Bu gene de, çok zayıf bir ihtimal. “İnsanoğlu her zaman kendi çıkarını düşünür” yollu klişe genellemeler dünyada değişimi açıklayamaz. Evet, bencil veya çıkarcıdır; ama “çıkar” kavramı ve kavranışı değişmiştir. Şu anda insanlık “tek dünya”nın kurulması arifesinde, bunun sorunlarını incelemesi, kavraması, aşması gerekiyor.
1911’de bir Talât’ı –hak vermesem de- anlayabiliyorum. 2011’de bir Talât’ı ne anlayabiliyorum ne de ona hak verebiliyorum.
Ama şu 12 Haziran öncesi seçim meydanlarından kulağıma ulaşan seslerin hepsi 1911’den kalma.
Diğer Murat Belge Makaleleri:
Bağırtkan milliyetçilik - 14.05.2011
Hükümetin ‘MHP siyaseti’ - 13.05.2011
Seçim öncesi Kürt politikası - 10.05.2011
Bin Ladin - 08.05.2011
Prag - 07.05.2011
- - 03.05.2011
Formalizm - 01.05.2011
Edebiyat ve teyakkuz gereği - 30.04.2011
Edebiyat sevgisi - 29.04.2011
Leyla Zana’ya Nobel - 23.04.2011
Bir varta atlattık –mı? - 22.04.2011
Ya ‘İsviçreli kalmak’? - 19.04.2011
AKPM’de celadet - 17.04.2011
Neo-İncili Çavuş - 16.04.2011
Altmışlarda sosyalizmle tanışmamız - 15.04.2011
YA DA 14 05 2011 Yasemin Çongar Homeros’un renkleri ve dil kâşifliği
* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır.
***
Rüyalarınızın dili değiştiğinde, ruhunuz da içine doğmadığınız bir diyara ışınlanmıştır artık. Ya da ben öyle sanırdım. Sonra uyku, anadilimdeki sevinçlerin içinden altyazısız kâbuslar çıkarmaya başladığım bir işe dönüştü. Türkçe idiller söyleyen korom, İngilizce trajedilerin korosuna karıştı. Meşakkatli bir gece mesaisi yani. İki dilin evine birden yerleşip, bir de onların hısım akrabasıyla hasbıhale başladınız mı, şeylerin adları kolay kolay karışmıyor birbirine ama şeylerin duygusu değişiyor hafiften. İki evin usulleri farklı, üslûbu farklı, neyi nasıl adlandırdıkları değil sadece, neleri adlandırmayı seçip, neleri adsız bıraktıkları da farklı.
Birisi anadiliniz, anaocağınız; insanın kendi dilini yeterince sevmemesi, sevdiğini gösterememesi, kendi dilinde eksik, kendi dilinde misafir, kendi dilinde sığıntı hissetmesi her cümlede biraz daha ölmenin tarifi değilse nedir? Diğeri, diğerleri, dünya eviniz; sayesinde başka diyarların insanını tanıdığınız, başka diyarların hikâyelerini sevdiğiniz, içinde “öteki” sandıklarınızla hemhal olup, cehaletinizle yüzleştiğiniz, yüzleştikçe, insanlığın mahdut zihniyetinin belki de en sahici cümlesiyle, sorular sorulabileceği gibi mânâyla susulabileceğini de bilerek, usulca “Bilmiyorum” diyebildiğiniz, bunu söylemenin bir boyuneğiş kadar bir başkaldırı da olduğunu kavramaya başladığınız, bilmediğini bilmenin tevazuunu, bilme iddiasının tahakkümüne yeğlemeyi öğrendiğiniz yer.
Velhasıl, bir vakit geliyor, artık seçmeniz gerekmiyor. Araftalık bizim tabiatımız zira; marşlarla, antlarla, törenlerle, “şair ruhlu bir padişahtı”lar ve “düşmanı denize döktük”lerle törpülenmeye çalışılan asi ve gerçek tabiatımız. Bir vakit geliyor, içine doğmadığınız bir diyarın dilinde gördüğünüz rüya, ruhunuzu ışınlamak şöyle dursun, anadilinize büsbütün bağlıyor sizi. Dillerin şeylere verdikleri farklı adların, işin “öğrenme” kısmında kaldığını seziyorsunuz çünkü. Yavaş yavaş farkına varıyorsunuz ki, esrarın aslı, farklı dillerin farklı şeyleri adlandırmayı seçmesinde ve seçmemesinde saklı.
Her dil, kulağına bir kez bile eğilinmemiş, bir kelimecik olsun fısıldanmamış “adsız” şeylerle dolu; her dilde ya hiç doğmamış ya da göbekbağı bir türlü kesilmemiş nesneler, haller, duygular var. Anadilinizin bir adla kutsamadığı şeylerin bilgisi de işte, işin “keşif” kısmına ait. Ve aslında dil, ancak keşfine çıktığınız, kadim anlamlar için toprağını kazıp, yeni tarifler peşinde yollarını yürüdüğünüz vakit, sahiden sizin olmaya başlayan bir şey.
Bütün renkler aynı hızla kirlenmiyordu
William Gladstone kırk dokuz yaşında ve ayrı zamanlarda dört defa yapacağı başbakanlık görevine ilk kez gelmesine daha on yıl varken, Britanya tahtının temsilcisi olarak, İyon Denizi’ndeki yedi adalara vardığında, klasik formuna uygun konuştuğu Eski Yunanca’sıyla şaşırtmıştı ahaliyi. Adalılar, bir İngiliz devlet adamının, İsa’dan önce dördüncü ve beşinci yüzyıllarda olgunlaşan bu dili bu kadar iyi konuşmasına değil, hiç anlamadıkları bir dili konuşmasına hayret etmişlerdi. Zira Korfu’nun, İthaki’nin sokak dili, modern Yunanca bile değildi o sıralar, denizde yıkanmış tuzlu bir İtalyancaydı. Yıl 1858’di ve Gladstone, dünyaya, İlyada ve Odise’nin tariflerinin içinden bakmak isteyen bir adamdı hâlâ. Eğer hakikaten yaşadıysa Homeros’tu onun kahramanı; eğer yaşamadıysa, onu yaratan dildi.
O dilin zenginliği kadar, darlığı da ilgisini çekiyordu Gladstone’un. Hiç “mavi” yoktu Homeros’ta; deniz “şarap gibi”ydi malûm ama öküzler de şarap gibiydi. Bir denize bakıyordu Gladstone bir öküzlere, aynı rengi görmüyordu. Bazen “ioeis” yani menekşe moru da oluyordu deniz ama yün de menekşe moruydu Homeros’un gözünde, dağlar da, demir de. Ve insanların yüzleri “kloros”tu, yani yeşil, yani aynı zamanda balın ve tahtanın rengi. Gladstone, Homeros’un renkleri anlatırken en çok siyah ve beyaz kelimelerini kullandığını keşfetti; açık ara farkla da kırmızıyı. Neden?
İngiliz devlet adamının bu soruya verdiği yanıt, bir yönüyle, bugün hâlâ dilbilimin merkezinden geçen fay hattını temsil ediyor aslında. “Homeros kör değildi, hayır” ama “renk körüydü” Gladstone’un nezdinde; ya da zamanımızdan ben diyeyim yirmi sekiz, siz deyin otuz asır önce, Ege’nin iki yakasında yaşayan halkların “görme yetenekleri bizlerinki kadar evrilmemişti henüz.”
Elimdeki kitabın yazarı Guy Deutscher, meslektaşlarının pek de haz etmeyeceği bir çıkışla, “Gladstone kısmen haklıydı” diyor, “biyolojik değil ama kültürel bir evrimin sonucu olarak adlandırmaya başladık renkleri. Ve bunu her renk için aynı hızda yapmadık.”
