Ülkücüden Kürtçe selam ERTAN ALTAN istanbul 18 01 2011 salı Taraf
ÜLKÜCÜ hareketin tanınan ismi Çelebi, Hakkâri’deki panelde katılımcıları Kürtçe selamladı, açılıma yeni bir soluk getirdi...
Birayên min ên hêja û bi hurmet ên Culemêrgê, ez ji dil silavê li we hemûyan dikim. “Değerli Hakkârilileri canı gönülden selamlıyorum”
anlamına gelen bu Kürtçe sözleri geçen hafta Hakkâri’de düzenlenen Eko-Politik paneline katılan, ülkücü hareketin bir dönem
“efsanevi”
isimlerinden Musa Serdar Çelebi söyledi.
“Bilgece tavırlar”
Geçen hafta yapılan
“Türkiye’nin Büyük Çatısı Demokratikleşmeye Doğru Hakkâri Durağı”
paneline Murat Belge ve Cengiz Çandar’la birlikte katılan Musa Serdar Çelebi, katılımcıları Kürtçe selamlamak istediğini belirterek, Eko-Politik’in Hakkârili üyelerinden Halit Yalçın’dan yardım istedi.
Bir ülkücü olarak Hakkâri’de bulunmaktan mutluluk duyduğunu söyleyen, elindeki kâğıttan okuduğu Kürtçe sözlerle izleyicileri selamlayan Çelebi, salonda büyük bir şaşkınlık yarattı. Ancak Çelebi Kürtleri ilk kez şaşırtmıyordu.
Geçen yıl nisan ayında Ahmet Türk’e yumruklu saldırı düzenlenmesinin ardından, Türk’ü evinde ziyaret eden Çelebi, hem geçmiş olsun dileğinde bulunmuş hem de Türk’ün saldırı karşısında “bilgece” bir tavır takındığını söylemişti.
Ülkücülerin kesişme noktası
Musa Serdar Çelebi, Türkiye’de ülkücülerin “efsane” olarak andığı isimlerden biriydi. Adı Mehmet Ali Ağca ile birlikte Abdi İpekçi ve Papa suikastine karıştı.
1982-1986 yılları arasında İtalya’da yargılandı, ancak delil yetersizliğinden serbest kaldı.
Alparslan Türkeş tarafından Avrupa Demokratik Ülkücü Türk Federasyonu ve Avrupa Türk İslam Kültür Dernekleri Birliği (ATİB) Genel Başkanlığı’na getirildi.
Türkeş’in ölümünden sonra bir dönem Muhsin Yazıcıoğlu’nun Büyük Birlik Partisi’nde yer aldı.
Musa Serdar Çelebi hem Avrupa ülkelerinde hem de Türkiye’de ülkücü harekette yer alan hemen herkesin yolunun kesiştiği bir isim oldu.
Avrupa’da karıştır barıştır
12 Eylül’de sağcı ve solcu mahkûmları “karıştır-barıştır” diyerek aynı hücrelere dolduran darbecilerin amacı tam olarak bu muydu bilinmez ama darbeden sonra karışıp barışanlardan ilki Musa Serdar Çelebi oldu.
Çelebi, 12 Eylül’den sonra gittiği Avrupa’da kaçak durumda olan ülküdaşlarının yerleşme, çalışma izni gibi işleriyle uğraşırken aynı sorunlarla boğuşan solcularla karşılaştı. Kısa bir süre sonra kendi deyişiyle “Silah çektiği solcularla dost oldu.”
Artık Çelebi’nin en yakın arkadaşları, sol fraksiyonların Almanya, İngiltere sorumlularıydı.
Açılımın vücuda gelmiş hali
Çelebi son dönemde Ekonomi ve Sosyal Araştırmalar Derneği (Eko- Politik) adlı bir think-tank merkezinin çatısı altında çalışmalar yapıyor.
Ahmet Türk’le başlayan yumruklu saldırıların ardından
“Yumruklara Karşı Tek Yumruk Bir Türkiye İçin”
başlıklı bir deklarasyona Murat Belge, Ümit Fırat ve Seydi Fırat’la birlikte imza atan Çelebi, soldan ve Kürt siyasi çevrelerinden isimlerle birlikte yaptığı çalışmalarla ezberleri bozmaya devam edecek gibi görünüyor.
Yeni anayasa nasıl yapılmalı OSMAN CAN MEHMET UçUM istanbul 08 01 2011 cumartesi
Anayasa hukukçuları Osman Can ve Mehmet Uçum, 2011 seçimlerinin ardından gündeme gelmesi beklenen yeni anayasa için izlenmesi gereken yolu Taraf’a yazdılar:
80 Anayasası’yla bütün organik bağlar koparılmalı
Yeni anayasa sürecine girilirken, bu anayasanın yapımıyla ilgili önemli sorular gündeme geliyor. Bunlardan biri yeni anayasa yapmak için yetkinin kimden veya hangi kuraldan alınacağı sorusudur. İkinci soru ise anayasanın TBMM’de yazılmasının ve kabulünün yöntemi nasıl belirlenecek, örneğin bu yeni Anayasa yürürlükteki Anayasanın kurallarına göre mi yapılacak? Bu sorulara verilecek yanlış cevapların yıkıcı sonuçları olabilir.
Demokratik bir anayasacılıkta kurucu irade, toplumun demokratik ve katılımcı yöntemlerle billurlaşmış, barış içinde bir arada yaşamayı hedefleyen iradesidir. Bu irade toplumun demokratik temsilcileriyle bir anayasa metnine dönüştürülür. Yani bir asistanlık hizmeti verilir. Ardından ortaya çıkan metin, yeniden toplumun onayına sunulur. Bu irade kendi yarattığı tüm kurumları bağlar, ancak toplumun ve sonraki kuşakların kurucu iradesini hiçbir surette bağlamaz. Yaşayan toplum gerekli gördüğü her durumda harekete geçerek yeni bir anayasa üretebilir. Bunu engelleyecek hiç bir kurumsal irade olamaz. Çünkü toplum iradesiyle çatışan kurumsal iradeler zaten meşruiyetini kaybetmiş iradelerdir.
