Azsonra Birazdan Şimdi Biz Türkiye'yiz. MarmaraYenikapı Ahsarla #etiket
35 Shots of Rum 2008 Drama The First Man 2011 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
35 Shots of Rum 2008 Drama The First Man 2011 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ocak 2011 Salı

35 Shots of Rum 2008 Drama The First Man 2011

35 Shots of Rum 2008

http://www.imdb.com/company/co0157181/

http://www.imdb.com/title/tt1349457/

97 dakika XviD  700 MB Fransızca  Altyazı: İngilizce ve İspanyolca srt  Drama


Lionel (Descas), siyah bir tren sürücüsü, kızı Josephine (Diop) kadar getiren tüm yaşamını adadı. Farkında o yeter ona bağımsızlık isteyen eski olduğu, o kaybetmek istememektedir onu ve o çok ev koruyucu koza terk etmeye hazır değil. Komşularının kim bıraktı kimin nazik girişimleri yardım etmek için onları sıkıca karşı olan taksi şoförü Gabrielle (Dogue) ve Noe (Colin) dahil onun düz aynen onun geç anne-babadan devraldığı zaman olduğu gibi.

Rom Fransız yönetmen Claire Denis "35 Shots olarak dünyaya gelir, yazar Sharon Salzberg deyişiyle," şeffaf ve ışıklı, sanki içinden yaktı "de. Bu hangi karakterlerin hayatlarını incelikle hayatın kaçınılmaz pasajlar sinyallerinin birbirine bir goblen oluşturmak için iç içe sonsuz hassasiyet bir film. şehir hayatının onun samimi tasvir ve Rum gelen ve trenlerin gidiş, 35 Shots ile Hou Hsiao-hsien's Café Lumière andıran Lionel (Alex Descas), Afrikalı bir tren şefi arasındaki ilişkinin kendi hikayesinin Yasujiro Ozu yılını anıyor kimin çarpıcı özellikleri stoacı haysiyet ve onun bağımsızlığını savunmak için istekli olduğunu onun öğrencisi kızı Josephine (Mati Diop) bir anlamda ifade iniş.

Ozu filmlerinde bulunan Chishu Ryu ve Setsuko Hara ilişkisi gibi, odak günlük hayatın sıradan olaylar, içinde anlam ima sadece ortaya sakin samimi üzerinde. karakterleri siyah olmasına rağmen, hayatlarını konforlu orta sınıf ve ırk sorunlarının sadece öneri Jo "küresel Güney" endüstriyel kuzey borçlu olduğunu nasıl görüşmelerin nerede bir sınıf sahne vardır. Set İngiliz grup "Tindersticks" ile güzel bir skor ve tarz olarak görüntü yönetmeni Agnes Godard'ın koreografisini için, film, RER tren banliyöleri Paris bağlayan sistem crisscrossing bir on dakikalık montaj ile açılır.

Serpiştirilmiş ve Josephine, Lionel yakın çekimler ve onun co-işçi René (Julieth Mars Toussaint) olan içkin emeklilik hayatında karartıcı bir değişiklik sinyalleri. evli bir çift gibi küçük bir Paris dairenin sahne vardiya, As, Lionel ve Josephine, temizlik ve duş, bir genç Jo bir fotoğrafını görene kadar baba ve kızının ilişkisi değil, açıkça ve pişirme bir iç rutin yerleşmek onu Alman bir annenin. Bu ilk solukluk boşlukları doldurmak için izleyiciye dayanan bir film yayılmak gibi görünüyor. Bu Lionel kızı bağlıdır ve onun nihai varış korkuları Ancak başından, açıkça anlaşılıyor.

o reassuringly söyler rağmen "I Don't ... Sadece çekinmeyin sonra bakmak gerekir hissediyorum", o da ona onu bilmesini sağlar "Burada her şey var. yerde aramak Neden?" Onun mutluluğu üst katta komşusu Noé (Gregoire Colin) ve onun kedisi ile yaşayan bir iş için Gabon hareket söz verdi bile Jo için duygularını gizlemek olmayan bir kirli görünümlü genç bir adam tarafından tehdit edilmektedir. Biz de Gabrielle (Nicole Dogué) ve Lionel bağlı sevgilisi olabilir bir taksi şoförü sunulmaktadır. Bu ihtimal dörtlü bir geniş aile ve birbirlerine derin yerleşimli duygular araba aşağı rota bir konser için aralardan sonra bir kafede bir aydınlatıcı sahnesinde ortaya çıkar oluşturur.

baba ve Commodores tarafından şarkısı "Gece Vardiyası" ile kızı arasındaki samimi dans keser Noé ve hemen ups romantik ante tarafından kesildiğinde kızının hakkında Lionel's çatışmalı duygular kadar belirgin hale büyüyor. o kafenin çekici hostes ile Lionel dans saatler olarak Lionel's kıskançlık da kısa bir süre sonra Gabrielle ile yansıtılır. Rum 35 Shots gizemli bir film olduğunu söylemek için bir çok zengin ve ince bir şekilde olsa da oldukça erişilebilir gerçeği gizleyen. Onun başarı unutulmaz karakterler yaratmak ve tam hayatlarında bize içeren genişletilmiş çatışma dayanarak olmadan yeteneği yatıyor, sessiz bakışları arasında büyü, yaratıcılık gücünü çizim duygu, hatta tutarlı bir anlatının dışa görüntüler, ve sevgi dolu sıcaklık o hafızasında duruyor. O Denis 'iyi filmlerinden biri. (IMDB yorum)


35 tragos
Saman un Equilibrio y una cercanía afectiva entre Lionel y su hija Josephine. Con más cincuenta años de, El está por jubilarse de su trabajo como şef Ferrocarril, mientras ella de, de más de veinte, negocio de música un en estudia antropología y trabaja. Viven tr un Edificio de departamentos de la periferia parisina, donde También está Noé, amigo de la familia que se Siente atraído por Josephine pero quiere irse, Gabrielle desea tr secreto bir Lionel mientras. Estas vidas que se Cruzan y se bifurcan, como las VIAS del tren, oğlum la materia con la que Claire Denis MODELA un hábitos de y unos personajes en los que la cotidianeidad y diferencias se despliega günah énfasis, günah condenarlos ni embellecerlos, günah quitarles mundo inscripción, sosyal Siyaset, kültür-ni confinarlos bir un getto, edificando de familia de un humanismo y una calidez inhallables en el cine Contemporáneo Comunidad y de una fikir. Casi somut y duyusal, 35 rhums es una de Esas Pelin de Denis que reintegran hiç yalnız la fe el cine Çin en el hombre. (BAFICI)

(Yalnız necesarios si se baja por MU, ya que se incluyen en los Otros espejos)
 
Lionel est conducteur de RER. Il vit avec sa fille Joséphine, qui takım des études supérieures et qu'il élevé seul, dans leur appartement du nord de Paris. Ils ont la peau noire, comme beaucoup de Leurs Voisins, amis, collègues. 35 Rhums est leur histoire, Aujourd'hui.

Le titre şerait ilham d'une Légende que Claire Denis bir peut-être inventée, celle d'un flibustier qui aurait dit: «. Le jour où tu prendras ma fille, je bana soûlerai» Joséphine est en effet tr âge d'être ödül et c'est vicdan de cette ödül, cet éveil du père, irremplaçable Alex Descas, qui forme tout le petit muallakta retenu auquel nous sommes conviés.