Deutscher, 1969 Tel Aviv doğumlu bir İsrailli dilbilimci. Britanya’da yaşıyor, araştırmalarını Manchester Üniversitesi’nde sürdürüyor. Through the Language Glass: How Words Colour Your World (Dil Merceğinden: Kelimeler Dünyanızı Nasıl Renklendiriyor) adlı yeni kitabına “kültürel renk körlüğü” kavramıyla giriş yapıyor ve neleri ne zaman adlandırmaya başladığımızdan yola çıkıp, adlandırmadıklarımızı ne kadar kavradığımız sorusuna getiriyor sözü. Kelimeyle adlandıramadığımız bir şeyi görebiliyor muyuz sizce? Ve ayrı şeyleri kelimelerle adlandırmamayı seçen iki ayrı anadilin insanı, dünyayı da bir nebze farklı mı algılıyor dersiniz? Deutscher’in iki soruya verdiği cevap da müspet ama öyle kestirmeden değil, acabalarla çetrefilleşen yollardan geçerek ve geçerken yeni hikâyeler kadar, yeni kavramlar da keşfederek ulaşıyor bu cevaplara.
“Mavi” mesela, sadece Eski Yunan’ın değil, bütün insanlığın en son farkına vardığı, diğer renklerden ayrı bir adla anma ihtiyacını en geç duyduğu renk. İncil’in dilinde de “mavi” yok, en eski Hint mesellerinde. “Çünkü” diyor Deutscher, “mavi doğada yok.” Gökyüzü kızacak biliyorum, burada, önümde karşı kıtaya uzanan deniz köpürecek, ama öyle. İlk önce kan giriyor insan diline, yani kırmızı; hayatın ve topraktan elde edilmesi en kolay olan boyanın rengi. Sonra siyah ve beyaz geliyor. İnsanların gökyüzüne baktıklarında, yüzyıllar boyu, gündüzleri beyazı, geceleri siyahı gördüklerini anlatıyor Deutscher; ikisi arasında kalan o serin, o berrak, o mesafeli ama yine de vaatkâr rengi, sonsuzluğun aynı zamanda bir derinlik olduğunu yeryüzünde belki her şeyden daha çok hatırlatan o yegâne kubbeyi “mavi” diye vaftiz etmeyi çok sonra akıl etmişiz meğer. Maviyi, siyahın ve yeşilin içinden doğurmuşuz. Bugün Japonca’daki “ao” kelimesi, mesela, bir zamanlar “maviyeşil” bir rengi anlatırken, sonradan yeşilden boşanıp, salt “mavi” halini almış. Japonya’daki trafik lambalarında “geç” işaretinin maviye çalması da “ao” rengi olmalarındanmış aslında.
Güneşin ve insanın çevresinde dönmek
Deutscher, sadece yaygın kabul gören bazı dilbilim teorileriyle değil, diller konusundaki klişelerle de fena halde dalgasını geçiyor. Beşinci Karl ya da bizim “Şarlken” diye Türkçeleştirdiğimiz Kutsal Roma İmparatoru’nun, “Her şeyin bir dili vardır” dediğini hatırlatıyor: “Ben Tanrı’yla İspanyolca, kadınlarla İtalyanca, erkeklerle Fransızca, atımla ise Almanca konuşurum.” Diller arasındaki anlam, duygu ve vurgu farklarının anlaşılmasından yana, ama bu denli abartılmasının da yanlış olduğunu düşünüyor Deutscher. Aynı şekilde, ünlü Amerikalı dilbilimci Noam Chomsky’nin, “Marslı bir bilimadamı buraya gelip araştırma yapsa, bütün dünyalıların aynı dilin farklı lehçelerini konuştuklarını düşünecektir” demesine özünde katılsa bile, “lehçeler” arasındaki farkların önemli, bazen de belirleyici olabildiğini savunuyor.
Guugu Yimithirr, adını muhtemelen benim gibi hiç duymadığınız ama en az bir kelimesini, yeri geldikçe ve sanırım ekseriya bir tebessüm eşliğinde kullandığınız bir Avustralya yerli dili ve lehçe farklarıyla algı farkları arasındaki ilişkiyi örneklemek için bire bir. “Kanguru”nun adını bize armağan eden bu yerliler, bizden farklı olarak “insan-merkezli” değil, “güneş-merkezli” bir dil konuşuyorlar. “Ayağının kuzeyinde bir karınca var” diyorlar mesela; “Balık, dükkânın güneydoğusunda satılıyor” diyorlar. Guugu Yimithirr dilinde, “önüm, arkam, sağım, solum sobe” yok çünkü; “yanımda, karşımda, ardımda, üstümde” de yok. Bir şeyin yeri, güneşe göre belirleniyor. Böyle konuşuyorlar ve Deutscher’e göre, biraz da yüzyıllardır böyle konuşmaları sayesinde, yıldızsız bir gecede ve hiç bilmedikleri bir yerdeyken bile, güneşin nereden doğup nereden batacağını anında söyleyebiliyorlar size.
Ama “lehçe” farklılıklarının izini, adını bile duymadığımız uzak halkların uzak dilleri üzerinden sürmek zorunda değiliz. Her şeyi erkek ve dişi diye ikiye ayıran Fransızca, İspanyolca, İtalyanca karşısında bir İngilizin (ve tabii bir Türkün) şaşkınlığını düşünebiliriz mesela. Ya da Almanca ile Yunancanın erkekle dişinin yanına bir de cinsiyetsiz üçüncü tür kattığını hatırlayabiliriz. Tabii, yuvarlaklığına uygun bir şekilde İspanyolcada “dişi” olan elmanın (la manzana), kim bilir artık belki sertliğine, sululuğuna ya da Adem’in onu işlevselleştirme biçimine hürmeten Almancada “erkek” kılınarak (der Apfel) kutsandığını düşünebiliriz. Deutscher, ana dili Almanca ve İspanyolca olan iki denek grubuna, birer insan ismiyle eşleştirilen İngilizce kelimeler ezberletmeye çalıştığında, denekler, kelimelerin kendi ana dillerinde adlandırdığı şeylerin cinsiyetiyle, onlara verilen insan isminin cinsiyeti çakıştığında daha başarılı oluyorlar. Elmaya “Patricia” derseniz bir İspanyol daha kolay hatırlıyor onu; “Patrick” derseniz bir Alman.
Anadili İngilizce, Fransızca ya da İtalyanca olan birinin, Türkçe, Vietnamca, Macarca ve Fincede herkesten ve her şeyden “o” diye söz etmemizdeki toptancılığı (öyle ya he mi, she mi, it mi; erkek mi, dişi mi, cansız mıdır o) kavraması da zor. Ama bu “cinsiyetçi” diller, “kardeş” demenin, “kardeşlik” demenin, “komşu” demenin, “arkadaş” demenin güzelliğinden de yoksunlar. İbranicede mesela, cinsiyetsiz bir “arkadaş” kelimesi yok, her arkadaş ya kadın, ya erkek olmak zorunda. Hem ayrımcı, hem gizemsiz velhasıl. İngilizcede keza, “kardeşlik” kavramı, “sisterhood” ve “brotherhood” diye ikiye bölünüyor hemen; bizse “kardeş” kelimesini yanına bir şey eklemeden “ayrımcı” kılmak istediğimizde, eskiye, esasen benim çok sevdiğim “hemşire”yle “birader”e dönmek zorundayız artık.
Sonuçta, “Farklı düşünüyor, farklı konuşuyoruz ve farklı konuştukça, belki biraz daha farklı düşünmeye başlıyoruz” diyor Deutscher. “Ama” diye ekliyor, “Her şekil, her renk, her duygu her dilde vardır. Adı konmamış olabilir henüz. Adının olmaması, onu göremeyeceğiniz, hissedemeyeceğiniz, anlatamayacağınız anlamına gelmez.”