Türkiye’de yüz yıllık baskıcı ve tasarımcı bir devlet anlayışına dayanan politik karar tercihinin hazırlanan tüm anayasa metinlerinde yansıma bulduğunu, anayasaların her defasında yeniden yazılmış olmasına rağmen, derinde yatan temel siyasal kararın, buna derin anayasa diyelim, hiç değişmediğini, 1924, 1961 ve 1982 anayasalarında rahatlıkla görebiliyoruz. Hiçbir anayasa metninde devletin bürokratik iktidar haritası değişmedi, yalnızca tahkim edildi. Bunun özgürlük ve katılım sorunlarını üreten ve demokrasiyi engelleyen ana dinamik olduğu görülmedi. Bunu görmeyenlerin başında anayasa hukukçuları gelmektedir. İkinci kanıtı ise Anayasa Mahkemesi bize sunuyor. Anayasa Mahkemesi’nin 1970’li yıllardan başlayarak, anayasa değişikliklerini anayasa metninde yazan açık yasaklayıcı hükümlere rağmen, sözü edilen temel politik karara uygunluğa tabi tutarak iptal etmesi ve bu pratiği Türkiye’de 2008 ve 2010 yıllarında sürdürmesi, derin anayasa ile anayasa metninin birbirinden farklı olduğunu açıkça gösteriyor. Bu yaklaşım mahkemenin diğer içtihatlarının, hatta Yargıtay ve Danıştay içtihatlarının ortak paydasıdır. Dolayısıyla Türkiye’deki anayasalar siyasal birliğin biçimi ve tarzı hakkındaki temel kararın ne olduğunu belirleyen sonsuza kadar geçerlilik iddiasındaki bu tarihsel kurucu iradenin her dönemdeki farklı görünüm biçimlerinden başka bir şey değildir.
Derin anayasa ile anayasa metni arasındaki bu ayrımın, Nasyonal Sosyalistlerin Başhukukçusu Carl Schmitt’in öngörüsü ve arzusuyla birebir örtüşüyor olması, herhalde övünülecek bir durum değildir.
Demokrasi, derin anayasa ile anayasa metni ayrımının bulunmadığı, temel siyasi kararın toplum tarafından verildiği, bunun anayasa metninde yazılı olduğu, tüm kurumların yalnızca bu anayasa metninden hukuksal meşruiyet aldıkları, toplumun ise bu metni gerekli gördüğü her durumda yenisiyle ikame etme yetkisine sahip olduğu bir siyasal kültürün adıdır. Anayasa bir toplumda söylenmiş ve söylenebilecek son söz değildir. Kuruculuk yetkisi yalnız ve yalnız toplumdadır, bunu kullanmak için kurumsal iradeleri umursamak zorunda değildir. Toplumun önceki kurucu iradeyle bağlı olması yalnızca kendini inkâr, köleliğe razı olması anlamına gelir. Önceki derin anayasayı üreten kurucu iradenin son iki anayasada darbe veya darbe koalisyonu iradesi olarak tecelli ettiğini göz önünde bulundurduğumuzda, mevcut anayasanın referanslarına ve öngördüğü usule uyma taleplerinin ne anlama geldiğini minimum demokrasi kaygısı taşıyanlara hatırlatmak herhalde yeterli olur.
Türkiye’nin bugün tartıştığı yeni anayasa, aynı zamanda yeni kuruculuk olmayacaksa herhangi bir anlam ifade etmeyecektir. Yüz yıllık temel siyasal karar yerine toplumsal irade esas alınmayacaksa, yeni anayasa için uğraşmaya gerek yoktur. Çünkü yapılacak olan 1961 veya 1982’deki gibi göstermelik bir temsiliyet ve halkoylamasından öteye gidemeyecek; hem Türkiye’nin ilk sivil anayasasının yapıldığı müjdelenecek, hem bunun halkın onayıyla gerçekleştiği ifade edilecek, hem de yüz yıllık temel siyasal karar olan derin anayasaya dokunulmayacak. Hiç kimsenin toplumu bu tür bir anlamsızlığa ikna etmesi mümkün değildir.
Toplum darbecilerden ve darbe koalisyonundan daha fazla anayasa yapma hakkına ve gücüne sahip olduğunu artık görüyor. Bunu tüm kurumların, siyasi aktörlerin ve “okumuş”ların görmesinde yarar vardır.
Tüm farklılıklarıyla birlikte demokraside karar kılan ve yeni anayasa yapımına odaklanan Türkiye’de demokratik kuruculuk için, kurucu meclis toplanabilir, ki bu ideali yansıtır. Ancak yeni anayasa sözüyle seçime girmiş partilerden müteşekkil TBMM de kurucu olabilir.
TBMM’de birçok fonksiyon vardır. Bunlardan kanun çıkarma ve mevcut anayasada değişiklik yapma fonksiyonları “kurumsal” yani “mevcut anayasa tarafından tanımlanmış” hukuksal fonksiyonlardır. Ancak TBMM’de hukuksallığın ötesine taşan bir fonksiyon vardır. Bu fonksiyon sosyolojiktir. TBMM toplumun kullandığı oylarla temsil yetkisini verdiği ve bunun sosyolojik-ampirik olarak saptandığı tek merciidir. Yani toplumun temsil edildiği mekân olduğunu saptayabilmek için, hukuksal bir kurala bakmak gerekli değildir. TBMM bu özelliğiyle yeni anayasa yapma iradesini ortaya koyduğu anda, cari anayasal düzen normlarıyla bağlı değildir. Çünkü artık eski anayasal düzene göre “kurulu” bir organ değildir ve o düzenin verdiği yetkilerle harekete geçmemektedir.
