Michel Foucault: 'İslam: muazzam bir barut fıçısı'
Michel Foucault 13 Şubat 1979
İran Devrimine olan hayranlığı ve dini lideri Khomeyni' nin arkasında bütünleşmiş bir halk tasviri yüzünden M. Foucault eleştirilmiştir.
İktidar olgusu ve söyleminin kökenlerini sorgulayan bir filozof, kütüphanesini terk edip gerçek bir olguyu tetkik için kendini İran sokağına attığında iki şeyden endişe duyulabilir:
olgunun özgüllüğünü unutup kendi tezlerine bir kanıt arıyor olması, veya olgunun saf bir hayranı olmaktan başka birşey yapmaması.
halbuki, Foucault'nun İran Devrimi ile ilgili yazdığı gazete yazılarından, bu endişelerin yerinde olmadığı anlaşılır.
O, devrimle değil ayaklanmayla ilgilenmektedir...
Devrimi takiben beliren yeni düzenin değil, sadece ayaklanmanın, iktidarın bütünüyle reddinin hayranı ve gözlemcisidir.
Foucault saf bir aydın değildir. İlgilendiği, kurulu kokuşmuş düzenin reddi olgusudur.
İkinciGrup, Arap dünyasındaki ilkbaharın bize düşündürdüklerine katkı olması amacıyla , Michel Foucault' nun 1978 ile 1979 yıllarında İran' la ilgili bir seri yazısını yayınlayacak.
Bu yazilar türkçeye ilk defa çevrilmiş olacaklar...
M. Foucault Iran' a, devrim öncesinde ve devrim sonrasında birkaç seyahat yapmış, Corriere della Serra, Le Monde ve Le Nouvel Observateur gazetelerine yazılar vermıştir.
Yayınladığımız bu ilk yazı, Foucault' nun konuyla ilgili ilk yazısı değil;
Devrimden hemen sonra yazılmış ve Corriere della Serra'da yayınlanmıştır.
İslam, bir barut fıçısı / Michel Foucault / 13 Şubat 1979 / Corriere della Serra
11 Şubat 1979: İran Devrimi.
Bu cümleyi yarının gazetelerinde ve geleceğin tarih kitaplarında okur gibiyim. İran' ı altüst eden, 12 ay süren olağanüstü olaylar serisinden tanınmış bir sima belirmektedir. Bu, aynı zamanda uzun bir bayram ve yas serisidir de; milyonlarca insanın ''allah allah !'' nidaları, mezarlıklarda mollaların devrimci söylev ve duaları, kasetler dolusu vaizler, ve Paris banliyölerinden birinde her gün kibleye doğru diz çöken yaşlı bir adam: bütün bunlara devrim demek güçtü.
Fakat bugün kendimizi daha alışılmış bir dünya içerisinde hissedebiliyoruz: barikatlar, çalınan silahlar ve alelacele toplanan bir bakanlar kurulundan hemen sonra, halk , bakanlıkların camını bacasını kırmadan istifa eden bakanlar...
Tarih, sayfanın altına devrimi tasdikleyen kırmızı damgasını basıyordu. Din, perdeyi yırtarak önemli bir rol oynuyordu; mollalar siyahlı beyazlı cübbelerini sallaya sallaya dört bir yana serpiliyorlar; sahne değişiyor; esas oyun şimdi başlıyor; sınıf mücadelesi, halk kitlelerini örgütleyen partinin silahlı avangardları...
Bu gördüklerimizden emin miyiz ?