Galiba, tam da burada başlıyor dünya dili; dil kâşifliğinin en saf biçimi olan edebiyatın kutsal buyruğu “oku” diye değil, “tarif et” diye veriliyor çünkü. Deutscher’in kitabını kapatırken, her konuya illâ ki doğayı tarif ederek girmeyi seven nice İstanbullu yazarın olmazsa olmaz “erguvanî”si, başka dillerde kendine nasıl bir eş bulacak diye düşünüyordum ben. Ya, İngilizcenin o çamurlu, o buruk rengi; o cam kırığından bulanık, çimen yaprağından soluk, çağla derisinden sert, zehir yeşilinden yumuşak, sabah yağmurundaki Haliç mavisine çalan “teal” rengi, bizim diyarda kiminle aşık atacak? Sahi, “somon” diye bir renk var mıydı siz çocukken?
Diğer Yasemin Çongar Makaleleri:
Homeros’un renkleri ve dil kâşifliği - 14.05.2011
Kefene girmeye gidenlerle samimi sohbetler - 07.05.2011
Shakespeare mi bizi yarattı, biz mi onu oynuyoruz - 30.04.2011
Bir cinayet sanatı olarak gazetecilik... - 23.04.2011
Tank sesini seven erkeklerin iç sesleri - 16.04.2011
Gerçeği anlatarak çoğaltan bir roman - 09.04.2011
Sen haklıydın Rosa: Ça ira! Ça ira! - 02.04.2011
Hoyrat bir hayatı sakin bir romana yeğlemek - 26.03.2011
Zamanla cilveleşme cüreti ve hayatın kara delikleri - 05.03.2011
Bir devrin sonu... - 02.03.2011
Ardımda kara bir ayin bırakmadan gideceğim - 26.02.2011
Gözler Suudi Arabistan’da - 25.02.2011
Ankara susuyor çünkü… - 22.02.2011
‘Ben’ dediklerimiz ve acıyı ıstırap eylemek - 19.02.2011
İranlı muhalifler ve Gül’ün ziyareti - 15.02.2011
AÇILIM 14.05.2011
Emre Uslu
MHP, Gülen savaşını neden tırmandırıyor
Üst düzey MHP’lilerin özel hayatlarına ilişkin çıkan kasetlerin arkasından Devlet Bahçeli seçmenlerine kaset siyasetinin “okyanus ötesinden” dizayn edildiğini iddia etti. Okyanus ötesi Türk siyasi literatüründe Fethullah Gülen anlamına geldiğinden Gülen de çıkıp MHP’ye cevap verdi. MHP liderinin kasetler çıkmadan önce de Fethullah Gülen cemaatini hedef alan bir açıklaması vardı. Gazetecilerin tutuklanmasının arkasından bir açıklama yapan Devlet Bahçeli Gülen’e çağırı yaparak “Cemaat, faaliyetlerini askıya alsın” demişti. Daha sonra kamuoyundan gelen tepkiler üzerine geri adım atmak zorunda kalsa da Bahçeli ilk çıkışıyla Gülen cemaatini kasetlerden önce zaten hedef almıştı.
Yani Bahçeli ve MHP’nin Gülen cemaatine karşı açtığı bayrağın MHP’lilerin seks kasetleriyle doğrudan ilgisi yok. Bu, daha çok siyasi bir projenin parçası olarak yürütülen siyasi kampanya. Ben uzun süredir MHP’nin derin devlet tarafından kuşatıldığını iddia ediyorum (bkz. 26 Nisan 2010’da Neşe Düzel’e verdiğim söyleşi). MHP de bir temel strateji olarak derin devletin yönlendirmesiyle özellikle 2009 aralık ayından bu yana Gülen cemaatine savaş açmış durumda. Yani MHP’de bir tutarsızlık yok. Derin devletin stratejileriyle MHP’nin hedefleri birbiri ile örtüşüyor.
MHP için anlamsız görünen ise bu savaşı kritik seçim sürecinde de sürdürmesi. MHP tabanı ile Gülen cemaatinin tabanı birbirinden çok ayrı tabanlar değil. İkisi de milliyetçi-muhafazakâr kitleden destek gören hareket. Hatta çocuğu Gülen cemaati okulları veya dershanelerinde eğitim görmemiş MHP’li aile neredeyse yok gibidir. Dolayısıyla MHP için Gülen cemaatini karşısına almak intihar anlamına gelir.
Bu karşıtlığın MHP’deki seks kasetleriyle ilgisinin bulunmadığını, kasetlerden önce Bahçeli’nin Devrimci-Sol gelenekten gelen Ahmet Şık’a destek verip Gülen’e “Cemaat faaliyetlerini askıya alsın” çağırısından biliyoruz. Velev ki derin devletin istekleri doğrultusunda strateji belirlemiş olsun –ki bana göre öyledir- MHP’nin seçim sonuna kadar sabretmesi beklenebilirdi.
Bahçeli neyi hedefliyor?
Bana göre Bahçeli’nin Gülen cemaatine savaş açmasının bir tek nedeni var. O da oy dağılımında sahillerden aldığı oyların artış göstermesi ve sahillerde yaratılan anti-Gülenci dalganın üstünde sörf yapmak istemesi. Aşağıda MHP’nin bölge bazında artan ve azalan oy oranları var. Örneğin PollMark’ın araştırmasına göre MHP’nin, geleneksel tabanı İç Anadolu ve Doğu Anadolu’da Erzurum gibi yerlerden aldığı oy oranlarında yüzde 4 ve 5 oranında düşüşler görülüyor. Buna karşın sahil refleksi veren Ege’de MHP oyları mart ayında yüzde 13-14 görünürken şimdi yüzde 15. Batı Marmara’da ise oylar yüzde 11’den yüzde 12’ye çıkmış görünüyor. Aynı refleksi gösterdiği bilinen Batı Karadeniz’de ise MHP oylarında 1 puanlık artış olduğu görülüyor. Yine Avrasya Kamuoyu Araştırmaları Şirketi’nin yaptığı araştırmaya göre MHP İzmir oyları yüzde 16 olarak görünüyor. Oysa MHP 2007 seçimlerinde İzmir’de en fazla yüzde 13 oy alabilmişti.
Yapılan bütün araştırmalarda MHP geleneksel tabanı Orta Anadolu’da ciddi oy kaybediyor. Bunun değişik nedenleri olabilir. Konumuz bu değil. Buna karşın sahil şehirlerindeki kıpırdanma MHP’yi baraj altından kurtaracak bir hareketlilik olarak algılanıyor. Bu oylar ise CHP’deki değişimi kabul etmeyen ulusalcı seçmenin reaksiyon oyları olarak okunuyor.
MHP yönetimi de bu durumu fark etmiş olmalı ki daha kasetler çıkmadan Gülen cemaatine hem de Ahmet Şık olayında bir devrimci gazeteciye destek verecek bir şekilde savaş açtı. Bunun bir tek anlamı var O da Ege sahillerinde dalgalanan anti-Gülenci havayı oya dönüştürmek.
MHP yönetimi kaset olayında da Gülen cemaatini işaret ederek hem Ege’deki anti-Gülenci seçmenin duygularına hitap ediyor hem de seks kasetli siyasetçileri böylece daha üst bir dil ile örtmüş oluyor. Özellikle sahil şeritlerinde yaşayan ulusalcı seçmende var olan Gülen cemaati hakkındaki kuşku böylece materyalize edilip kâra dönüştürülüyor.
Bu strateji şu anlama geliyor: Kaseti Gülen cemaatinden birilerinin üretmemiş olduğu bugün ortaya çıksa bile MHP Gülen cemaatine yüklenmeye devam edecek. Zira konu kaseti kimin kaydettiği ya da kaydetmediği değil sahillerde yükselişe geçen MHP oylarını nasıl koruyacağı ve hatta nasıl arttıracağıyla ilgili.