Bu yüzden bir “Meclis kararı” ile sürecin başlatılması kuruculuk için ön şarttır. Ancak bu meclis kararı, kurucu bir iradenin başlangıcı olarak kaleme alınmalı, içtüzük ve anayasadan alınan bir yetkinin kullanılmadığını, aksine halkın saptanabilir ve kanıtlanabilir “kuruculuk” yetkisinden doğan özgün bir yetki kullanıldığını ifade etmelidir.
Bu karar, yeni anayasa‘nın hazırlanış, görüşülme, kabul edilme, referanduma sunulma ve onay koşullarını kendi belirlemelidir. Bir norma gönderme yapmamalı, o normun geçerlilik kaynağı olduğuna işaret etmemeli, yalnızca mecliste ortaya çıkan iradeyle anlam kazanmalıdır.
Bu karar asli bir kuruculuk yetkisinin kullanıldığının ilanıdır.
Meclis‘in yüzde 10 barajının ürettiği temsil açığını, en azından anayasa taslağının oluşturulması sürecinde meclis dışı partilere de temsil imkânı sunarak kapatması zorunluluğu da unutulmamalıdır.
Bu nedenle mevcut Anayasa’nın 175. Maddesi’ne ekleme yapmak suretiyle sürecin başlatılması anlayışından kesin bir ifadeyle uzak durulmalıdır. Bu, kuruculuk yetkisinin yürürlükteki Anayasa’dan alındığının ifadesi olacaktır. Bu durumda kuruculuğun 1980 darbecilerinde olduğu kabul edilmiş olacak, derin anayasa yeniden egemen olacaktır. Sonuç ise açıktır: Mevcut anayasanın verdiği yetki kullanılıyorsa, bu yetkinin mevcut anayasanın temel referanslarına aykırı kullanılmaması gerekecektir. Yani aslında 1982 Anayasası’nın kendini yeniden üretmesi sağlanmış olacaktır. Anayasa Mahkemesi’nin bu gerekçeyle devreye girmesi ise ayrı bir sorun oluşturacaktır. Mahkeme’nin 2010 değişikliklerinde dahi esasa girmekten çekinmediğinin hatırlatılmasında yarar vardır.
Unutulmamalıdır ki Türkiye toplumu, tüm siyasi partileriyle birlikte bir Anayasa yapma kararlılığı içinde. Yani kurucu bir karar verilmiş durumda. Bunu da 12 Eylül referandum sürecinde ve sonucunda (evet, hayır veya boykot tarzında) açık irade olarak ortaya koydu. Toplumun bu kararı vermesinin nedeni tüm siyasal ve toplumsal sorunların çözümüne olanak yaratacak yeni bir siyasal yapı ve aygıt isteğidir. Yani devleti yeniden yapılandırma iradesidir. Bu kurucu kararın nasıl bir anayasaya dönüşeceğini de anayasa yapım süreci belirleyecektir.
Bunun için Türkiye toplumunun yeni anayasayı asli kurucu iktidar olarak doğrudan yapması, yani siyasal anayasayı ortaya koyması, temsil eksikliğini giderecek bir yöntemle desteklenmesi kaydıyla 2011 Meclisi’nin yahut Anayasa Meclisi’nin bunu yasalaştırması, önceki anayasaların referans alınmaması, hukukçuların sadece normları formüle etme sürecinde rol oynaması (teknik asistanlık) sürecin özellikleri olarak öne çıkmalıdır.
Her şahsı harîm-i Hakk’a mahrem mi sanırsın
Her tâc giyen çulsuzu Edhem mi sanırsın
Dehri arasan binde bir âdem bulamazsın
Âdem görünen harları âdem mi sanırsın
Çok mukbili gördüm ki güler, içi kan ağlar
Handân görünen herkesi hurrem mi sanırsın
Bil illeti kıl sonra müdâvâta tasaddî
Her merhemi her yâreye merhem mi sanırsın
Hâlî ne zaman kaldı cihân ehl-i tama’dan
Sen zâtını bu âleme elzem mi sanırsın
En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun
Sen herkesi kör âlemi sersem mi sanırsın
Bir gün gelecek sen de perîşân olacaksın
Ey gonce bu cemiyyeti her dem mi sanırsın
Nâ-merd olayım çarha eğer minnet edersem
Cevrinle senin ben keder etsem mi sanırsın
Allah’a tevekkül edenin yâveri Hakk’dır
Nâ-şâd gönül bir gün şâd olacaktır
(ZİYA PAŞA)
Muhteşem gerçekler NEŞE DÜZEL istanbul 17 01 2011 pazartesi
Tarihlenk kitabının yazarı Doç. Dr. Hakan Erdem, Neşe Düzel’e konuştu.
“Rejim değişikliğini çok abartıyoruz. Yargıtay, Danıştay Osmanlı’dan devralındı. Ordu da öyle Mete Han zamanında kurulmadı. Bugünkü ordu, 1826’da İkinci Mahmut’un kurduğu ordudur.”
“Osmanlı hanedan devletinin bayrağı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin bayrağı aynı. Osmanlı takipçisi ulus-devletler içinde kırmızı zemin üzerinde beyaz ay ve yıldızı sadece Türkiye Cumhuriyeti korudu.”
“Osmanlı kâtibinin elinden çıkma yazmaya hayran olurum ama Osmanlı’nın savaştan sonra savaş esirlerini toplayıp öldürmesine hayran olmam. Savaş esirleri hep öldürüldü.”