Avec 35 Rhums, Claire Denis effectue une sorte d'inversiyon des perspektifleri sur elle-meme et sur oğlu cinéma. Elle se retourne sur autre seçti: le monde est le meme, seul l'bir değişiklik balta. 35 Rhums, l'envers du tumulte c'est un peu le recto verso, la peau intérieure du cinéma de Claire Denis, SERENITE en la süspansiyon. (Kurtuluş)


IMDB

Megaupload

http://www.megaupload.com/?d=R26EZ0GU
http://www.megaupload.com/?d=IWQ837JQ
http://www.megaupload.com/?d=YZI05FD8
http://www.megaupload.com/?d=MLK13N9J
http://www.megaupload.com/?d=SLEE4DP7
http://www.megaupload.com/?d=1U2SH306
http://www.megaupload.com/?d=NC969OVX
http://www.megaupload.com/?d=CVYHKJ9M

Rapidshare

Hotfile

Depositfiles
 

 René Girard, antropoloji ve Batılılaşma Le Monde des Livres Sanglantes Origines Violent Origins René Girard
Sanglantes Origines (Violent Origins ), René Girard   ingilizceden çeviren  Bernard Vincent / Mark R.Aspach / Lucien Scubla ed. Flammarion

René Girard, eserleri dünya dillerine çevrilmiş olmasına rağmen, tezlerinin gerçek anlamı az anlaşılan bir antropolog düşünürdür.

Girard evrenine giriş kolay değildir.

 Tezlerinin bazılarını kabul etmek de bir o kadar zordur.

Batı ve hiristiyanlık değerlerini antropolojik anlamda savunması kolay kabul edilir bir tez değildir.

Girard' a gerektiği önemi veriyor;

hiçbir tabunun düşünce özgürlüğümüze engel olamayacağına olan inancımız bizi Girard' ı ne pahasına olursa olsun anlamaya

zorluyor.

 Tüm dünyanın Batı demokrasisi modeline doğru evrildiğini savunurken bile, R. Girard 'ın ne demek istediğini anlamaya çalışıyoruz.

Birçok dünya diline çevrilen ve epeyce yorumlanan René Girard' ın eseri skandal imgesi üzerine kurulmuştur. ''Mensonge romantique et Verité romanesque'' / 1961 ( Romantik yalan ve Romansal hakikat ) dan, ''Je vois Satan tomber comme l'éclair '/ 1999' eserine kadar ''benzeşimci arzu'' ( désir mimétique ) kuramcısı René Girard çoğu zaman yazılarında yergi tarzını benimser; ''ifşa ettiğim olguları ilk fark eden benim (...) kökenlerinden bu yana toplumlarımızı belirleyen şiddeti aydınlatan de bu olgulardır (...) buna rağmen bu gerçekleri kimse görmüyor !'' der gibidir.

Stanford Üniversitesi ( ABD ) öğretim üyesi ve Fransız Akademisinden René Girard bilim adam ve vaiz kimlikleriyle iki şey gerçekleştirmektedir: çalışmasının devrimci niteliğini ifade ederken, çağdaşlarının, bilhassa akademik çevrelerde eserine karşı gösterdikleri direnci görmezden gelmektedır.

Gerçekten de, aztek kurbanlarından, Proust züppeliğine veya islamcı terörizme kadar herşeye cevabı bulunan, çalışmalarında psikanalizi, edebiyatı ve teolojiyi sınır tanımadan birbirlerine karıştıran benzeri bulunmaz antropolog Girard, birçok meslekdaşını rahatsız etmektedir. Eserini aynı zamanda hiristiyanlığa methiye olarak da betimleyen Girard, bunun aynı zamanda basit bir sağduyuya dayandığını da eklemektedir... 2007 yılında verdiği bir söyleşide ise ''meslekdaşlarıma kibirle bakıyormuşum intibaını vermekten bir türlü kurtulamıyorum'' diyordu.

Bu arzu edilen veya farz edilen kibire karşı, Girard' ın tüm antropolog meslekdaşları nazik bir ilgisizlikle veya ağır bir sessizlikle cevap vermektedirler. Buna mütakiben son derece ilginç bir durum belirmektedir: R. Girard, tüm anketlerini açık bir biçimde antropoloji bilimi içerisinde gerçekleştirmesine rağmen, varsayımları nadiren antropologlarca incelenmektedir.

Buna rağmen bir karşılaşma 1983 yılında geçekleşti. Hem de memleketi Fransa' da değil fakat ABD' de. Kaliforniya' da birçok antropolog ( iki amerikalı ve bir alman ) René Girard' la tartışmayı, zemin araştırmalarını Girard' ın kavramsal modeli ile karşılaştırmayı kabul ederler. Bu kitap, fransızcaya ''Sanglantes Origines / Kanlı Kökenler' - Flammarion  ) adıyla çevrilmiş bulunuyor.

René Girard evvela merkezi tezini sergiliyor. Eserinin yapısını oluşturan düğüm noktasını biliyoruz: toplumun işleme mekanizmasını izah etmek için insan arzusundan ve patolojik doğasından hareket etmek gerekir. Gerçekten de bu arzu daima diğerinin arzuladığı nesne üzerine odaklanır. Ve buna bağlı olarak benzeşimci çatışmaların çoğalması ve rekabet zincirinin zıvanadan çıkması ile karşı karşıya buluruz kendimizi. Bu kriz, güruhun barışmasını sağlayan bir kurban' la hallolur. İşte modern cadı avlarını ve arkaik mit' leri besleyen günah keçisi mekanizması budur. Hiristiyan öğreti, bu kurbanın günahsız olduğunu ifşa ederek yalanı ortaya çıkarmaktadır.

Bu temel kurucu hikayeyi, Girard, eski ve yeni Ahiti, Shakspeare tiyatrosu ve Dostoyevski romanlarından hareketle kurar. Meseleler de işte bu nokta da zorlaşmaktadır. Kaliforniya' da Girard senaryolarını tartışan antropologlar, sahneye başka aktörler davet ederler. Tartışma ilerledikçe, antropologlar ( Walter Burkert ) garip yaratıklardan bahis açarlar; her türlü hayvan, ayılar, jaguarla ve insanlar; örneğin, son ölüm darbesini vurmadan evvel hayvanlar önünde aşk şarkıları söyleyen Sibirya' lı avcılar...

Her soru cevapta aynı sorunsalla karşılaşırız: şu veya bu arkaik toplumda, kanlı pratikler ( av, kendi kendini sakatlamak, insan eti yemek ...) kurban ayinlerini aydınlatabilirler mi? Eğer cevap evet ise, bundan bir nevi inanç ve din teorisine varılabilir mi ? Bunun da ötesinde, kültürün kökeni ile ilgili evrnsel bir teori kurulabilir mi ?