KONDA araştırma şirketinin yöneticisi Bekir Ağrıdır’a görüşünü sordum. O da MHP’nin sahil şeridinde bir yükselişi olduğuna dikkat çekiyor ve geleneksel tabanının oylarıyla MHP’nin barajı geçemeyecek konumda olduğunu belirtiyor. Ağrıdır’a göre de sahillerdeki huzursuz CHP oyları bu seferlik MHP’ye ödünç gidebilir ve MHP bu oylarla barajı geçebilir. Tam da bu nedenledir ki CHP’nin merkez karar yönetme kurulundan siyasetçiler Gülen cemaatine sahip çıkarken MHP Gülen cemaatine vuruyor.
Sanırım MHP’lilerin seks kaseti tartışmasına ahlak tartışmasından farklı bir perspektiften baktığımızda gerçeğin ışığını yakalamak daha kolay olacak. Görüldüğü kadarıyla MHP lideri Bahçeli yardımcılarının seks kasetlerinden de bir post çıkarmayı hesaplıyor. İnsanın “Ey siyaset sen her şeye kadirsin” diyesi geliyor...
Diğer Emre Uslu Makaleleri:
MHP, Gülen savaşını neden tırmandırıyor - 14.05.2011
CHP’nin çılgın projesi: Her köftehora bir köfte - 11.05.2011
AKP ye ‘Ortalık karışacak, oy kaybınız olur’ diyen asker kim - 07.05.2011
El Kaide’nin intikam saldırısı bir yıl içinde olur - 04.05.2011
BDP’yi YSK’dan kim kurtardı - 30.04.2011
Kontrolsüz PKK grupları Karadeniz’de eylem yapabilir - 27.04.2011
Seçime kadar gerilim devam edecek - 23.04.2011
YSK kararı bir Ankara Kriteri’dir - 20.04.2011
Tehdit ve Umut - 16.04.2011
BDP’nin aday tercihi: Kürt siyasetinin Türkiyelileştirilmesi - 13.04.2011
BDP’nin aday tercihi: Kürt siyasetinin Türkiyelileştirilmesi - 12.04.2011
Abdullah Öcalan ve Özgür Mumcu’ya cevabımdır - 09.04.2011
Emniyet’te Fethullahçılık tartışması neden ve ne zaman yapılır - 05.04.2011
Ahmet Şık’ın kitabında yeni ne var - 02.04.2011
Ahmet Şık’ı kurtaracak formül - 29.03.2011
www.taraf.com.tr
Geçen gün genç Kürt entelektüellerinin de olduğu bir sohbet sırasında akıllı ve yetenekli bir Kürt kızı, içten bir coşkuyla “Apo ‘öl’ derse Kürtler ölür,” dedi.
“Ondan bir kuşkum yok,” dedim, “benim merak ettiğim başka, Apo ‘yaşa’ derse Kürtler yaşar mı?”
Bir sessizlik oldu.
“Apo ‘öl’ dese Kürtler ölür mü” diye sorulsaydı hepsinin hızla “evet” diye cevaplayacağını biliyordum ama “yaşar mı” diye sorunca herkes sustu.
Bu suskunluğu biliyorum.
Aslında bunu hepimiz biliyoruz.
Bir yer geliyor, insanlar savaşa alışıyor, ölmek ve öldürmek, yaşamak ve yaşatmaktan daha çekici görünmeye başlıyor.
Savaş, barış için yapılır.
Savaşın amacı, istediğin türde bir barışı ele geçirmektir.
Barışa doğru ilerler savaş.
Sonunda galip gelen diğerine isteğini kabul ettirir ya da kimse yenemez karşılıklı tavizlerle anlaşırlar.
Ama uzun süren iç savaşlarda bir yer gelir ki “savaş, barış için yapılmaz”, amacından sapar ve “savaş, savaş için” yapılmaya başlar.
Bir barışa ulaşmaya, çıkarına olan bir sonucu elde etmeye, yenişemiyorsan karşılıklı tavizlerle anlaşmaya değil, “intikam almaya, karşısındakine gününü göstermeye, karşısındakini aşağılamaya,” yönelir.
Savaşların en amansızı, en tehlikelisi de budur işte.
Kürt savaşının niye çıktığını biliyoruz.
Devlet, Kürtlerin varlığını yıllarca inkâr etti, dilini konuşmasını bile yasakladı, acılar çektirdi, işkence yaptı, öldürdü.
Kürtler daha önce defalarca yaptıkları gibi bu zulme karşı ayaklandılar.
Ve, daha evvelkilerden farklı olarak bu sefer başardılar.
PKK, kendisinden kat kat kalabalık ve donanımlı bir gücü yenemezdi ama onun zaferi “yenilmemesindeydi”, çok büyük kayıplara rağmen yenilmedi, Kürt varlığının kabulünü sağladı, Kürtlerin yaşadığı haksızlığı toplumun gündemine yerleştirdi ve devleti Kürt meselesini görmek zorunda bıraktı.
Bugün Kürt meselesiyle ilgili olarak konuşulamayan, konuşulmayan tek bir konu bile yok, ayrılmaktan federasyona, özerklikten bağımsızlığa, anadilde eğitim hakkından “iki başbakana” kadar her konu her gün konuşuluyor.
Henüz Kürtler hakları olan “eşit vatandaşlığı” elde edemediler ama hapiste olan Öcalan’ın devletle “resmen” müzakerelere oturmasını ve bu hakları görüşmesini sağladılar.
Bu haklar, seçimlerden sonra yapılacak olan yeni anayasayla kabul edilecek, görünen bu.
Eğer kabul edilmezse de Türkiye tarihinin en kanlı savaşlarından birine yuvarlanacak.
Dün haftalık görüşmesinin notları yayınlanan Öcalan da zaten bunu çok net söylüyor, “15 hazirandan sonra ya büyük bir anlaşma olur, ya da topyekun bir savaş çıkar” diyor, yaptığı müzakerelerin ciddiyetini vurguluyor ve “Bir anlaşmaya varırsak bu Kürt tarihinin ilk büyük anlaşması olacak” diyor.
Öcalan’ın sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla asker de dâhil devletin bütün birimleri bu müzakerelere katılıyor ve çözüm için anlaşmaya yaklaşıyorlar.
Durumun aydınlanacağı tarih de 15 haziran, sadece bir ay var.
Ya “en büyük anlaşma” yapılacak ya da büyük bir savaş yaşanacak.
Devlet bütün birimleriyle Öcalan’la müzakereye oturmuşken ve sonuca sadece bir ay kalmışken askerin gidip “ateşkes” ilan eden PKK’lıları öldürmesinin, PKK’lıların da gidip Kastamonu’da, Silopi’de polisleri vurmasının anlamı ne?
Bir ay duramıyor musunuz?
Ölmek ve öldürmek bu kadar mı çekici geliyor?
Otuz gün sabredin.
Bir ay sonra ya “ilk büyük anlaşma” yapılacak ve Kürtler hakları olanı alacak, bu toplum eşit ve özgür bir toplum haline gelecek ya da Kürtlerle Türkler ülkenin her yanında birbirlerini boğazlayacak.
Şu otuz günde neden insanları öldürmek gerekiyor?
Hükümet askerini, PKK da militanlarını durdursun, bir ay insanları öldürmeden bekleyelim.
Sonra ya barış olur, uygar, eşit, özgür, mutlu insanlar olarak yaşarız.
Ya da anlaşma sağlanmaz, birbirinizi istediğiniz kadar öldürürsünüz.
Bu ülkenin Kürt ve Türk insanları ölmeye ve öldürmeye hazır, bunu anladık ama belki bu kez “yaşama” ihtimali belirecek, bir de bunu deneyelim.
“Ölüme” otuz yıl veren bu ülke, “yaşamaya” otuz gün vermeyecek mi?
Savaş hiç bitmesin mi istiyorsunuz?
Ölüme bu kadar mı alıştınız?
Yaşamayı bu kadar mı unuttunuz?