***
NEDEN HAKAN ERDEM
Tarihimizle sürekli övünürüz ama aslında tarihle ilgili çok az şey biliriz. Bildiğimiz çok az tarihi de tamamen doğru kabul ederiz. Önümüze farklı bir tarih yorumu ya da tarihî gerçek konduğunda hemen alınırız, inciniriz. Daha da ötesi, kimliğimiz hakarete uğramışçasına sarsılırız, öfkeleniriz. İdeolojilerimiz doğrultusunda, hainlik suçlamalarına ve yasaklama taleplerine başlarız. Kanuni Sultan Süleyman’la ilgili televizyon dizisine de bugüne kadar bize öğretilenlerden hiçbir kuşku duymadan aynı ideolojik tepki gösteriliyor şimdi. Acaba biz Osmanlı’yla ilgili bütün gerçekleri biliyor muyuz? Ya da gerçeklerin ne kadarını biliyoruz? Neden Osmanlıyla ilgili gerçekler bizden saklandı? Türkiye’de bir Osmanlı hayranlığı var mı? Bizim aklımızda nasıl bir Osmanlı İmparatorluğu var? Gerçekte Osmanlı nasıldı? Padişahlar nasıl yaşardı? Bütün Osmanlı padişahlarının haremi var mıydı? Harem tam olarak neydi? Niye böyle bir kurum vardı sarayda? Kanuni Sultan Süleyman nasıl bir insandı? Oğullarını niye öldürttü? Osmanlı’da eşcinsellik yaygın mıydı? Sarayda eşcinsellik var mıydı? Padişahlar içki içer miydi? Sarayda iktidar kavgaları olur muydu? Kaç padişah tahttan devrildi? Kaç sadrazam idam edildi? Bütün bu soruları, önde gelen tarihçilerimizden Hakan Erdem’e sorduk ve çok çarpıcı cevaplar aldık. Tarih-Lenk ve Osmanlı’da Köleliğin Sonu isimli tarih kitaplarının yanı sıra yayımlanmış üç de romanı olan Doç. Dr. Hakan Erdem Sabancı Üniversitesi’nde ders veriyor.
***
NEŞE DÜZEL: Biz, Osmanlı’yla ilgili bütün gerçekleri biliyor muyuz?
HAKAN ERDEM: Hayır bilmiyoruz. Profesyonel tarihçiler de bütün gerçekleri bilemez. Çünkü bütün kayıtları, kronikleri gördük, değerlendirdik diye bir durum yok. Osmanlı tarihi, akademik çalışma olarak da emekleme döneminde hâlâ. Osmanlı tarihine henüz ucundan kıyısından dokunduk. Osmanlı’nın dış ülkelerle savaşları ve barışlarıyla ilgili olarak bile katkı yapılacak hâlâ çok nokta var. Aslında Osmanlı, evraksız, kayıtsız bir toplum da değil. Bilakis çok belge tutmuş bir toplum bu. Biz tarihçiler olarak henüz bu belgelerin hepsini tüketmedik. Biz Osmanlı’nın padişah tarihini de, elitin, yöneticilerin tarihini de eksik biliyoruz. Tarih yazımı çok gelişkin değil Türkiye’de.
Biz her lafa “şanlı tarihimiz” diye başlarız. Bu kadar övündüğümüz tarihimizin yazılması niye gelişmedi?
Bu kadar övündüğümüz için gelişmedi. Tarihe ne kadar şanlı dersek, tarihle ne kadar çok övünürsek, tarihin gelişmeme ihtimali de o kadar yükseliyor zaten. Mesela ben Osmanlı köleliğini çalışmak istediğimde, bana, “Osmanlı’da kölelik mi var! Niye çalışıyorsun evladım!” diyen hocalarım oldu. Oysa yüz sene öncesine kadar, yani Cumhuriyet dönemine kadar burada kölelik vardı. İnsanların bazısı köleydi, bazısı hürdü. Bunu söyleyen hocam, “Eee cariyeleri de köle mi sayacağız?’ dedi.
Haremdeki cariyeler köle değil midir?
Tabii köledir. Kafanızdaki köle modeli, plantasyonlarda çalışan pamuk işçileri olursa, cariye o işi yapmadığı için öyle düşünürsünüz tabii. Osmanlı ekonomisi eski Roma, Güney Amerika gibi köleci bir ekonomi değildir ama, Osmanlı’da cariyeler vardır, askerî köleler vardır, kul sistemi vardır. Okullarda Osmanlı tarihindeki kölelikle ilgili hiçbir şey anlatılmıyor. Mesela yeniçerilerin köle olduğu söylenmiyor.
Neden Osmanlı’yla ilgili bilinen gerçekler bizden saklandı?
Tarih ve ideoloji arasında bir ilişki her zaman her kültürde vardır ama bizde devlet eliyle öyle çok ve ağır yalanlar söylendi ki... İnsanların tarih algısına çok ağır ve ciddi müdahale edildi. Her ülkede ders kitapları yazılır ve çocuklara “şunu şu kadar, bunu bu kadar öğrenin, kâfi” denir. Yani her tarih yazımcılığının sessizlikleri olur. Bizde ise 1931’de hurafelerden oluşan kalın bir kitap yazıldı ve insanların önüne ders kitabı diye kondu. Bilimsellikle hiçbir ilgisi olmayan bir Türk tarih tezi geliştirildi.
Türk tarih tezi hâlâ eğitim sisteminde sürüyor mu?