Geçen yaz, Şah' ın siyasi ölümünün farkına varabilmek için peygamber olmak gerekmiyordu. Dinin bir uzlaşma biçimi değil, gerçek bir güç olduğunu saptamak için ise kahin olmak gerekmiyordu; öyle bir güç ki, tüm bir halkı, sadece Şah ve polisine karşı değil, rejimin bütününe, tüm bir yaşam tarzına, tüm dünyaya karşı ayağa kaldırıyordu. Fakat bugün dini hareket stratejisinin ne olduğu açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Uzun gösteriler, bazen kanlı olmakla beraber, mütemadiyen tekrarlanan, Şah' ın meşruluğunu ve siyasi sınıfın temsil edebilirliğini yok eden adli ve siyasi eylemlerdi. Milli Cephe nihayet boyun eğdi; Bahtiyar direnmeye çalıştı; Şah'tan, geri dönmeme vadiyle yurdu terk etmesini elde ederek, hak ettiğine inandığı meşruluğa kavuşmayı kurguladı. Ama tüm çabaları sonuçsuz kaldı.
İkinci engel Amerikalılardı. Gerçekten güçlü gözüküyorlardı. Neticede, onlar da geri çekildiler. Bu, hem güçsüzleştiklerinden, hem de çok hesap yaptıklarından böyle oldu: çok içli dışlı olduğu, can çekişen bir iktidarı desteklemek yerine, Şili' vari bir iktidarın yerleşmesini, iç çatışmaların şiddetlenmesini ve sonra da müdahale etmeyi öngörüyorlardı. Aynı zamanda, bölge rejimlerinin tümüne endişe veren bu hareket, Orta Doğu'da bir anlaşmanın hızlanmasını sağlayabilirdi de.
Filistin ve İsrailliler bunun farkına çabuk vardılar: Filistinliler, Ayatullahi, Kutsal Toprakları düşman elinden kurtarmaya çağırırken, İsrailliler Amerikalılara, hiçbir taviz verilmemesini öğütlüyorlardı.
Ordu engeli ne durumdaydı; birçok farklı akımın mücadele verdiği açıktı. Fakat Şah iktidarda iken, muhalefet için bir avantaj teşkil eden Ordu' nun bu felç durumu, akımların kendilerini serbest hissetmeleri ve iktidar boşluğu sebebiyle istedikleri gibi davranmaya itebilirdi. Bunun için Ordu ile erkenden parçalanmasına seyirci kalmayıp, hemen ittifak kurulmalı idi. Fakat klaş beklenenden daha çabuk geldi. Provokasyon, kaza... fark etmiyor. Ordu' nun şahinleri olarak niteleyebilecegimiz bir grup, Ayatullah' la ittifak kuran bir bölümüne hücum ederek, Ayatullah ile halk arasında basit bir kol kola yürüyüşün de ötesinde, açıkca bir bileşime sebep oldu. Devrimci ayaklanmaların zirve noktasını oluşturan silah dağıtımına bile başladı. Bu silah dağıtımıdır ki İran' ı iç savaştan kurtardı ve herşeyi altüst etti. Genel Kurmay, bölüklerinin önemli bir kısmının, kontrolünden çıktığını gördü; cephanelerde milyonlarca İranlıyı silahlandırmaya yetecek kadar silah vardı. Bu yüzden, Ordu' nun, halkın ( belki uzun yıllar elinde bulundurabileceği ) bu silahlara el koymasından evvel muhalefetle anlaşması gerekliydi. Dini liderler ise, Ordu' nun bu tavrı karşısında, derhal silahların geri verilmesini emrettiler.
Bugün durum budur; hiçbirşey belli değil.
Devrim zaman zaman bazı sıradan hatlarını belli ediyor.
Fakat olaylar hala ilginç bir biçimde belirsizliklerini koruyorlar.
Din adamlarıyla ittifak kuran ordu parçalanmaktan kurtularak ağırlığını mutlaka yeniden hissettirecektir:
değişik akımlar mücadelelerine perde arkasında devam edecekler.