Diğer Ahmet Altan Makaleleri:
Durun, öldürmeyin - 14.05.2011
Hiçbir şey ve hayat - 13.05.2011
AKP ve CHP - 12.05.2011
33 asker - 11.05.2011
Ahlak ve kaset - 10.05.2011
Ağaç - 08.05.2011
Apo’nun sözleri - 07.05.2011
Korkmak - 06.05.2011
Bir resim ve pusu - 05.05.2011
Birincisinin sonu - 04.05.2011
Kader - 03.05.2011
Berkan’ın çılgın projesi - 01.05.2011
Bakmazsak... - 30.04.2011
Operasyon ve Balyoz - 29.04.2011
Çılgın proje - 28.04.2011
TÜRKİYE'NİN HALLERİ 14.05.2011 Murat Belge Bağırtkan milliyetçilik
Osmanlı yapısı içinde en geç oluşan “milliyetçilik”lerden biri Türk milliyetçiliği idi. Rusya Türkleri’nin katkıları olmasa, daha da gecikebilirdi, çünkü yüzyılların “Osmanlılık” bilinciyle, anlayışıyla hesaplaşmak zorundaydı.
Yaklaşık aynı tarihlerde, Avusturya’da, Habsburg İmparatorluğu’nda, Almanlar benzer bir durumdaydılar. Burada Türkler, orada Almanlar, için için biliyorlardı ki, yaşadıkları çok-uluslu imparatorluğun asıl sahibi kendileridir. Bu durumda “biz Türkler” ya da “biz Almanlar” diye olur olmaz çıkış yapmak, başkalarına da kendi kimliklerini hatırlatacağı ve başka birçok sürtüşmeye de yol açacağı için, bundan kaçınıyorlardı.
Oysa Rusya Türkleri, öncelikle Tatarlar ve Azeriler, Rusya’da yayılan Pan-Slavizm milliyetçiliğinden (haklı olarak) korkuyorlardı. Onlar bu Slav imparatorluğunun sahibi falan değil, baskı altında bir parçasıydılar. Onun için de, Pan-Slavizm’e Pan-Türkizm’le cevap vermek, onlar için gerçekçi bir politikaydı. Oralardan buraya gelip sığınanlar burada yaptıkları yayınla, yazılarıyla, bunu bir kesim Osmanlı-Türk intelicensiyasının kafasına sokmayı da başardı. Ayakta durmakta zorlanan Osmanlı toplumunun Türk ve Müslüman (ama öncelikle Türk, çünkü sözgelişi Araplar ve Arnavutlar da kendi etnik dertlerine düşmüşlerdi) intelicensiyası bir “kurtuluş formülü” peşindeydi. Neye tutunmalı? Neyi öne çıkarmalı? Hangi araçlarla mücadele etmeli? Dışarıdan kuşatanlara karşı ne yapacağız? İçerideki bu atıl toplumu hangi sloganlar, hangi hedeflerle seferber edeceğiz? Üstelik bunları uzun uzun düşünecek vakit kalmadığı da hissediliyordu.
Bu “yok oluyoruz” psikolojisi, Türkiye’de bugün dahi devam eden pek çok şeyi açıklayacak anahtardır. Özellikle 93 Harbi’nin getirdiği bozgun, Rus ordusunun Yeşilköy’e dayanmış olması ve İstanbul’da aç ve hasta ordunun kalıntılarının yarattığı sefalet manzaraları, son dönem Osmanlı aydınlarının zihnine hakkolunmuştu. Bunu kendi gözüyle görmemiş olanlar da annelerinden babalarından bu acı hikâyeleri dinleyerek büyümüşlerdi. Atatürk’ün İnönü’ye çektiği telgraftaki “makûs talih” sözünün arkasında bütün bunlar yığılıdır.
Böyle koşullarda biçimlenen bir etnik milliyetçiliğin fazla serinkanlı, rasyonalist bir ideoloji olması mümkün değildi. Kavgacı olmak zorundaydı; “zenofobik” olmak zorundaydı, çünkü o günlerin koşullarında herkesi düşman gibi görmek bir “fobi” değil, bir olgunun ifadesiydi. Dünya Harbi’nde İngilizler’le, Fransızlar’la savaşıyorduk da, Almanlar çok mu dostumuzdu? “Kapitülasyonları kaldırdık” deyince ötekilerle birlikte Almanlar da “Ne hakla kaldırırsın?” diye hesap soruyordu. Bu milliyetçilik bağırtkan ve çığırtkan da olmak zorundaydı, çünkü “uyuduğu”na inanılan kitleleri “uyandırma”yı hedefliyordu.
Yararlanacağı alt-ideolojiler, ırkçılık, Sosyal-Darvincilik vb. o yakınlarda, özenilen Batı’da imal edilmiş ve hizmete sunulmuştu. Batı’da da böyle şeylerin alıcısı boldu. Henüz yeniydiler, sınamadan geçmemiş, ne sonuç verecekleri görülmemişti. Ömer Seyfeddin de, Enver de, Talât da, Gökalp de vitrinde duran bu gibi ideolojik âlet edevata hemen uzandılar, alıp onları kuşandılar; bunların işe yarayacağından kuşkuları yoktu. Zaten “başka çare” göremiyorlardı.
Bunlar anlaşılamayacak şeyler değil. Bu insanların kaygıları, endişeleri de boş şeyler değil.
Ama bugünler de o günler değil. Anlaşılması gereken bu. O öyle bir dönemdi, geldi ve geçti. Herkes bu tip bir milliyetçiliği benimsediği için gelebildi; herkes böyle bir milliyetçiliği benimsemeye devam ederse yeniden gelebilir.
Bu gene de, çok zayıf bir ihtimal. “İnsanoğlu her zaman kendi çıkarını düşünür” yollu klişe genellemeler dünyada değişimi açıklayamaz. Evet, bencil veya çıkarcıdır; ama “çıkar” kavramı ve kavranışı değişmiştir. Şu anda insanlık “tek dünya”nın kurulması arifesinde, bunun sorunlarını incelemesi, kavraması, aşması gerekiyor.
1911’de bir Talât’ı –hak vermesem de- anlayabiliyorum. 2011’de bir Talât’ı ne anlayabiliyorum ne de ona hak verebiliyorum.
Ama şu 12 Haziran öncesi seçim meydanlarından kulağıma ulaşan seslerin hepsi 1911’den kalma.
Diğer Murat Belge Makaleleri:
Bağırtkan milliyetçilik - 14.05.2011
Hükümetin ‘MHP siyaseti’ - 13.05.2011
Seçim öncesi Kürt politikası - 10.05.2011
Bin Ladin - 08.05.2011
Prag - 07.05.2011
- - 03.05.2011
Formalizm - 01.05.2011
Edebiyat ve teyakkuz gereği - 30.04.2011
Edebiyat sevgisi - 29.04.2011
Leyla Zana’ya Nobel - 23.04.2011
Bir varta atlattık –mı? - 22.04.2011
Ya ‘İsviçreli kalmak’? - 19.04.2011
AKPM’de celadet - 17.04.2011
Neo-İncili Çavuş - 16.04.2011
Altmışlarda sosyalizmle tanışmamız - 15.04.2011
YA DA 14 05 2011 Yasemin Çongar Homeros’un renkleri ve dil kâşifliği
* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır.
***
Rüyalarınızın dili değiştiğinde, ruhunuz da içine doğmadığınız bir diyara ışınlanmıştır artık. Ya da ben öyle sanırdım. Sonra uyku, anadilimdeki sevinçlerin içinden altyazısız kâbuslar çıkarmaya başladığım bir işe dönüştü. Türkçe idiller söyleyen korom, İngilizce trajedilerin korosuna karıştı. Meşakkatli bir gece mesaisi yani. İki dilin evine birden yerleşip, bir de onların hısım akrabasıyla hasbıhale başladınız mı, şeylerin adları kolay kolay karışmıyor birbirine ama şeylerin duygusu değişiyor hafiften. İki evin usulleri farklı, üslûbu farklı, neyi nasıl adlandırdıkları değil sadece, neleri adlandırmayı seçip, neleri adsız bıraktıkları da farklı.