Azalmış da olsa çeşitli şekillerde sürüyor. Mesela Orta Asya’dan göç haritasını tarih kitabı vermezse, coğrafya kitabı veriyor. Mesela 16 Türk devleti hikâyesi Cumhurbaşkanlığı forsunda sürüyor. Sekizinci yüzyılda Orhun Kitabelerinde yer alan “kabile, boylar” anlamına gelen “budun” sözcüğünü “millet-ulus” diye çeviriyorsunuz ve böylece küçük bir kelimeyle oynayıp, altıncı veya yedinci yüzyılda bir Türk ulusu yaratmış oluyorsunuz. Sonra da, “Biz muhteşem bir milletiz. Biz hep millettik, ulustuk. Biz hiç öyle etnik kabile, konfederasyon olmadık” diyorsunuz. Tarihi tahrif eden, bozan öyle tarihçiler var ki, “İstanbul’un alınışında kan dökülmedi” diyebiliyorlar.
Neden böylesine büyük yalanlar söyleniyor?
Cumhuriyet döneminde, Osmanlıların hiçbir zaman sahip olmadıkları kadar bir aşağılık duygusuna sahip insanlar.
Hâlbuki Cumhuriyet, Osmanlı’yı devirdi. Normalde, İmparatorluğun bütün kötü yanlarının da insanlara öğretilmesi gerekirdi. Neden bunu yapmadılar?
Osmanlılara kötü laflar söylemek istemiyorlardı. Cumhuriyet’i kuran kuşakların en fazla söyleyebildiği şey hanedanla, saltanatla ilgilidir. Çünkü ondan ötesine laf ederse, aslında kendisine laf etmiş oluyor. Mesela Osmanlı okullarında eğitim berbattı dese, kendisi de o okullardan mezun. Biz aslında rejim değişikliğini haddinden fazla abartmış durumdayız. Cumhuriyet’le Osmanlı arasındaki devamlılık sanıldığından fazladır. Osmanlı’nın İkinci Meşrutiyeti’nde egemenlik zaten büyük oranda halka verilmişti.
Türkiye’de bir Osmanlı hayranlığı var mı?
Çeşitli kesimlerde var. Aslında Osmanlı’nın hem hayran olunacak hem de hayran olunmayacak tarafları var. Zaten tarih böyle bir tecrübeler yığınıdır. Ne total olarak övünebilirsiniz, ne de total olarak yerinebilirsiniz. Ben bir Osmanlı kâtibinin elinden çıkma bir yazmayı elime aldığımda hayran olurum ama, bir savaştan sonra savaş esirlerinin toplanıp öldürülmesine hayran olmam.
Osmanlı savaş esirlerini öldürür müydü?
Evet. Hemen hemen her savaştan sonra yaptı bunu. Şimdiki modern ve modernist insanların hassasiyetine sahip olmadıkları için, bunu kendi vakayinamelerinde övünerek anlatırlar. İki bin öldürdüyse, elli bin öldürdü derler. Bugün biz bunu tuhaf görüyoruz ama o tuhaf görmüyor. O dönemde, övünülecek bir şeydir bu.
Padişahlar nasıl yaşardı?
Çok hareketli yaşarlardı. Sabah Topkapı Sarayı’ndan çıkarlar, ya ata binerler, ya da üzengi ağalarıyla çayıra giderler. Orada pehlivan güreşirdi veya padişah kendisi ok atardı, avlanırdı. Yani fiziki olarak spor yaparlardı. Çoğu okçu bunların. Sonra dönerken, Boğaz’da kız kardeşinde bir kahve içebilirdi. Ya da kayığıyla saraya gelirdi. Tebdili kıyafet dolaşır, mesela üretim nasıl yapılıyor diye ansızın tersaneye gidebilirdi. Padişahların kimi avlanmayı severdi, kimi de sanatla uğraşmayı, kitap okumayı, şiir yazmayı severdi...
Padişahlar içki içerler miydi?
Niye içmesinler. İçen de var içmeyen de var. Hiç ağzına koymayanı da var. Aynı padişahın içip, sonra tövbe etmesi de var. Bunu söyleyince insanlar incinip alınıyorlar. Alınacak, incinecek bir şey yok burada. Mesela Dördüncü Murat, topluma içkiyi yasaklamıştı ama kendisi içerdi. Zaten yasak neye yarar ki... İnsanlar, toplumlar her zaman bir yolunu buluyorlar. Kur’an’da, şarabın haram olduğuyla ilgili açık bir kaide var ama afyon konusunda açık bir şey söylenmiyor. Dolayısıyla Osmanlı kâtiplerinin çoğu afyon macunu yerdi.
Ya padişahlar?
Onu da kullanan var. Afyon teknik olarak haram değildir. Dolayısıyla afyon yutarak kafayı bulabilirsiniz. Mesela Aşıkpaşazade tarihinde Yıldırım Beyazıt’ın şarap içtiği sonra tövbe ettiği, ağzına koymadığı anlatılır. İkinci Murat da saltanattan çekildikten sonra Manisa bağlarında şarap içer.
Peki, bütün Osmanlı padişahlarının haremi var mıydı?
Vardı ama içindeki cariyelerin sayıları padişaha göre değişirdi. Kimi hareme çok ilgi gösterirdi, kimi az. Kiminin çok cariyesi vardı, kiminin az. Kadınlardan nefret eden bir padişah da vardı. Kadın görmek istemediği için, yürüyünce ses çıksın ve kadınlar kaçsın diye kendine kabaralı terlikler yaptırmış. Harem denen, dev bir hane. Kadınların sayısı bazen bin iki yüze kadar çıkıyor. Bir defa şunu belirtelim. Haremde olan herkesle cinsel ilişkisi yok padişahın. Bu cariyelerin kimi kayıt tutuyor, kimi vakıflarla ilgileniyor, kimi çamaşır yıkıyor. Padişahın “istifraç” ettiği, yatak arkadaşı olduğu cariyelerin sayısı doğal olarak azdır. Mesela yeni padişah, eski padişahın istifraç ettiklerini kendi sarayında tutmaz, onları eski saraya gönderir, kimini de azat eder. Haremin geri kalanlarına ise dokunulmaz.