Yeni rejimin yeni ''muhafizları'' nın kim olacağını bu mücadele belirleyecek. Bu mücadeleden galip çıkan Ordu mensupları yeni rejimi koruyacak ve bekasını sağlayacaklardır. Diğer bir uçta, şüphe yok ki herkes silahları vermek istemeyecek. Şah' ı tahtından indiren harekette rolü pek küçümsenmeyecek olan marksist-leninistler, büyük bir ihtimalle kitlelerin birliğinden sınıf mücadelesine geçmenin zamanının geldiğine inanıyorlar. Ordu' yla ittifakı ve ayaklanmayı gerçekleştiren 'avangard'' olmadıkları için, kuşku dolu bir ortamda da olsa, karar alabilen ve bilhassa duruma açıklık kazandıran güç olmak isteyeceklerdir. Stratejileri, daha iyi bölmek için ''sollamak'' olarak da nitelenebilir.
XX. yüzyılda varılabilmiş nadir devrimci gelişmelerden birinin sorumlusu olarak bu hareketin alacağı önemli bir karar vardı; silahsız bir halk tümüyle ayağa kalkıyor ve elleriyle ''güçlü'' bir rejimi deviriyordu. Fakat tarihi önemi bilinen bir ''devrim modeli'' nden kaynaklanmamakla beraber, daha çok Orta Doğu siyasi verilerini, dolayısıyla dünyanın stratejik dengesini sarsan bir devrim olacaktı bu. Şimdiye değin gücünü belirleyen öznelliği, gelecekte yayılmasını sağlayabilecek stratejiyi temsil edebilir.
Gerçekten de ''islami'' bir hareket olarak tüm bölgeyi alevlendirip, istikrarsız rejimleri yıkabilir ve hatta güçlüleri bile tedirgin edebilir. İslam sadece bir din değil, aynı zamanda bir yaşam tarzı, tarihe ve medeniyete aidiyet olarak da belirmektedir; bu, yüz milyonlarca insan için muazzam bir barut fıçısı da olabilir.
Dünden beri, tüm islam devletleri, seküler gelenekleri olanlar bile, içerden devrime uğratılabilirler. Gerçekten de, ''Filistin halkının hakları'' nın Arap halklarını hiç de ayağa kaldırmadığını kabul etmek zorundayız. Böyle bir davanın marksist-leninist-maocu referanslardan daha güçlü, islami bir hareketten ilham alması halinde, olaylar nasıl gelişirdi acaba ?
Buna karşılık olarak, Khomeyni' nin ''dini'' hareketi, eğer Filistin' in kurtarılmasını bir hedef olarak teklif etse ne gibi bir güç kazanabilir?
Şeria nehri artık İran'dan uzak akmıyor.
Michel Foucault 13 Şubat 1979
'mutlu olmak hakkı' 09 03 2011çarşamba çaglar şavkay
4 Temmuz 1776 tarihli, Filadelfiya da kabul edilen, ve Thomas Jefferson' un
kaleme aldığı Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, 'mutluluk arayışını', yaşama ve
özgürlük hakları ile birlikte vazgeçilemez insan hakları olarak tanımlıyordu...
şöyle:
(...) We hold these truths to be self-evident, that all men are created equal, that
they are endowed by their Creator with certain unalienable Rights, that among
these are Life, Liberty and the pursuit of Happiness. (...)
türkçesi de şöyle. ( mealen )
(...) Tüm insanlar eşit yaratılmıştır; Tanrı tarafından bağışlanmış, yaşam,
özgürlük ve 'mutluluğa erişme' gibi belirgin ve vazgeçilmez bazı haklara
sahiptirler (...)
*****
Geçtiğimiz hafta sonu toplanan Çin Komünist Parti'sinin yıllık olağan
toplantısında konuşan, Başbakan Wen Jiabao, son beş senelik kalkınma planının
bir bilançosunu çıkartıktan, ve Dünya ekonomisine hakim kriz ve durgunluğa
rağmen ortalama yüzde 11 büyüyen Çin' in 2016 perspektifinde 5 yıllık kalkınma
planının hedeflerini de açıkladı.