Bu en son soru, tartışmanın ana cephesini oluşturur. Amerikalı antropolog Jonathan Z.Smith için, Girard' da merkezi önemi olan köken sorununun hiçbir anlamı yoktur. Ve bunu mizahlı bir tarzda ifade eder: ''Antropoloji, herhangi bir klişeden itibaren bütün bir hikaye yaratma teşebbüsüdür; ve genellikle bu teşebbüs başarısızlıkla sonuçlanır.'  J.Z.Smith, aynı zamanda herhangi bir antropolojik doktrine inanmayı da reddettiğini ekler. Diğer bir antropolog Renato Rosaldo ise kendi zemin deneyimlerini öne çıkararak Filipin yıllarında gözlemlediği, komşu kabilelere ölüm saçan akınlar düzenleyen ''kafatası avcısı'' kabilelerinin hikayesini aktarır. Rosaldo, kısa bir zaman sonra, Vietnam Savaşı için askere çağrıldığında, bu kafatası avcılarının asker olabilme fikrine nasıl şaşırdıklarını, ve bu şaşkınlığın, kendisinin kafatası avcılığına gösterdiği tepkiden de daha güçlü olduğunu gözlemlediğini büyük bir mizahla sergiler.

Bu tecrübeden itibaren, kendisini Girard' a hem yaklaştıran hem de uzaklaştıran sorunsalın altını çizer; belirli bir yere kadar, ''kafatası avcılığı'' bir kurban eylemi olarak görülebilir. Fakat Girard' ın bu ayinsel eylemleri sadece bir izaha indirgeyebilmesinden rahatsız olduğunu söylemektedir: ''Bence birtek izah olamaz; esasında yas ( deuil ) ve ergenlik çağına girişin yan yana bulunduğu bir kavşak söz konusudur.''

R. Girard' ın tepkisi son derece belirgindir. Zira Rosaldo' nun aktardığı kanlı pratiklere karşı duyduğu kızgınlık ve tiksintiyi saklamaz. Daha da ileri giderek, biraz da provokasyonla, tamamen ''kavim-merkezci'' ( éthno-centriste ) bir yaklaşım sergiler: ''Neden, eski antropolojik bakış açısını benimseyip, bu kafatası avcılarının batılılaşması gerektiğini söyleyemiyoruz ?'' cevabını verir. Bu terimleri kullanırken R. Girard, antropoloji bilimi camiasını tümüyle karşısına aldığını bilmektedir. Gerçekten de XIX.yüzyılın sonundan bu yana, antropoloji bilimi kavramlarını sömürge-sökümüne ( décolonisation ) tabi tutmuş ve yavaş yavaş Batı nın üstünlüğü fikrinden uzaklaşmıştı.

İşte 'Sanglantes Origines' in en çarpıcı varsayımı da bu. Neticede, Girard' ın, şimdiye kadar gerçeklerden kopuk, ince bir yorumcu olarak beliren bilimsel kimliği, somut ayin pratiklerine çekilmekte ve bunlarla hesaplaşmaya itilmektedir. Bununla beraber, Kaliforniya tartışmaları sayesinde, Girard sisteminin, akademik antropoloji tarafından kabulünün ne denli zor olduğunu da kolayca görüyoruz.

René Girard sadece evrensel bir köken arayışından vazgeçmemekle kalmıyor, hiristiyanlığın ahlâki ve kültürel salt üstünlüğü üzerinde de hiçbir taviz vermeye yanaşmıyor. Girard' a göre tüm dünya, bilinçli veya bilinçsiz olarak batılılaşma yoluna girmiş bulunuyor.

Le Monde des Livres

Sanglantes Origines (Violent Origins ), René Girard
ingilizceden çeviren
Bernard Vincent / Mark R.Aspach / Lucien Scubla
ed. Flammarion 

Yeni anayasa nasıl yapılmalı  OSMAN CAN  MEHMET UçUM istanbul  08 01 2011 cumartesi

Anayasa hukukçuları Osman Can ve Mehmet Uçum, 2011 seçimlerinin ardından gündeme gelmesi beklenen yeni anayasa için izlenmesi gereken yolu Taraf’a yazdılar:
80 Anayasası’yla bütün organik bağlar koparılmalı


Yeni anayasa sürecine girilirken, bu anayasanın yapımıyla ilgili önemli sorular gündeme geliyor. Bunlardan biri yeni anayasa yapmak için yetkinin kimden veya hangi kuraldan alınacağı sorusudur. İkinci soru ise anayasanın TBMM’de yazılmasının ve kabulünün yöntemi nasıl belirlenecek, örneğin bu yeni Anayasa yürürlükteki Anayasanın kurallarına göre mi yapılacak? Bu sorulara verilecek yanlış cevapların yıkıcı sonuçları olabilir.

Demokratik bir anayasacılıkta kurucu irade, toplumun demokratik ve katılımcı yöntemlerle billurlaşmış, barış içinde bir arada yaşamayı hedefleyen iradesidir. Bu irade toplumun demokratik temsilcileriyle bir anayasa metnine dönüştürülür. Yani bir asistanlık hizmeti verilir. Ardından ortaya çıkan metin, yeniden toplumun onayına sunulur. Bu irade kendi yarattığı tüm kurumları bağlar, ancak toplumun ve sonraki kuşakların kurucu iradesini hiçbir surette bağlamaz. Yaşayan toplum gerekli gördüğü her durumda harekete geçerek yeni bir anayasa üretebilir. Bunu engelleyecek hiç bir kurumsal irade olamaz. Çünkü toplum iradesiyle çatışan kurumsal iradeler zaten meşruiyetini kaybetmiş iradelerdir.

Türkiye’de yüz yıllık baskıcı ve tasarımcı bir devlet anlayışına dayanan politik karar tercihinin hazırlanan tüm anayasa metinlerinde yansıma bulduğunu, anayasaların her defasında yeniden yazılmış olmasına rağmen, derinde yatan temel siyasal kararın, buna derin anayasa diyelim, hiç değişmediğini, 1924, 1961 ve 1982 anayasalarında rahatlıkla görebiliyoruz. Hiçbir anayasa metninde devletin bürokratik iktidar haritası değişmedi, yalnızca tahkim edildi. Bunun özgürlük ve katılım sorunlarını üreten ve demokrasiyi engelleyen ana dinamik olduğu görülmedi. Bunu görmeyenlerin başında anayasa hukukçuları gelmektedir. İkinci kanıtı ise Anayasa Mahkemesi bize sunuyor. Anayasa Mahkemesi’nin 1970’li yıllardan başlayarak, anayasa değişikliklerini anayasa metninde yazan açık yasaklayıcı hükümlere rağmen, sözü edilen temel politik karara uygunluğa tabi tutarak iptal etmesi ve bu pratiği Türkiye’de 2008 ve 2010 yıllarında sürdürmesi, derin anayasa ile anayasa metninin birbirinden farklı olduğunu açıkça gösteriyor. Bu yaklaşım mahkemenin diğer içtihatlarının, hatta Yargıtay ve Danıştay içtihatlarının ortak paydasıdır. Dolayısıyla Türkiye’deki anayasalar siyasal birliğin biçimi ve tarzı hakkındaki temel kararın ne olduğunu belirleyen sonsuza kadar geçerlilik iddiasındaki bu tarihsel kurucu iradenin her dönemdeki farklı görünüm biçimlerinden başka bir şey değildir.