Birisi anadiliniz, anaocağınız; insanın kendi dilini yeterince sevmemesi, sevdiğini gösterememesi, kendi dilinde eksik, kendi dilinde misafir, kendi dilinde sığıntı hissetmesi her cümlede biraz daha ölmenin tarifi değilse nedir? Diğeri, diğerleri, dünya eviniz; sayesinde başka diyarların insanını tanıdığınız, başka diyarların hikâyelerini sevdiğiniz, içinde “öteki” sandıklarınızla hemhal olup, cehaletinizle yüzleştiğiniz, yüzleştikçe, insanlığın mahdut zihniyetinin belki de en sahici cümlesiyle, sorular sorulabileceği gibi mânâyla susulabileceğini de bilerek, usulca “Bilmiyorum” diyebildiğiniz, bunu söylemenin bir boyuneğiş kadar bir başkaldırı da olduğunu kavramaya başladığınız, bilmediğini bilmenin tevazuunu, bilme iddiasının tahakkümüne yeğlemeyi öğrendiğiniz yer.
Velhasıl, bir vakit geliyor, artık seçmeniz gerekmiyor. Araftalık bizim tabiatımız zira; marşlarla, antlarla, törenlerle, “şair ruhlu bir padişahtı”lar ve “düşmanı denize döktük”lerle törpülenmeye çalışılan asi ve gerçek tabiatımız. Bir vakit geliyor, içine doğmadığınız bir diyarın dilinde gördüğünüz rüya, ruhunuzu ışınlamak şöyle dursun, anadilinize büsbütün bağlıyor sizi. Dillerin şeylere verdikleri farklı adların, işin “öğrenme” kısmında kaldığını seziyorsunuz çünkü. Yavaş yavaş farkına varıyorsunuz ki, esrarın aslı, farklı dillerin farklı şeyleri adlandırmayı seçmesinde ve seçmemesinde saklı.
Her dil, kulağına bir kez bile eğilinmemiş, bir kelimecik olsun fısıldanmamış “adsız” şeylerle dolu; her dilde ya hiç doğmamış ya da göbekbağı bir türlü kesilmemiş nesneler, haller, duygular var. Anadilinizin bir adla kutsamadığı şeylerin bilgisi de işte, işin “keşif” kısmına ait. Ve aslında dil, ancak keşfine çıktığınız, kadim anlamlar için toprağını kazıp, yeni tarifler peşinde yollarını yürüdüğünüz vakit, sahiden sizin olmaya başlayan bir şey.
Bütün renkler aynı hızla kirlenmiyordu
William Gladstone kırk dokuz yaşında ve ayrı zamanlarda dört defa yapacağı başbakanlık görevine ilk kez gelmesine daha on yıl varken, Britanya tahtının temsilcisi olarak, İyon Denizi’ndeki yedi adalara vardığında, klasik formuna uygun konuştuğu Eski Yunanca’sıyla şaşırtmıştı ahaliyi. Adalılar, bir İngiliz devlet adamının, İsa’dan önce dördüncü ve beşinci yüzyıllarda olgunlaşan bu dili bu kadar iyi konuşmasına değil, hiç anlamadıkları bir dili konuşmasına hayret etmişlerdi. Zira Korfu’nun, İthaki’nin sokak dili, modern Yunanca bile değildi o sıralar, denizde yıkanmış tuzlu bir İtalyancaydı. Yıl 1858’di ve Gladstone, dünyaya, İlyada ve Odise’nin tariflerinin içinden bakmak isteyen bir adamdı hâlâ. Eğer hakikaten yaşadıysa Homeros’tu onun kahramanı; eğer yaşamadıysa, onu yaratan dildi.
O dilin zenginliği kadar, darlığı da ilgisini çekiyordu Gladstone’un. Hiç “mavi” yoktu Homeros’ta; deniz “şarap gibi”ydi malûm ama öküzler de şarap gibiydi. Bir denize bakıyordu Gladstone bir öküzlere, aynı rengi görmüyordu. Bazen “ioeis” yani menekşe moru da oluyordu deniz ama yün de menekşe moruydu Homeros’un gözünde, dağlar da, demir de. Ve insanların yüzleri “kloros”tu, yani yeşil, yani aynı zamanda balın ve tahtanın rengi. Gladstone, Homeros’un renkleri anlatırken en çok siyah ve beyaz kelimelerini kullandığını keşfetti; açık ara farkla da kırmızıyı. Neden?
İngiliz devlet adamının bu soruya verdiği yanıt, bir yönüyle, bugün hâlâ dilbilimin merkezinden geçen fay hattını temsil ediyor aslında. “Homeros kör değildi, hayır” ama “renk körüydü” Gladstone’un nezdinde; ya da zamanımızdan ben diyeyim yirmi sekiz, siz deyin otuz asır önce, Ege’nin iki yakasında yaşayan halkların “görme yetenekleri bizlerinki kadar evrilmemişti henüz.”
Elimdeki kitabın yazarı Guy Deutscher, meslektaşlarının pek de haz etmeyeceği bir çıkışla, “Gladstone kısmen haklıydı” diyor, “biyolojik değil ama kültürel bir evrimin sonucu olarak adlandırmaya başladık renkleri. Ve bunu her renk için aynı hızda yapmadık.”
Deutscher, 1969 Tel Aviv doğumlu bir İsrailli dilbilimci. Britanya’da yaşıyor, araştırmalarını Manchester Üniversitesi’nde sürdürüyor. Through the Language Glass: How Words Colour Your World (Dil Merceğinden: Kelimeler Dünyanızı Nasıl Renklendiriyor) adlı yeni kitabına “kültürel renk körlüğü” kavramıyla giriş yapıyor ve neleri ne zaman adlandırmaya başladığımızdan yola çıkıp, adlandırmadıklarımızı ne kadar kavradığımız sorusuna getiriyor sözü. Kelimeyle adlandıramadığımız bir şeyi görebiliyor muyuz sizce? Ve ayrı şeyleri kelimelerle adlandırmamayı seçen iki ayrı anadilin insanı, dünyayı da bir nebze farklı mı algılıyor dersiniz? Deutscher’in iki soruya verdiği cevap da müspet ama öyle kestirmeden değil, acabalarla çetrefilleşen yollardan geçerek ve geçerken yeni hikâyeler kadar, yeni kavramlar da keşfederek ulaşıyor bu cevaplara.
“Mavi” mesela, sadece Eski Yunan’ın değil, bütün insanlığın en son farkına vardığı, diğer renklerden ayrı bir adla anma ihtiyacını en geç duyduğu renk. İncil’in dilinde de “mavi” yok, en eski Hint mesellerinde. “Çünkü” diyor Deutscher, “mavi doğada yok.” Gökyüzü kızacak biliyorum, burada, önümde karşı kıtaya uzanan deniz köpürecek, ama öyle. İlk önce kan giriyor insan diline, yani kırmızı; hayatın ve topraktan elde edilmesi en kolay olan boyanın rengi. Sonra siyah ve beyaz geliyor. İnsanların gökyüzüne baktıklarında, yüzyıllar boyu, gündüzleri beyazı, geceleri siyahı gördüklerini anlatıyor Deutscher; ikisi arasında kalan o serin, o berrak, o mesafeli ama yine de vaatkâr rengi, sonsuzluğun aynı zamanda bir derinlik olduğunu yeryüzünde belki her şeyden daha çok hatırlatan o yegâne kubbeyi “mavi” diye vaftiz etmeyi çok sonra akıl etmişiz meğer. Maviyi, siyahın ve yeşilin içinden doğurmuşuz. Bugün Japonca’daki “ao” kelimesi, mesela, bir zamanlar “maviyeşil” bir rengi anlatırken, sonradan yeşilden boşanıp, salt “mavi” halini almış. Japonya’daki trafik lambalarında “geç” işaretinin maviye çalması da “ao” rengi olmalarındanmış aslında.