Başbakan Wen, Çin halkının 'mutlu olmak hakkı' nı yaygınlaştıracak siyasi
reformlara ve uygulamalara öncelik vereceklerinin altını çizerek, hızlı ve yüksek
büyüme önceliğinden vazgeçeceklerini, enflasyonu kontrol altına alacaklarını
söyledi ve halkına, daha çok zenginlik, daha adil bir gelir dağılımı, paylaşımı
vaad etti...
geçen yılın ağustos ayında, aynı başbakan Wen, Çin'in göreceli esnekliğinin ilk
denendiği, liberal ekonomi ve dünya ya ilk açıllımının, Shenzhen bölgesinin özel
ekonomik bölge ilan edilmesinin 30. yılında, 21 Ağustos 2010' da yaptığı
konuşmada,
“yeni siyasi reformların”
gerekliliğinden bahsetmiş, ısrarla “ siyasi reformlar” ın amacının, halkın
demokratik ve yasal haklarını gözetmek, iktidar gücünün tek elde toplanmasını
engellemek üzere halkın sisteme dair gözetim ve eleştiri haklarını kullanmasını
sağlayan çevre şartlarını oluşturmak“ olduğunun altını çizmişti.
Bu normalleşme hedefleri, Çin de, demokrasi yanlılarının heveslerini yeniden
harekete geçirmiş, rejim karşıtlarına yönelik şiddetli baskıya, rejimin otakratik
sertliğine rağmen, Çin deki “demokrat cephe” bugün artık daha çok çeşitlilik
içeriyor; daha çok Demokrasi kanadındaki etkili gazetecilerin, oldukça tanınmış
Üniversite profesörlerinin, prestijli Sosyal Bilimler Akademisi üyelerinin, görünür
iyi bir ekonomiye rağmen, rejime karşı yaptıkları eleştiriler artık daha cüretkar.
Tunus ve Mısır normalleşme süreçlerinin 'yeni dünya' rüzgarı Çin' e kadar
esti...gitti...
her hafta, pazar günleri, 10' u aşkın şehirde
'yasemin hareketi'
aktivistleri,
'sosyal ağ' dediğimiz ortamlarını da en etkin şekilde kullanarak, rejim karşıtı
gösterilerine devam ediyorlar, daha çok özgürlük, siyasi reform ve 'mutluluk
hakkı' talep ediyorlar...
Le Monde ( 9-03-2011 ) başyazısında, ciddi sosyal çalkantılara sahne olan Çİn'
de, İktidar' ın yeni bir meşruiyet arayışı için, mutlaka, siyasi açılımı nihayet
başlatması gerekliliğinin altını çiziyor;
'mutlu olmak hakkı' nın
Çin' e nihayet
ulaşmış olmasının önemine işaret ederek,
'haydi az daha gayret Wen arkadaş'
demekte...
Arap Dünyasından sonra, koca Çin' in nihayet normalleşmesi, 21. yüzyılın en büyük şantiyesi olur...
böylece,
Jefferson ve arkadaşlarının, kurucu babalar iradesinin, o günler için uzak rüyası,
iki küsur asır sonra,
insanlığın
'mutlu olmak hakkı'
nihayet, Dünya'nın çok büyük bir coğrafyasında, büyük bir nüfus için daha tescillenmiş olacak...
işte tam da bunun için,
21 inci yüzyıl,
epeyce heyecanlı...
duyduk, duymadık demeyin..!
Yeni anayasa nasıl yapılmalı OSMAN CAN MEHMET UçUM istanbul 08 01 2011 cumartesi
Anayasa hukukçuları Osman Can ve Mehmet Uçum, 2011 seçimlerinin ardından gündeme gelmesi beklenen yeni anayasa için izlenmesi gereken yolu Taraf’a yazdılar:
80 Anayasası’yla bütün organik bağlar koparılmalı
Yeni anayasa sürecine girilirken, bu anayasanın yapımıyla ilgili önemli sorular gündeme geliyor. Bunlardan biri yeni anayasa yapmak için yetkinin kimden veya hangi kuraldan alınacağı sorusudur. İkinci soru ise anayasanın TBMM’de yazılmasının ve kabulünün yöntemi nasıl belirlenecek, örneğin bu yeni Anayasa yürürlükteki Anayasanın kurallarına göre mi yapılacak? Bu sorulara verilecek yanlış cevapların yıkıcı sonuçları olabilir.