Harem tam olarak neydi?
Padişahın ailesinin yaşadığı yerdi harem. Annesinin, çocuklarının, cariyelerinin, hasekilerin, ikballerinin, gözdelerinin olduğu yerdi harem. Yani padişahın özel hayatıydı. Harem, kelime olarak “korunmuş, dokunulmayan yer” demektir. Burası harem ağaları, baltacılar tarafından çok iyi korunurdu. Hatta daha geç dönemde “kafes sistemi” başlayınca, padişahın erkek akrabalarının da böyle kısımları oldu.
Padişahların kaç kadınla birlikte olduklarının kayıtları tutulur muydu sarayda?
Bunların notları, kayıtları tutulurdu. Kimden çocukları olduğu da muhakkak belliydi. Kadınların nöbetleri belliydi. Padişahla o gece kim yatacak, onun nöbetleri vardı. Mesela Kanuni’den örnek vereyim. Mahidevran Sultan’dan Mustafa diye bir oğlu oluyor. Hürrem’den de beş erkek, bir kız altı çocuğu oluyor. 38 yılı Hürrem’le geçen neredeyse monogam bir hayatı var Kanuni’nin. Üçüncü Murat derseniz... Beraber olduğu cariye sayısı çoktur. Bugün insanla ilgili hiçbir şey bizi nasıl şoke etmiyorsa, geçmişte de etmemeli. Seksüel uygulamaların çeşitliliği kimseyi şoke etmemeli. “Bunlar yapmazlar, yapmamalılar” denmemeli. Osmanlı sultanları kanlı canlı insanlardı. Her birinin zevkleri, uğraşları farklıydı.
Osmanlı padişahları evlenir miydi? Yoksa kadınlarla evlenmeden mi birlikte olurlardı?
Genelde nikâh kıymadan birlikte olurlardı. Nikâh çok azdır. Hürrem’le Kanuni nikâh yapıyorlar. Abdülmecit’in de nikâhlı bir eşi var. Nikâh, kadının talebedir. Nikâh, artık o kadının köle-cariye olmadığını gösterir. Nikâh, onun özgür insan olduğunun tescilidir, bir statüdür.
Niye harem diye bir kurum vardı Osmanlı sarayında?
İlk dönem padişahlar, evliliği, Avrupa’daki gibi politik ittifaklar için kullandılar. Bizans İmparatorluğu’ndan, Karaman’dan, Dulkadiroğlu’dan kız aldılar. Ama Osmanlı İmparatorluğu büyüdükçe, böyle ilişkiler olmasın diye haremi icat ettiler. İstanbul’un alınışından itibaren de, padişahlar, evliliklerini komşu hanedanların kızlarıyla değil de cariyelerle yaptılar. Çünkü imparatorluğun üzerinde herhangi bir ailenin, hanedanın, grubun politik etkisi olsun istemediler. Kısacası güçlerini kimseyle paylaşmak istemediler. Mavi kanlılığın en üst perdesidir bu.
Hangi açıdan?
Osmanlı’da mavi kanlılık iddiası sadece erkek üzerinden yapılıyor. Avrupa saraylarında, soyluluk anadan ve babadan gelirken, Osmanlı’da sadece erkek tarafından geliyor. Kadında soyluluk aranmıyor. Fakat sadece erkeklerle bu hanedan yürümeyeceği için, kadınları köle, cariyelerden seçiyorlar. Avrupa devletlerinde hanedanın erkek kolu bittiği zaman bir kadın kolu devreye girerken ve hanedan böylece yürürken, Osmanlı’da harem, hanedanın devamını sağlıyor. Padişahın bir cariyeden olmazsa, diğer cariyeden bir erkek çocuğu oluyor ya da erkek kardeşten ya da erkek yeğenden bir erkek çocuk mutlaka oluyor ve hanedan sürüyor.
Şu sıralarda çok tartışılan Kanuni Sultan Süleyman nasıl bir insandı?
46 senelik saltanatının başlarında epey deli doluydu, on üç sefer yaptı. Hayatının dokuz, on senesi çadırda, tarlada geçti. Benim görüşüme göre Kanuni, insanları böcek gibi gören biriydi, çok sertti. Son kertede güç önemliydi, insanların hayatının değeri yoktu. Saltanatının ortalarından sonra Kanuni’nin alışkanlıkları değişti, topluma içkiyi yasakladı.
Kanuni içki içmiyor muydu?
Büyük ihtimalle içerdi. Doğrudan bir kayıt görmedim ama şiirlerinden anlaşılıyor ki içerdi. Kanuni’nin, saltanatının ortalarında tercihleri ve oturup sohbet ettiği insanlar değişti. Önceleri, kendisine on üç yıl boyunca sadrazamlık yapan ve kız kardeşinin de kocası olan İbrahim’le sohbet ederken daha sonra Şeyhülislam Ebusuut’la sohbet etti. Daha dindar biri haline geldi.
Oğullarını niye öldürttü?
Kendi saltanatını korumak için öldürttü. Kendi babası Yavuz, saltanatı uzayınca Beyazıt’ı tahtan indirmişti. Kanuni de, saltanatının sonlarına doğru iki çocuğunu öldürttü. Osmanlı sistemi çok sertti. Kardeşinizi katledebilirsiniz, isyan eden reayayı öldürebilirsiniz, vezirlerinizi ise zaten katledersiniz. Mesela Yavuz’un canı sıkıldıkça vezir öldürüyor. Dolayısıyla Osmanlılar birbirine beddua ederken “Sultan Selim’e vezir olasın” derlermiş. Kanuni, Mahidevran’dan olan oğlu Mustafa’yı Konya Ereğlisi’ne çağırttı ve “kaldırın bunu” deyip öldürttü. Hürrem’den olan oğlu Beyazıt’ı da, İran’a kaçtığında Şah’a öldürttü. Aslında Beyazıt, Hürrem’in tuttuğu şehzadedir. Diğer oğlu Selim ile Beyazıt Konya yakınlarında çarpışırlar. Beyazıt yanında on, on iki bin kişiyle İran’a kaçar. 1559’da olur bu. Kanuni, 1566’daki ölümüne dek iktidar hırsından vazgeçmedi.