Derin anayasa ile anayasa metni arasındaki bu ayrımın, Nasyonal Sosyalistlerin Başhukukçusu Carl Schmitt’in öngörüsü ve arzusuyla birebir örtüşüyor olması, herhalde övünülecek bir durum değildir.

Demokrasi, derin anayasa ile anayasa metni ayrımının bulunmadığı, temel siyasi kararın toplum tarafından verildiği, bunun anayasa metninde yazılı olduğu, tüm kurumların yalnızca bu anayasa metninden hukuksal meşruiyet aldıkları, toplumun ise bu metni gerekli gördüğü her durumda yenisiyle ikame etme yetkisine sahip olduğu bir siyasal kültürün adıdır. Anayasa bir toplumda söylenmiş ve söylenebilecek son söz değildir. Kuruculuk yetkisi yalnız ve yalnız toplumdadır, bunu kullanmak için kurumsal iradeleri umursamak zorunda değildir. Toplumun önceki kurucu iradeyle bağlı olması yalnızca kendini inkâr, köleliğe razı olması anlamına gelir. Önceki derin anayasayı üreten kurucu iradenin son iki anayasada darbe veya darbe koalisyonu iradesi olarak tecelli ettiğini göz önünde bulundurduğumuzda, mevcut anayasanın referanslarına ve öngördüğü usule uyma taleplerinin ne anlama geldiğini minimum demokrasi kaygısı taşıyanlara hatırlatmak herhalde yeterli olur.

Türkiye’nin bugün tartıştığı yeni anayasa, aynı zamanda yeni kuruculuk olmayacaksa herhangi bir anlam ifade etmeyecektir. Yüz yıllık temel siyasal karar yerine toplumsal irade esas alınmayacaksa, yeni anayasa için uğraşmaya gerek yoktur. Çünkü yapılacak olan 1961 veya 1982’deki gibi göstermelik bir temsiliyet ve halkoylamasından öteye gidemeyecek; hem Türkiye’nin ilk sivil anayasasının yapıldığı müjdelenecek, hem bunun halkın onayıyla gerçekleştiği ifade edilecek, hem de yüz yıllık temel siyasal karar olan derin anayasaya dokunulmayacak. Hiç kimsenin toplumu bu tür bir anlamsızlığa ikna etmesi mümkün değildir.

Toplum darbecilerden ve darbe koalisyonundan daha fazla anayasa yapma hakkına ve gücüne sahip olduğunu artık görüyor. Bunu tüm kurumların, siyasi aktörlerin ve “okumuş”ların görmesinde yarar vardır.

Tüm farklılıklarıyla birlikte demokraside karar kılan ve yeni anayasa yapımına odaklanan Türkiye’de demokratik kuruculuk için, kurucu meclis toplanabilir, ki bu ideali yansıtır. Ancak yeni anayasa sözüyle seçime girmiş partilerden müteşekkil TBMM de kurucu olabilir.

TBMM’de birçok fonksiyon vardır. Bunlardan kanun çıkarma ve mevcut anayasada değişiklik yapma fonksiyonları “kurumsal” yani “mevcut anayasa tarafından tanımlanmış” hukuksal fonksiyonlardır. Ancak TBMM’de hukuksallığın ötesine taşan bir fonksiyon vardır. Bu fonksiyon sosyolojiktir. TBMM toplumun kullandığı oylarla temsil yetkisini verdiği ve bunun sosyolojik-ampirik olarak saptandığı tek merciidir. Yani toplumun temsil edildiği mekân olduğunu saptayabilmek için, hukuksal bir kurala bakmak gerekli değildir. TBMM bu özelliğiyle yeni anayasa yapma iradesini ortaya koyduğu anda, cari anayasal düzen normlarıyla bağlı değildir. Çünkü artık eski anayasal düzene göre “kurulu” bir organ değildir ve o düzenin verdiği yetkilerle harekete geçmemektedir.

Bu yüzden bir “Meclis kararı” ile sürecin başlatılması kuruculuk için ön şarttır. Ancak bu meclis kararı, kurucu bir iradenin başlangıcı olarak kaleme alınmalı, içtüzük ve anayasadan alınan bir yetkinin kullanılmadığını, aksine halkın saptanabilir ve kanıtlanabilir “kuruculuk” yetkisinden doğan özgün bir yetki kullanıldığını ifade etmelidir.

Bu karar, yeni anayasa‘nın hazırlanış, görüşülme, kabul edilme, referanduma sunulma ve onay koşullarını kendi belirlemelidir. Bir norma gönderme yapmamalı, o normun geçerlilik kaynağı olduğuna işaret etmemeli, yalnızca mecliste ortaya çıkan iradeyle anlam kazanmalıdır.

Bu karar asli bir kuruculuk yetkisinin kullanıldığının ilanıdır.

Meclis‘in yüzde 10 barajının ürettiği temsil açığını, en azından anayasa taslağının oluşturulması sürecinde meclis dışı partilere de temsil imkânı sunarak kapatması zorunluluğu da unutulmamalıdır.

Bu nedenle mevcut Anayasa’nın 175. Maddesi’ne ekleme yapmak suretiyle sürecin başlatılması anlayışından kesin bir ifadeyle uzak durulmalıdır. Bu, kuruculuk yetkisinin yürürlükteki Anayasa’dan alındığının ifadesi olacaktır. Bu durumda kuruculuğun 1980 darbecilerinde olduğu kabul edilmiş olacak, derin anayasa yeniden egemen olacaktır. Sonuç ise açıktır: Mevcut anayasanın verdiği yetki kullanılıyorsa, bu yetkinin mevcut anayasanın temel referanslarına aykırı kullanılmaması gerekecektir. Yani aslında 1982 Anayasası’nın kendini yeniden üretmesi sağlanmış olacaktır. Anayasa Mahkemesi’nin bu gerekçeyle devreye girmesi ise ayrı bir sorun oluşturacaktır. Mahkeme’nin 2010 değişikliklerinde dahi esasa girmekten çekinmediğinin hatırlatılmasında yarar vardır.

Unutulmamalıdır ki Türkiye toplumu, tüm siyasi partileriyle birlikte bir Anayasa yapma kararlılığı içinde. Yani kurucu bir karar verilmiş durumda. Bunu da 12 Eylül referandum sürecinde ve sonucunda (evet, hayır veya boykot tarzında) açık irade olarak ortaya koydu. Toplumun bu kararı vermesinin nedeni tüm siyasal ve toplumsal sorunların çözümüne olanak yaratacak yeni bir siyasal yapı ve aygıt isteğidir. Yani devleti yeniden yapılandırma iradesidir. Bu kurucu kararın nasıl bir anayasaya dönüşeceğini de anayasa yapım süreci belirleyecektir.

Bunun için Türkiye toplumunun yeni anayasayı asli kurucu iktidar olarak doğrudan yapması, yani siyasal anayasayı ortaya koyması, temsil eksikliğini giderecek bir yöntemle desteklenmesi kaydıyla 2011 Meclisi’nin yahut Anayasa Meclisi’nin bunu yasalaştırması, önceki anayasaların referans alınmaması, hukukçuların sadece normları formüle etme sürecinde rol oynaması (teknik asistanlık) sürecin özellikleri olarak öne çıkmalıdır.