Güneşin ve insanın çevresinde dönmek
Deutscher, sadece yaygın kabul gören bazı dilbilim teorileriyle değil, diller konusundaki klişelerle de fena halde dalgasını geçiyor. Beşinci Karl ya da bizim “Şarlken” diye Türkçeleştirdiğimiz Kutsal Roma İmparatoru’nun, “Her şeyin bir dili vardır” dediğini hatırlatıyor: “Ben Tanrı’yla İspanyolca, kadınlarla İtalyanca, erkeklerle Fransızca, atımla ise Almanca konuşurum.” Diller arasındaki anlam, duygu ve vurgu farklarının anlaşılmasından yana, ama bu denli abartılmasının da yanlış olduğunu düşünüyor Deutscher. Aynı şekilde, ünlü Amerikalı dilbilimci Noam Chomsky’nin, “Marslı bir bilimadamı buraya gelip araştırma yapsa, bütün dünyalıların aynı dilin farklı lehçelerini konuştuklarını düşünecektir” demesine özünde katılsa bile, “lehçeler” arasındaki farkların önemli, bazen de belirleyici olabildiğini savunuyor.
Guugu Yimithirr, adını muhtemelen benim gibi hiç duymadığınız ama en az bir kelimesini, yeri geldikçe ve sanırım ekseriya bir tebessüm eşliğinde kullandığınız bir Avustralya yerli dili ve lehçe farklarıyla algı farkları arasındaki ilişkiyi örneklemek için bire bir. “Kanguru”nun adını bize armağan eden bu yerliler, bizden farklı olarak “insan-merkezli” değil, “güneş-merkezli” bir dil konuşuyorlar. “Ayağının kuzeyinde bir karınca var” diyorlar mesela; “Balık, dükkânın güneydoğusunda satılıyor” diyorlar. Guugu Yimithirr dilinde, “önüm, arkam, sağım, solum sobe” yok çünkü; “yanımda, karşımda, ardımda, üstümde” de yok. Bir şeyin yeri, güneşe göre belirleniyor. Böyle konuşuyorlar ve Deutscher’e göre, biraz da yüzyıllardır böyle konuşmaları sayesinde, yıldızsız bir gecede ve hiç bilmedikleri bir yerdeyken bile, güneşin nereden doğup nereden batacağını anında söyleyebiliyorlar size.
Ama “lehçe” farklılıklarının izini, adını bile duymadığımız uzak halkların uzak dilleri üzerinden sürmek zorunda değiliz. Her şeyi erkek ve dişi diye ikiye ayıran Fransızca, İspanyolca, İtalyanca karşısında bir İngilizin (ve tabii bir Türkün) şaşkınlığını düşünebiliriz mesela. Ya da Almanca ile Yunancanın erkekle dişinin yanına bir de cinsiyetsiz üçüncü tür kattığını hatırlayabiliriz. Tabii, yuvarlaklığına uygun bir şekilde İspanyolcada “dişi” olan elmanın (la manzana), kim bilir artık belki sertliğine, sululuğuna ya da Adem’in onu işlevselleştirme biçimine hürmeten Almancada “erkek” kılınarak (der Apfel) kutsandığını düşünebiliriz. Deutscher, ana dili Almanca ve İspanyolca olan iki denek grubuna, birer insan ismiyle eşleştirilen İngilizce kelimeler ezberletmeye çalıştığında, denekler, kelimelerin kendi ana dillerinde adlandırdığı şeylerin cinsiyetiyle, onlara verilen insan isminin cinsiyeti çakıştığında daha başarılı oluyorlar. Elmaya “Patricia” derseniz bir İspanyol daha kolay hatırlıyor onu; “Patrick” derseniz bir Alman.
Anadili İngilizce, Fransızca ya da İtalyanca olan birinin, Türkçe, Vietnamca, Macarca ve Fincede herkesten ve her şeyden “o” diye söz etmemizdeki toptancılığı (öyle ya he mi, she mi, it mi; erkek mi, dişi mi, cansız mıdır o) kavraması da zor. Ama bu “cinsiyetçi” diller, “kardeş” demenin, “kardeşlik” demenin, “komşu” demenin, “arkadaş” demenin güzelliğinden de yoksunlar. İbranicede mesela, cinsiyetsiz bir “arkadaş” kelimesi yok, her arkadaş ya kadın, ya erkek olmak zorunda. Hem ayrımcı, hem gizemsiz velhasıl. İngilizcede keza, “kardeşlik” kavramı, “sisterhood” ve “brotherhood” diye ikiye bölünüyor hemen; bizse “kardeş” kelimesini yanına bir şey eklemeden “ayrımcı” kılmak istediğimizde, eskiye, esasen benim çok sevdiğim “hemşire”yle “birader”e dönmek zorundayız artık.
Sonuçta, “Farklı düşünüyor, farklı konuşuyoruz ve farklı konuştukça, belki biraz daha farklı düşünmeye başlıyoruz” diyor Deutscher. “Ama” diye ekliyor, “Her şekil, her renk, her duygu her dilde vardır. Adı konmamış olabilir henüz. Adının olmaması, onu göremeyeceğiniz, hissedemeyeceğiniz, anlatamayacağınız anlamına gelmez.”
Galiba, tam da burada başlıyor dünya dili; dil kâşifliğinin en saf biçimi olan edebiyatın kutsal buyruğu “oku” diye değil, “tarif et” diye veriliyor çünkü. Deutscher’in kitabını kapatırken, her konuya illâ ki doğayı tarif ederek girmeyi seven nice İstanbullu yazarın olmazsa olmaz “erguvanî”si, başka dillerde kendine nasıl bir eş bulacak diye düşünüyordum ben. Ya, İngilizcenin o çamurlu, o buruk rengi; o cam kırığından bulanık, çimen yaprağından soluk, çağla derisinden sert, zehir yeşilinden yumuşak, sabah yağmurundaki Haliç mavisine çalan “teal” rengi, bizim diyarda kiminle aşık atacak? Sahi, “somon” diye bir renk var mıydı siz çocukken?
Diğer Yasemin Çongar Makaleleri:
Homeros’un renkleri ve dil kâşifliği - 14.05.2011
Kefene girmeye gidenlerle samimi sohbetler - 07.05.2011
Shakespeare mi bizi yarattı, biz mi onu oynuyoruz - 30.04.2011
Bir cinayet sanatı olarak gazetecilik... - 23.04.2011
Tank sesini seven erkeklerin iç sesleri - 16.04.2011
Gerçeği anlatarak çoğaltan bir roman - 09.04.2011
Sen haklıydın Rosa: Ça ira! Ça ira! - 02.04.2011
Hoyrat bir hayatı sakin bir romana yeğlemek - 26.03.2011
Zamanla cilveleşme cüreti ve hayatın kara delikleri - 05.03.2011
Bir devrin sonu... - 02.03.2011
Ardımda kara bir ayin bırakmadan gideceğim - 26.02.2011
Gözler Suudi Arabistan’da - 25.02.2011
Ankara susuyor çünkü… - 22.02.2011
‘Ben’ dediklerimiz ve acıyı ıstırap eylemek - 19.02.2011
İranlı muhalifler ve Gül’ün ziyareti - 15.02.2011
AÇILIM 14.05.2011
Emre Uslu
MHP, Gülen savaşını neden tırmandırıyor
Üst düzey MHP’lilerin özel hayatlarına ilişkin çıkan kasetlerin arkasından Devlet Bahçeli seçmenlerine kaset siyasetinin “okyanus ötesinden” dizayn edildiğini iddia etti. Okyanus ötesi Türk siyasi literatüründe Fethullah Gülen anlamına geldiğinden Gülen de çıkıp MHP’ye cevap verdi. MHP liderinin kasetler çıkmadan önce de Fethullah Gülen cemaatini hedef alan bir açıklaması vardı. Gazetecilerin tutuklanmasının arkasından bir açıklama yapan Devlet Bahçeli Gülen’e çağırı yaparak “Cemaat, faaliyetlerini askıya alsın” demişti. Daha sonra kamuoyundan gelen tepkiler üzerine geri adım atmak zorunda kalsa da Bahçeli ilk çıkışıyla Gülen cemaatini kasetlerden önce zaten hedef almıştı.