Osmanlı’da eşcinsellik yaygın mıydı?
Bugünkünden daha mı yaygındı bilmiyorum. Osmanlı, belirli ölçülerde bunu normal görüyor ama bir noktadan sonra ayıplıyor. Mesela toplum, yaşlı bir erkeğin pasif bir ilişkide olmasını kötü görüyor. Ama genç bir erkek aktif bir ilişkideyse aslanım benim diyebiliyor. Dolayısıyla bizim bugün “homoseksüellik” diyerek aynı kaba koyduğumuz konuda toplum ayırımlar yapabiliyor. Mesela Divan şairleri arasındaki kültür, homoseksüelliğe kötü bakmıyor.
Sarayda eşcinsellik var mıydı?
Olduğu yönünde epey bir kayıt düşülmüş vaziyette. Kişiden kişiye değişen bir durum bu.
Padişahların eşcinsel eğilimleri olması ayıplanır mıydı yoksa normal mi karşılanırdı?
Eşcinsellik olarak düşünülmediği için...
Böyle bir ayıp kavramı yok muydu?
Hah yaşayın. Önemli olan bu... Söylemeye çalıştığım şey bu. Şunu da söyleyeyim... Harem, çok sıkı, katı kuralların olduğu bir yer. Çünkü sonuçta orası bir saray.
Sarayda iktidar kavgaları olur muydu?
Sarayın içinde padişahı düşürmeye yönelik bir hareket olamaz. Çünkü saraydakiler, padişahtan dolayı o saraydadırlar. O padişah gidip yerine yenisi geldiğinde, Enderun’da ve Harem’de olan erkeklerin ve kadınların çoğu saraydan atılacaklar. Sarayın içindekiler baştaki padişahın gitmesini istemezler. Dolayısıyla sarayda iktidarı tamdır padişahın. Osmanlı iktidar mücadelesi, daha ziyade saltanat değişimleri sırasında kimin padişah olacağına yönelik kısa süreli bir uzlaşmazlıktır. Osmanlı’da iktidar kavgası, genel olarak kimin sadrazam olacağı üzerine yaşanıyor.
Sarayda suikastlar gerçekleşir miydi?
Padişahlar tahttan indirilirdi ama bu hareket sarayın içinden değil, yeniçerilerden ve toplumdan gelirdi. Padişahın en çok korktuğu yeniçerilerdir
Kendi ordusu tarafından devrilmekten mi korkuyor padişah?
Bugün de anlayabileceğimiz bir korku yaşıyorlar aslında Osmanlı padişahları... Yeniçeriden ve ulemadan korkuyorlar. Taşrada bir âyânın, beylerbeyinin, paşanın isyan etmesinden korkmuyorlar. O sınırlı bir isyan olur, sonunda bastırılır. Bastırılmasa da, o vilayet bağımsız olur, biter. Ama padişah daimi ordu olan yeniçerilerden ve ulema sınıfından korkar. İkisinin biraraya gelmesinden ise çok korkar. Yani padişahın mutlakıyetini, otoritesini sınırlayan ulema artı yeniçeri diye bir blok vardır. Dolayısıyla padişahı çok güçlü olarak görmemek gerekir. İstediğini yapmaya kalkarsa padişahı indiriyorlar yerine başkasını geçiriyorlar. Cumhuriyet’le Osmanlı arasında büyük devamlılıklar var. 1960’taki darbede de üniversite hocaları ve ordu vardı. Osmanlı’daki ulema-yeniçeri işbirliği devam etti. Başka ülkelerde darbeye ilk önce ses çıkaracak olan aydın, niye bizim memlekette genellikle darbeci oluyor meselesini daha iyi anlamamızı sağlıyor bu devamlılık.
Cumhuriyet, başka nerelerde Osmanlı’yı devam ettiriyor?
Anayasa Mahkemesi hariç, Yargıtay, Danıştay Osmanlı’dan devralınan yüksek mahkemelerdir. Ordu da öyle Mete Han zamanında kurulmadı. Bugünkü ordu, 1826’da İkinci Mahmut’un kurduğu ordudur. İtfaiye de, polis de Osmanlı kurumlarıdır. İstanbul Üniversitesi de 1901’de açıldı. Ayrıca Cumhuriyet’le Osmanlı arasında sembolik seviyede de devamlılık var.
Nedir o?
Osmanlı hanedan devletinin bayrağıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin bayrağı aynı. Son kertede baktığınızda bu bayraklar geniş ölçüde aynı. Osmanlı takipçisi ulus-devletler içinde kırmızı zemin üzerinde beyaz ay ve yıldızı koruyan tek devlet Türkiye Cumhuriyeti’dir.
Kaç padişah tahttan devrildi?
Klasik dönemde değil ama, Genç Osman’dan sonra padişahlar tahttan indirilmekten ve öldürülmekten çok korktular. Genç Osman, Avcı Mehmet, İbrahim, Üçüncü Selim, Abdülaziz, Abdülhamit, Beşinci Murat, Dördüncü Mustafa hep tahttan indirildiler. Bunların bazıları da öldürüldü. İngiliz tarihinde tahttan indirilip öldürülen sadece Birinci Charles vardır. Fransız tarihinde Louis vardır. Bizde ise çok yaygındır. Şehzadelerin öldürülmesi de çok yaygındır.