PAZARTESi KONUşMALARı 24 01 2011 pazartesi Neşe Düzel Ergun Özbudun: ‘Milliyetçilik AK Parti’ye kaybettirir de’

“Milliyetçi oylara fazla talip olursanız, belki kısa vadeli politikalarınız açısından bir getirisi olabilir ama... Böyle bir milliyetçi politikayla kaybedeceğiniz şeyler de var.”

“Umarım, alkol yönetmeliği yürürlüğe konmaz. Aşırı kısıtlamalar var. 24 yaş sınırı da nereden çıktı? Hukukumuzda 18 yaşını bitiren, cezasını tam görür, milyarlık sözleşmeler imzalayabilir.”

“Anayasa’nın başlangıcı, ‘Türklüğün milli, tarihî ve manevi değerleri’ gibi fikir ve sanat hürriyetini kısıtlayıcı kaypak ifadeler ile dolu. Bunlar, sivil anayasada yer alamaz.”

***

NEDEN ERGUN ÖZBUDUN
AK Parti, 2011 seçimlerinin “Türkiye’nin ilk sivil anayasasını hazırlayacak Meclis’in seçimi” olacağını çok önceden ilan etmesine rağmen, seçimlere beş ay kaldı, sivil demokratik anayasanın içeriğiyle ilgili AK Parti’den hiç ses yok. TÜSİAD’ından TESEV’ine, barolardan çeşitli meslek odalarına, sivil toplum kuruluşlarının hepsi şu sıralar harıl harıl kendi anayasa taslaklarını ana hatlarıyla hazırlarken, Başbakan Erdoğan, sadece “Anayasayı halk yapacak” demekle yetiniyor. Peki, halk kim? Siyasi Partiler halktan sayılmıyorlar mı? Sivil toplum örgütleri gibi, siyasi partiler de çeşitli halk kesimlerinin temsilcileri değiller mi? 2007 genel seçimlerinin kampanyasını “sivil anayasa” vaadiyle yürüten, 2011 seçimlerinin adını da “anayasa seçimi” koyan AKP, seçimlere beş ay kala “alkolü” konuşuyor da, niye acaba yeni anayasayı hiç konuşmuyor? Kamuoyu yoklamalarında oyu yüzde 50’lerde gezinen AKP, seçimi bu oy oranıyla kazandığı takdirde, iki buçuk partili Meclis’in üçte ikisini oluşturacak ve anayasayı tek başına değiştirme gücüne sahip olacak. AKP’nin, “Kürt sorunu, Kürtçe eğitim, vatandaşlık tanımı, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, Askerî İdare Mahkemesi ve Askerî Yargıtay, Siyasi Partiler Kanunu, YÖK, Diyanet, laiklik tanımı, çoğulculuk ve çokkültürlülük, anayasanın başlangıç bölümü” gibi temel konularda Anayasa’da ne gibi değişiklikler yapmayı düşündüğünü, Türkiye’de hayatı nasıl değiştireceğini ana hatlarıyla öğrenmek, halkın hakkı değil mi? Seçmen bunları bilmeden nasıl oy verecek? Son dönemde iyice milliyetçiliğe savrulan AKP, milliyetçi oyları kaybetmekten çekindiği için mi demokratik bir anayasadan hiç söz etmiyor? Peki, seçimden büyük bir zaferle çıkarsa, AKP tekrar demokrat olur mu? Milliyetçilikten vazgeçer mi? Sivil anayasayı sürekli gündemde tutmuş olan AKP aslında ne istiyor? Sivil anayasa istemiyor mu? Bu soruları ve kuşkuları, Türkiye’nin en önemli anayasa hukukçularından olan ve 2007 seçimlerinde AKP’ye sivil anayasa taslağı hazırlayan ekibin başkanlığını yapan Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ergun Özbudun’la konuştuk.

***

NEŞE DÜZEL: Siz, 2007 seçimlerinden sonra AKP’nin isteği üzerine, sizin başkanlığınızda bir grup akademisyenle birlikte bir sivil anayasa taslağı hazırlamıştınız. Ne oldu o anayasa?
ERGUN ÖZBUDUR: O anayasa taslağı bir süre AK Parti yönetim kurullarında görüşüldü ve her seferinde de yakında bunun kamuoyuna açıklanacağı vaat edildi. Fakat sonra sessizce ortadan kalktı.

AKP neden vazgeçmişti o anayasadan?
Nedeni hiçbir zaman resmen açıklanmadı. Biz de sormadık. Netice itibarıyla bu partinin kararıdır. Ama tahminimi sorarsanız, bu anayasa taslağı, hem muhalefet partileri hem de merkez medya tarafından hak etmediği suçlamayla karşılandı. Bu anayasa, federalizmi getirdiği, şeriatçılığa yol açtığı, Atatürk’ü anayasadan kazıdığı gibi iler tutar yanı olmayan çok şiddetli bir saldırıya uğradı. Bu saldırılar, AK Parti’nin içinde bazı tereddütler yaratmış olabilir.

Sizin anayasa taslağınıza sadece dışarıdan mı muhalefet edildi? AK Parti içinden bir muhalefet olmadı mı?
Bence olmadı çünkü biz bu taslağı, AK Parti’nin aklınıza gelebilecek çok yüksek düzeyde yöneticileriyle yaptığımız Sapanca toplantısında görüştük. O toplantıda Cemil Çiçek, Mehmet Dengir Fırat, Ertuğrul Günay gibi bakanlar, parti genel başkan yardımcıları ve komisyon başkanları vardı. Anayasayla ilgili görüşlerimiz ortaktı. Yani o aşamada AK Parti, bu taslağı kabullenmiş görünüyordu.

Hazirandaki genel seçimlerin ana tartışma konularından birinin yeni anayasa olacağı bekleniyordu. Seçimlere beş ay kaldı ama hâlâ anayasa konuşulmuyor. Eğer seçimler anayasa taslakları ve tartışmaları üzerinden olacaksa, hazırlıkların şimdiden başlaması gerekmez mi?
Hazırlanmaları gerekir. Bir an evvel o görüşlerinin açıklanmasında büyük yarar var. Özellikle yeni anayasaya ihtiyaç duyulduğunu söyleyen siyasi partiler, anayasa projelerini ana hatlarıyla açıklamak zorundalar. Aksi takdirde çelişki olur. Üstelik sadece AK Parti değil, diğer bütün siyasi partiler de kendi anayasa projelerini ana hatları itibarıyla seçim kampanyası sırasında açıklamalılar. Böylece hem halk bu şekilde daha bilinçli oy kullanır hem de önümüzdeki Meclis’in anayasa yapma konusundaki meşruluğu daha da güçlenir. Seçmen olarak ben kimin ne tür bir anayasaya taraftar olduğunu bilmeliyim ki, oyumu daha bilinçli kullanabileyim.

Neden AKP nasıl bir anayasa istediği konusunda hiç konuşmuyor?
Kimse konuşmuyor. CHP de, MHP de konuşmuyor.