Yani Bahçeli ve MHP’nin Gülen cemaatine karşı açtığı bayrağın MHP’lilerin seks kasetleriyle doğrudan ilgisi yok. Bu, daha çok siyasi bir projenin parçası olarak yürütülen siyasi kampanya. Ben uzun süredir MHP’nin derin devlet tarafından kuşatıldığını iddia ediyorum (bkz. 26 Nisan 2010’da Neşe Düzel’e verdiğim söyleşi). MHP de bir temel strateji olarak derin devletin yönlendirmesiyle özellikle 2009 aralık ayından bu yana Gülen cemaatine savaş açmış durumda. Yani MHP’de bir tutarsızlık yok. Derin devletin stratejileriyle MHP’nin hedefleri birbiri ile örtüşüyor.
MHP için anlamsız görünen ise bu savaşı kritik seçim sürecinde de sürdürmesi. MHP tabanı ile Gülen cemaatinin tabanı birbirinden çok ayrı tabanlar değil. İkisi de milliyetçi-muhafazakâr kitleden destek gören hareket. Hatta çocuğu Gülen cemaati okulları veya dershanelerinde eğitim görmemiş MHP’li aile neredeyse yok gibidir. Dolayısıyla MHP için Gülen cemaatini karşısına almak intihar anlamına gelir.
Bu karşıtlığın MHP’deki seks kasetleriyle ilgisinin bulunmadığını, kasetlerden önce Bahçeli’nin Devrimci-Sol gelenekten gelen Ahmet Şık’a destek verip Gülen’e “Cemaat faaliyetlerini askıya alsın” çağırısından biliyoruz. Velev ki derin devletin istekleri doğrultusunda strateji belirlemiş olsun –ki bana göre öyledir- MHP’nin seçim sonuna kadar sabretmesi beklenebilirdi.
Bahçeli neyi hedefliyor?
Bana göre Bahçeli’nin Gülen cemaatine savaş açmasının bir tek nedeni var. O da oy dağılımında sahillerden aldığı oyların artış göstermesi ve sahillerde yaratılan anti-Gülenci dalganın üstünde sörf yapmak istemesi. Aşağıda MHP’nin bölge bazında artan ve azalan oy oranları var. Örneğin PollMark’ın araştırmasına göre MHP’nin, geleneksel tabanı İç Anadolu ve Doğu Anadolu’da Erzurum gibi yerlerden aldığı oy oranlarında yüzde 4 ve 5 oranında düşüşler görülüyor. Buna karşın sahil refleksi veren Ege’de MHP oyları mart ayında yüzde 13-14 görünürken şimdi yüzde 15. Batı Marmara’da ise oylar yüzde 11’den yüzde 12’ye çıkmış görünüyor. Aynı refleksi gösterdiği bilinen Batı Karadeniz’de ise MHP oylarında 1 puanlık artış olduğu görülüyor. Yine Avrasya Kamuoyu Araştırmaları Şirketi’nin yaptığı araştırmaya göre MHP İzmir oyları yüzde 16 olarak görünüyor. Oysa MHP 2007 seçimlerinde İzmir’de en fazla yüzde 13 oy alabilmişti.
Yapılan bütün araştırmalarda MHP geleneksel tabanı Orta Anadolu’da ciddi oy kaybediyor. Bunun değişik nedenleri olabilir. Konumuz bu değil. Buna karşın sahil şehirlerindeki kıpırdanma MHP’yi baraj altından kurtaracak bir hareketlilik olarak algılanıyor. Bu oylar ise CHP’deki değişimi kabul etmeyen ulusalcı seçmenin reaksiyon oyları olarak okunuyor.
MHP yönetimi de bu durumu fark etmiş olmalı ki daha kasetler çıkmadan Gülen cemaatine hem de Ahmet Şık olayında bir devrimci gazeteciye destek verecek bir şekilde savaş açtı. Bunun bir tek anlamı var O da Ege sahillerinde dalgalanan anti-Gülenci havayı oya dönüştürmek.
MHP yönetimi kaset olayında da Gülen cemaatini işaret ederek hem Ege’deki anti-Gülenci seçmenin duygularına hitap ediyor hem de seks kasetli siyasetçileri böylece daha üst bir dil ile örtmüş oluyor. Özellikle sahil şeritlerinde yaşayan ulusalcı seçmende var olan Gülen cemaati hakkındaki kuşku böylece materyalize edilip kâra dönüştürülüyor.
Bu strateji şu anlama geliyor: Kaseti Gülen cemaatinden birilerinin üretmemiş olduğu bugün ortaya çıksa bile MHP Gülen cemaatine yüklenmeye devam edecek. Zira konu kaseti kimin kaydettiği ya da kaydetmediği değil sahillerde yükselişe geçen MHP oylarını nasıl koruyacağı ve hatta nasıl arttıracağıyla ilgili.
KONDA araştırma şirketinin yöneticisi Bekir Ağrıdır’a görüşünü sordum. O da MHP’nin sahil şeridinde bir yükselişi olduğuna dikkat çekiyor ve geleneksel tabanının oylarıyla MHP’nin barajı geçemeyecek konumda olduğunu belirtiyor. Ağrıdır’a göre de sahillerdeki huzursuz CHP oyları bu seferlik MHP’ye ödünç gidebilir ve MHP bu oylarla barajı geçebilir. Tam da bu nedenledir ki CHP’nin merkez karar yönetme kurulundan siyasetçiler Gülen cemaatine sahip çıkarken MHP Gülen cemaatine vuruyor.
Sanırım MHP’lilerin seks kaseti tartışmasına ahlak tartışmasından farklı bir perspektiften baktığımızda gerçeğin ışığını yakalamak daha kolay olacak. Görüldüğü kadarıyla MHP lideri Bahçeli yardımcılarının seks kasetlerinden de bir post çıkarmayı hesaplıyor. İnsanın “Ey siyaset sen her şeye kadirsin” diyesi geliyor...
Diğer Emre Uslu Makaleleri:
MHP, Gülen savaşını neden tırmandırıyor - 14.05.2011
CHP’nin çılgın projesi: Her köftehora bir köfte - 11.05.2011
AKP ye ‘Ortalık karışacak, oy kaybınız olur’ diyen asker kim - 07.05.2011
El Kaide’nin intikam saldırısı bir yıl içinde olur - 04.05.2011
BDP’yi YSK’dan kim kurtardı - 30.04.2011
Kontrolsüz PKK grupları Karadeniz’de eylem yapabilir - 27.04.2011
Seçime kadar gerilim devam edecek - 23.04.2011
YSK kararı bir Ankara Kriteri’dir - 20.04.2011
Tehdit ve Umut - 16.04.2011
BDP’nin aday tercihi: Kürt siyasetinin Türkiyelileştirilmesi - 13.04.2011
BDP’nin aday tercihi: Kürt siyasetinin Türkiyelileştirilmesi - 12.04.2011
Abdullah Öcalan ve Özgür Mumcu’ya cevabımdır - 09.04.2011
Emniyet’te Fethullahçılık tartışması neden ve ne zaman yapılır - 05.04.2011
Ahmet Şık’ın kitabında yeni ne var - 02.04.2011
Ahmet Şık’ı kurtaracak formül - 29.03.2011
www.taraf.com.tr