Kaç sadrazam idam edildi?
İstatistiğini tutmadım ama sayısı 40-50-60’a kadar çıkar. Aslında Osmanlı’da kölelik çok geniş bir kategoridir. Cariyelerin yanı sıra devşirmeler var. Onlar da askerî köledir. Yönetici olabilirler ama bunlar padişahın köleleridir. Padişah bir gün canı sıkıldığında, yargısız sorgusuz sualsiz katledebilir bir paşasını. Çünkü bunların kökeni köledir. Toplum ise daha özgürdür. Padişah, ayakkabıcı Ahmet Ağa’yı yargısız, sorgusuz sualsiz öldürtemez, şer’i mahkemeye götürmesi gerekir ama sadrazamı öldürtebilir.
Padişahlar, cariyelerini katlettiler mi peki?
Dönem dönem ettiler. Çok sık olmasa da, boğdurulup çuvala konulup Sarayburnu’dan denize atılırlardı. Osmanlı’da erkeklerde politik şiddet çok sıktı. İkinci Mahmut dönemine dek kesintisiz devam etti. Politikaya giren, padişah adına güç kullanan, yönetici olan adam idamlık gömleğini de giymiş demekti. O kişinin yatakta ölmesi zordu. Genellikle padişah tarafından katlediliyorlardı. Padişah onlara gücü veriyor sonra da öldürterek geri alıyordu. Bu sınıf bunu kabullenmişti. Düşünün, Tanzimat’a kadar, “Ben neden öldürülüyorum” itirazı yoktu...
PAZARTESİ KONUŞMALARI
Neşe Düzel Taraf
Muhteşem gerçekler - 17.01.2011
Emin Aktar: ‘Kürtler ilk kez Öcalan’ı tartışıyor’ - 27.12.2010
İştar Gözaydın: ‘Türkiye’de din yükselen bir olgu’ - 20.12.2010
İsmet Akça: ‘AKP orduyla mutlu evlilik istiyor’ - 13.12.2010
Temel İskit: ‘Türkiye’deki nükleer silah ispatlandı’ - 06.12.2010
Hasan Cemal: ‘TSK’nın terfi sicili çok açıdan lekeli’ - 04.12.2010
Ziya Şaylan: ‘İşsizlik, estetik yaptırtıyor’ - 22.11.2010
Murat Gökçen: ‘Üç öğün bitti, üç saatte bir yiyin’ - 15.11.2010
Balıkçı: ‘Taksim TAK’ın son eylemi’ - 10.11.2010
Balıkçı: ‘Apo’yla görüşenler tam yetkili’ - 09.11.2010
Balıkçı: Devlet Apo’ya ‘size ihtiyaç var’ dedi - 08.11.2010
Kemal Bülbül: ‘Aleviye bakışta AKP-CHP farkı yok’ - 01.11.2010
Osman Can: ‘Bizdeki laiklik Prusya laikliği’ - 19.10.2010
Osman Can: ‘Yargıçlar halkın gözüne bakamıyor’ - 18.10.2010
Suavi Aydın: ‘Askerin ‘tek tip’ talebi acizliktir’ - 12.10.2010
Suavi Aydın: ‘Oğlum tehlikede inancı büyüyor’ - 11.10.2010
Ali Bayramoğlu: ‘Cemaat şeffaflaşmalı, tartışılmalı’ - 04.10.2010
Bülent Nazlı: ‘Bu et çocuklar için ölümcül’ - 27.09.2010
Sezgin Tanrıkulu: ‘Ölmeselerdi özgürlerdi’ - 25.09.2010
Tarhan Erdem: ‘Ak Partisi’nin oyu yüzde 46-47’ - 20.09.2010
Tûba Çandar: ‘O, Anadolu Ermenilerinin sözcüsü’ - 15.09.2010
Tûba Çandar: ‘Veli Küçük Hrant’ı aradı’ - 14.09.2010
Adil Gür: ‘Seçmenini sandığa götüren kazanır’ - 06.09.2010
Salman Kaya: CHP’nin ‘Mustafa Muğlalı İş Hanı’ - 30.08.2010
SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN: "Hayır çıkarsa devlet sertleşecek" - 10.08.2010
Süleyman Seyfi Öğün: Büyük şans, Kürt-Türk gettosu yok - 09.08.2010
NEDEN KEMAL BURKAY: Kürdistan’ı İstanbul’da kurmayız - 03.08.2010
KEMAL BURKAY: "Apo, Saddam’ı ve Esad’ı taklit etti" - 02.08.2010
Hüseyin Yıldırım: ' Savaş kararını avukatı aldırdı' - 28.07.2010
Hüseyin Yıldırım: Öcalan, o zaman ‘Ali arkadaş’tı - 27.07.2010
"duvarları yıkarız" "O duvar O duvarınız Vııızz gelir Bize Vııızzzz." Nâzım Hîkmet Ran (NHR) "duyan da okur; duymak için kör olmak mı lâzım?" "kör olmada gör beni" "Robin hood bugün yaşasaydı medyadaki tekelleşmeyi bir numaralı düşman olarak görürdü" 15 05 2010 cannes film festivali Russel Crowe "aslında robin hood yok cesur yürek var Robin Hood does not actually have a brave heart" Mel Gibson 07 01 2011 cuma azsonra.blogspot.com
ülkücüden Kürtçe selam 18 01 2011 salı Yeni anayasa nasıl yapılmalı 08 01 2011 cumartesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ülkücüden Kürtçe selam 18 01 2011 salı Yeni anayasa nasıl yapılmalı 08 01 2011 cumartesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
19 Ocak 2011 Çarşamba
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)