Vatandaşa yeni demokratik sivil anayasa vaadinde bulunan CHP veya MHP değil. Bu vaadi sürekli gündemde tutan ve 2011 seçimlerinin bir anayasa seçimi olacağını, Türkiye’nin ilk sivil anayasasını 2011 seçimlerinden sonra oluşacak olan Meclis’in yapacağını söyleyen AKP.
Doğrudur. Sorunuz haklı. Eğer bir sivil anayasa vaat ediyorsanız hiç değilse o anayasanın ana hatlarını, ana çizgilerini, ana felsefesini kamuoyuyla paylaşmanız gerekir. Seçim kampanyası ilerledikçe bunun olacağını ümit ediyorum. Ama şu âna kadar olmadı.

Diğer partiler de yeni anayasanın konuşulması konusunda AKP’yi hiç zorlamıyor. Kimse yeni bir anayasa istemiyor mu?
Sorarsanız herkes yeni bir anayasa istiyor ama... Ne tarz yeni bir anayasa? Nesiyle yeni olacak bir anayasa? Bu soruları sorduğunuzda çeşitli çevrelerden çeşitli fikirler çıkıyor ya da hiç fikir çıkmıyor. Dolaylısıyla önümüzdeki anayasa yapım süreci çok zor ve zahmetli olacak. Kürt sorunu, din ve vicdan hürriyeti sorunu, vesayet sorunu, çoğulculuğa saygı sorunu gibi temel konularda çok kolay uzlaşılmayacak. Ama bu konulara da dokunulmayacaksa yeni bir anayasa yapmanın hiçbir anlamı yok. Eğer bir anayasa çalışması başlatılacaksa, göstermelik üç-beş maddenin değiştirilmesiyle yetinemeyiz.

Bu seçim kampanyasında anayasayla ilgili hangi somut vaatler yer almalı?
Mesela en yakıcı meselelerden biri olan Kürt sorununda ne yapacaklar? Askerî vesayet konusunda ne yapacaklar? Yargıyı iki başlı hüviyetinden kurtaracaklar mı? Dünyada hiçbir demokratik ülkede örneği olmayan Askerî Yüksek İdare Mahkemesi’ni kaldıracaklar mı? Bizim taslağımızda bu vardı. Mesela Askerî Yargıtay’ı yüksek mahkeme hüviyetinden çıkaracaklar mı? Kürt sorunuyla da yakından ilgili olan vatandaşlık tanımında bir tutum alacaklar mı? Çok kritik bir konu bu. Mevcut Anayasa’daki vatandaşlık tanımı Kürtlerin önemli bölümünde alerji yaratıyor. Etnik çağrışımlar yaptırmayan bir anayasal vatandaşlık tanımı getirecekler mi?

Vatandaşlık tanımından Türk kelimesini çıkararak mı?
Evet. Madem bazı Kürt arkadaşlarımızda, mevcut vatandaşlık tanımı etnik çağrışımlar yapıyor, yeni anayasada bu tür etnik çağrışımlara meydan vermemek gerekir. Mesela yeni tanım, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı olabilir. Ayrıca 1982 Anayasası’nın başlangıç bölümü de fevkalade ideolojik ve özgürlükleri sınırlandırıcı. Bu başlangıç kısmına dokunulmadan sivil, demokratik bir anayasa yapılamaz. Bugünkü Anayasa’nın başlangıç bölümü, Türklüğün milli, tarihî ve manevi değerleri gibi fevkalade kaypak ifadelerle dolu. Bunlar sivil bir anayasada yer alacak hükümler değil.

AKP’nin önemli isimleri, Kanuni Sultan Süleyman’ı anlatan Muhteşem Yüzyıl isimli televizyon dizisine bile “Türklüğün milli, tarihi, manevi değerlerine hakaret ediyor” gerekçesiyle çok öfkelendiler. Sizce AKP anayasanın başlangıç kısmını değiştirir mi?
Bu beyanları ve RTÜK kararını hatalı buluyorum. “Türklüğün milli, tarihî, manevi değerleri” gibi ifadeleri elli çeşit yorumlamak mümkün. Bunu, siz başka türlü tanımlarsınız ben başka türlü tanımlarım. Bu tür ifadeler, fikir hürriyetini de, sanat hürriyetini de kısıtlayan bir nitelik alabilir. Üstelik her anayasanın mutlaka bir başlangıç bölümünün olması da şart değil. Dünyada birçok anayasada böyle bir bölüm yok. Ya da başlangıcı çok kısa ve özlü yazarsınız. Seçim kampanyası henüz başlamadı ama başlayınca, bütün siyasi partilerin anayasalarının ana hatlarını seçim sürecinde açıklamaları lazım. Biliyorsunuz, bugüne dek AK Parti’yi bugüne kadar büyük ölçüde desteklemiş olan liberal çevreler ve aydınlar şimdi AK Parti’yi demokratikleşme ve özgürlükler konusunda yeterince cesaretli, kararlı ve süratli olmamakla eleştiriyorlar.

Bu eleştirilere katılıyor musunuz?
Evet katılıyorum. Ama şu var, AK Parti’nin güçlüklerini de göz önünde tutuyorum. Türkiye’de maalesef iktidar probleminden çok, bir muhalefet problemi var. AK Parti’yi demokratikleşme yolunda daha kararlı ve süratli ilerlemeye sevk edecek, onu itecek bir muhalefet yok burada. Eğer ortalıkta hürriyetçi, liberal, demokratik fikirleri güçlü bir biçimde savunan bir muhalefet partisi olsaydı, AK Parti’nin işini çok kolaylaştırırdı.

Gerçekten kolaylaştırır mıydı? AK Parti karşısında ilerici bir muhalefet olmadığından ötürü mü yoksa kendi “milliyetçi” oy hesapları yüzünden mi demokratikleşmede frene basıyor ve sivil anayasayı konuşmuyor?
Eğer CHP, Kürt sorununda veya AB konusunda Türkiye’nin önünü açacak önerilerde bulunsaydı, AK Parti daha rahatlıkla hareket edebilirdi. Ama bugün yaşanan tabii ki iki taraflı bir oyun. Milliyetçi oylara fazla talip olursanız, belki kısa vadeli politikalarınız açısından bunun bir getirisi olabilir ama... Öte yandan böyle bir politikayla kaybedeceğiniz şeyler de var.

AKP milliyetçi politikayla ne kaybeder sizce?
Çok şey kaybeder... Liberal aydınların AK Parti’yi desteklemelerinin sebebi, bu partiyi değişimin, demokratikleşmenin bayraktarı olarak görmelerindendi. Milliyetçi oylara yönelmenin sonucunda eğer bu imaj zarar görürse, AK Parti açısından bu ciddi bir kayıptır. Parti liderleri, neyin kazanç neyin kayıp olduğunu, neyin neye değeceğini çok iyi düşünmeliler. MHP’yi baraj altında tutmak ve dolayısıyla iki veya iki buçuk partili bir parlamento yaratıp, bu parlamentoda üçte iki çoğunluğa sahip olmak kısa vadeli siyasi hesaplar bakımından düşünülecek bir yol olabilir ama...

Peki, AKP’nin seçimlerden sonra milliyetçi söylemden vazgeçip, değişimci olacağının ve demokratik bir anayasa yapacağının garantisi nedir? Milliyetçi söylemle oylarını arttıran AKP, Meclis’in üçte iki çoğunluğunu elde ettikten sonra milliyetçilikten neden vazgeçsin?
Bunun garantisi yok tabii. Siyasette hiçbir şeyin garantisi olamaz. Milliyetçilik kendisini daha uzun süre devam ettirebilir. Ama biliyorsunuz, siyasi partiler taktik sebeplerle gelip geçici rota ayarlamaları, değişiklikleri de yapabilirler. Seçimlerde güçlü bir çoğunluk elde ettikten sonra daha sivil ve demokratik söylemlere dönmesi de, bir ihtimaldir. Dönmemesi de bir ihtimaldir.

Başbakan Erdoğan, yeni anayasayla “Başkanlık Sistemi”ni getirmek istediği için, anayasayı seçimlerden önce tartışmak istemiyor olabilir mi peki?
Şu anda AK Parti’nin kesin bir anayasal pozisyon almamasının nedeni bence başkanlık sistemi düşünceleri değil. Kürt sorunu, vatandaşlık tanımı, kültürel farklılıklara saygı sorunu, laiklik tanımı başkanlık sistemi tartışmalarından çok daha önemli. Seçim kampanyası sırasında, bu yakıcı sorunlarla ilgili somut bir tutum alınması çok daha riskli. AK Parti, daha çok bu nedenlerle anayasayla ilgili açık bir beyanda bulunmuyor. Gerçi bu genel seçimle, 2012 veya 2014’te yapılacak cumhurbaşkanlığı seçim süreci arasında yakın bir ilişki var ama... Anayasa’nın başkanlık rejimi yönünde değiştirilmesi konusu gene de bu genel seçim sürecinde daha tali bir sorun. Çünkü başkanlık sistemi tartışması yüzünden, bu genel seçimde ne fazla oy kaybedilir ne de fazla oy kazanılır.

Yeni bir anayasa ne kadar zamanda hazırlanabilir?
Maddeleştirilmiş olarak değil de ana hatlarıyla bir anayasayı isterlerse birkaç haftada hazırlayabilirler. Mühim olan, temel siyasi tercihlerinin hangi yönde olduğudur. O yönü belirlediğiniz takdirde, anayasanın hukuki formülasyonunu yapmak çok zor değil. Dolayısıyla bütün partiler, temel sorunlar karşısındaki anayasa tercihlerinin ne olduğu konusunda daha açık olmalılar.

Barışı ve toplumsal huzuru sağlayabilmek için yeni anayasada hangi ölçülere önem verilmesi gerekiyor?
Herşeyden evvel kültürel farklılıklara saygı duymak ve kültürel çoğulculuğu kabul etmek gerekiyor. Cumhuriyet’in felsefesi, Türk milliyetçiliği etrafında “bir örnek vatandaş” yetiştirmek oldu. Türk milliyetçiliği etnik anlamda değil, kültürel anlamda tanımlandı ama... Etnik grupların, başta Kürtler olmak üzere, ifade ve kendini geliştirme imkânları çok sınırlandırıldı.

Kültürel milliyetçilik de etnik kökene dayanan bir milliyetçilik değil mi? Kültürel milliyetçilik de farklı kültürlere etnik bir kökenin kültürünü dayatmıyor mu? Bu ülkede binlerce insan kültürel milliyetçilik yüzünden ölmedi mi, acı çekmedi mi, mağdur olmadı mı? Kültürel milliyetçilik, denince milliyetçiliğin şiddeti, zorbalığı hafifliyor mu?
Bence de kültürel milliyetçilik hafif ve daha az vahim bir milliyetçilik değildir. Irk milliyetçiliği etnik kökene, hatta 1930’larda teşebbüs edildiği gibi kafatası ölçümlerine dayanan bir milliyetçiliktir ama kültürel milliyetçilik de toplumdaki alt kültürlerin varlığını inkâr etmektir, onları sindirmek ve asimile etmeye çalışmaktır. Bu da kabul edilemez. Türkiye bir örnek insanlardan oluşan bir toplum değil. Çeşitli alt kültürler var Türkiye Cumhuriyeti’ne sadakat temelinde anayasal vatandaşlık bağıyla bağlı olan insanlar, kendi kültürlerini muhafaza edebilirler, geliştirebilirler ve yayabilirler. Bunun kabulünü bütün siyasi partiler içlerine sindirirlerse işimiz çok kolaylaşır. Mesela...

Evet...
Benim önerim, okullarda Kürtçenin seçimlik ders olmasıdır. Bu ders, sadece Kürtçe grameri değil, Kürt toplum yapısını ve tarihini de kapsayabilir. Bir de ideolojik çağrışım yaptıran herşey anayasadan çıkarılmalıdır.

Yani, Anayasa’nın giriş bölümündeki Kemalizm ideolojisi çıkarılmalı...
Anayasa’nın başlangıç bölümü o ideolojik unsurlardan arındırılmalı. Bunu söylediğinizde Atatürk’ü inkâr suçlamasıyla karşılaşıyorsunuz. Asla böyle bir şey sözkonusu değil. Atatürk bu devletin kurucusudur.

Bir kişinin adı anayasada geçmeli mi?
Anayasada geçmesine hacet yok. Atatürkçülük bölücü bir unsur değil, birleştirici bir sembol olmalıdır. Ayrıca yeni anayasada, Genelkurmay Başkanlığı bütün Batılı demokratik ülkelerdeki gibi Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmalı. Bir de tabii kanun düzeyinde yapılacaklar var. Mesela Silahlı Kuvvetler’e Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kollama görevini veren ve darbelerin gerekçesini oluşturan meşhur İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi kaldırılmalı. Demokrasilerin en temel unsurlarından biri, seçilmiş organlarının iktidarıdır, yani seçilmişlerin gerçek anlamda “muktedir” olmalarıdır, Silahlı Kuvvetler’in sivil denetim ve gözetim altında bulunmalarıdır. Bu zihniyet de artık Türkiye’de yerleşmeli.

Anayasa konuşmalarında bunlara önem verilecek mi sizce?
Verilmeyecekse zaten boşuna uğraşmayalım. Seçilmiş organların son sözü söylemesi demek, bunların denetimsiz bir çoğunluk diktatoryasına dönüşmesi anlamına da gelmez. Bütün bunlar anayasayla düzenlenebilir. Elbette ki seçilmişler üzerinde yargı ve sivil toplum denetimi olacak. Ama bu yargı denetimi şu anki ölçülerde değil, Batılı ölçülerde olmalı! Mesela Danıştay’ın son türban kararı, yanlış ve ideolojik bir karardır. Ama ulusalcı ve laikçi çevreler, askerî ve yargısal vesayeti kendi varoluşları için bir teminat sayıyorlar. Bu vesayeti kaldıracak anayasa değişikliğine şiddetle karşı çıkıyorlar.

Avrupa Birliği konusunda hükümet frene basmış gözüküyor. Avrupa hedefinden uzaklaşmamız yeni anayasayı nasıl etkiler?
AB hedefi demokratikleşmenin tek itici unsuru değil. Avrupa ile ilişkiler duraklama noktasına gelmiş olsa da, sivil anayasa için bugün yeterli dinamikler var. Bu ülkede iç dinamikler dış dinamiklerin önüne geçti artık. Demokratik sivil anayasa talebi toplumun içinden geliyor.

Sorun sadece anayasa değil. 12 Eylül rejiminin bütün temel yasaları duruyor ve seçime giderken bu yasalar da gündeme gelmiyor. AKP bu yasaları değiştirmekten vaz mı geçti?
Anayasa değişikliği yapılırsa, başta Siyasi Partiler Kanunu olmak üzere bu temel yasalar zaten değişecek. Anayasa değiştiği takdirde bunlar aynı kalamaz. Evvela anayasayı yapalım ki, bu temel kanunları da bu anayasaya uygun şekilde değiştirelim. Bu Anayasa yürürlükte kaldıkça, o temel kanunlarda fazla bir mesafe alamazsınız.

Yeni anayasa, YÖK, Diyanet, Askerî Danıştay gibi demokrasi dışı müesseseleri ve düzenlemeleri temizleyecek mi yoksa sürdürecek mi?
Eğer bütün bunlarda ciddi değişiklikler yapmayacaksa yeni bir anayasaya lüzum yok. Biraz makyaj yapıp, pekâlâ mevcut Anayasa’yla idare ederiz. Herhalde amaç, sivil ve demokratik bir anayasa yapmak. Amaç, makyaj görmüş bir 1982 Anayasası değil. Sivil bir anayasa yapılırsa, Askerî Danıştay zaten kaldırılacak. Ayrıca anayasadaki siyasi parti yasaklarının kapsamı daraltılacak. Dolayısıyla Siyasi Partiler Kanunu sivil anayasayla uyumsuz hale gelecek. Mesela bugünkü YÖK mevzuatının temeli de bugünkü Anayasa’nın 130 ve 131. maddeleridir. O maddeleri farklı bir YÖK anlayışına göre değiştirdiğinizde, bugünkü YÖK mevzuatı yürürlükte kalamayacak. Mesela sadece YÖK değil, Diyanet de bu şekilde kalmamalı.

Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi sözkonusu olacak mı peki?
Olacak. Bu da kaçınılabilecek, savsaklanabilecek bir sorun değil. Hem Kürtlerin bu yönde ciddi talepleri var, hem de Türkiye’nin iyi idare edilmesinin icabı olarak bunu yapmak mecburiyetindeyiz. Aklı başında olan herkes, Türkiye’nin bu kadar merkeziyetçi bir sistemle yönetilmeyeceğini artık idrak etmiştir. Batı’nın en merkeziyetçi ülkesi Fransa’da bile bölge yönetimleri kuruldu. Yerel yönetimlerin yetkilerinin arttırılması Türkiye’nin mutlak bir ihtiyacıdır.

Sivil, demokratik bir anayasa, Başbakan’ın alkolle ilgili sözleriyle daha da endişeli hale gelen, kendilerine hayat tarzı dayatılacağından korkan insanlar için bir teminat olur mu
Anayasada, çoğulculuğa saygıyı ifade eden bölümler bir bakıma teminattır. Sivil, demokratik anayasa, bir hayat tarzı dayatmayı çok zor hale getirir. Umarım, alkolle ilgili yeni yönetmelik de bu haliyle yürürlüğe konmaz. Aşırı kısıtlayıcı hükümler içeriyor bu yönetmelik. Mesela 24 yaş sınırı nereden çıkıyor?

Nereden çıkıyor?
Dünya Sağlık Örgütü’nde 24 yaşa uzanan bir tanım olduğu söyleniyor ama... Bu metinleri ciddi olarak karşılaştırmak lazım! Çünkü bizim hukukumuzda 18 yaşını bitirmiş kişi tam hukuki ehliyeti haizdir, milyarlık sözleşmeler imzalayabilir. Tam cezai ehliyeti haizdir, hiçbir indirim olmadan cezasını görür. 18 yaşını bitirmiş kişi oy kullanır ve siyasi partilere üye olur. Şimdi alkolle ilgili 15-24 yaş arasında bir kategori ihdas edip, onların bulunması ihtimali olan yerlerde içki servisi yapılamayacak olması, son derece aşırı bir hükümdür. Bunlar hoş şeyler değil!..

neseduzel@gmail.com

Ergun Özbudun: ‘Milliyetçilik AK Parti’ye kaybettirir de’ - 24.01.2011
Hakan Erdem: ‘Osmanlı kâtibi afyon macunu yerdi’ - 17.01.2011
Emin Aktar: ‘Kürtler ilk kez Öcalan’ı tartışıyor’ - 27.12.2010
İştar Gözaydın: ‘Türkiye’de din yükselen bir olgu’ - 20.12.2010
İsmet Akça: ‘AKP orduyla mutlu evlilik istiyor’ - 13.12.2010
Temel İskit: ‘Türkiye’deki nükleer silah ispatlandı’ - 06.12.2010
Hasan Cemal: ‘TSK’nın terfi sicili çok açıdan lekeli’ - 04.12.2010
Ziya Şaylan: ‘İşsizlik, estetik yaptırtıyor’ - 22.11.2010
Murat Gökçen: ‘Üç öğün bitti, üç saatte bir yiyin’ - 15.11.2010
Balıkçı: ‘Taksim TAK’ın son eylemi’ - 10.11.2010
Balıkçı: ‘Apo’yla görüşenler tam yetkili’ - 09.11.2010
Balıkçı: Devlet Apo’ya ‘size ihtiyaç var’ dedi - 08.11.2010
Kemal Bülbül: ‘Aleviye bakışta AKP-CHP farkı yok’ - 01.11.2010
Osman Can: ‘Bizdeki laiklik Prusya laikliği’ - 19.10.2010
Osman Can: ‘Yargıçlar halkın gözüne bakamıyor’ - 18.10.2010
Suavi Aydın: ‘Askerin ‘tek tip’ talebi acizliktir’ - 12.10.2010
Suavi Aydın: ‘Oğlum tehlikede inancı büyüyor’ - 11.10.2010
Ali Bayramoğlu: ‘Cemaat şeffaflaşmalı, tartışılmalı’ - 04.10.2010
Bülent Nazlı: ‘Bu et çocuklar için ölümcül’ - 27.09.2010
Sezgin Tanrıkulu: ‘Ölmeselerdi özgürlerdi’ - 25.09.2010
Tarhan Erdem: ‘Ak Partisi’nin oyu yüzde 46-47’ - 20.09.2010
Tûba Çandar: ‘O, Anadolu Ermenilerinin sözcüsü’ - 15.09.2010
Tûba Çandar: ‘Veli Küçük Hrant’ı aradı’ - 14.09.2010
Adil Gür: ‘Seçmenini sandığa götüren kazanır’ - 06.09.2010
Salman Kaya: CHP’nin ‘Mustafa Muğlalı İş Hanı’ - 30.08.2010
SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN: "Hayır çıkarsa devlet sertleşecek" - 10.08.2010
Süleyman Seyfi Öğün: Büyük şans, Kürt-Türk gettosu yok - 09.08.2010
NEDEN KEMAL BURKAY: Kürdistan’ı İstanbul’da kurmayız - 03.08.2010
KEMAL BURKAY: "Apo, Saddam’ı ve Esad’ı taklit etti" - 02.08.2010
Hüseyin Yıldırım: ' Savaş kararını avukatı aldırdı' - 28.07.2010
Azsonra Birazdan Şimdi Biz Türkiye'yiz.