Demokratik bir anayasacılıkta kurucu irade, toplumun demokratik ve katılımcı yöntemlerle billurlaşmış, barış içinde bir arada yaşamayı hedefleyen iradesidir. Bu irade toplumun demokratik temsilcileriyle bir anayasa metnine dönüştürülür. Yani bir asistanlık hizmeti verilir. Ardından ortaya çıkan metin, yeniden toplumun onayına sunulur. Bu irade kendi yarattığı tüm kurumları bağlar, ancak toplumun ve sonraki kuşakların kurucu iradesini hiçbir surette bağlamaz. Yaşayan toplum gerekli gördüğü her durumda harekete geçerek yeni bir anayasa üretebilir. Bunu engelleyecek hiç bir kurumsal irade olamaz. Çünkü toplum iradesiyle çatışan kurumsal iradeler zaten meşruiyetini kaybetmiş iradelerdir.
Türkiye’de yüz yıllık baskıcı ve tasarımcı bir devlet anlayışına dayanan politik karar tercihinin hazırlanan tüm anayasa metinlerinde yansıma bulduğunu, anayasaların her defasında yeniden yazılmış olmasına rağmen, derinde yatan temel siyasal kararın, buna derin anayasa diyelim, hiç değişmediğini, 1924, 1961 ve 1982 anayasalarında rahatlıkla görebiliyoruz. Hiçbir anayasa metninde devletin bürokratik iktidar haritası değişmedi, yalnızca tahkim edildi. Bunun özgürlük ve katılım sorunlarını üreten ve demokrasiyi engelleyen ana dinamik olduğu görülmedi. Bunu görmeyenlerin başında anayasa hukukçuları gelmektedir. İkinci kanıtı ise Anayasa Mahkemesi bize sunuyor. Anayasa Mahkemesi’nin 1970’li yıllardan başlayarak, anayasa değişikliklerini anayasa metninde yazan açık yasaklayıcı hükümlere rağmen, sözü edilen temel politik karara uygunluğa tabi tutarak iptal etmesi ve bu pratiği Türkiye’de 2008 ve 2010 yıllarında sürdürmesi, derin anayasa ile anayasa metninin birbirinden farklı olduğunu açıkça gösteriyor. Bu yaklaşım mahkemenin diğer içtihatlarının, hatta Yargıtay ve Danıştay içtihatlarının ortak paydasıdır. Dolayısıyla Türkiye’deki anayasalar siyasal birliğin biçimi ve tarzı hakkındaki temel kararın ne olduğunu belirleyen sonsuza kadar geçerlilik iddiasındaki bu tarihsel kurucu iradenin her dönemdeki farklı görünüm biçimlerinden başka bir şey değildir.
Derin anayasa ile anayasa metni arasındaki bu ayrımın, Nasyonal Sosyalistlerin Başhukukçusu Carl Schmitt’in öngörüsü ve arzusuyla birebir örtüşüyor olması, herhalde övünülecek bir durum değildir.
Demokrasi, derin anayasa ile anayasa metni ayrımının bulunmadığı, temel siyasi kararın toplum tarafından verildiği, bunun anayasa metninde yazılı olduğu, tüm kurumların yalnızca bu anayasa metninden hukuksal meşruiyet aldıkları, toplumun ise bu metni gerekli gördüğü her durumda yenisiyle ikame etme yetkisine sahip olduğu bir siyasal kültürün adıdır. Anayasa bir toplumda söylenmiş ve söylenebilecek son söz değildir. Kuruculuk yetkisi yalnız ve yalnız toplumdadır, bunu kullanmak için kurumsal iradeleri umursamak zorunda değildir. Toplumun önceki kurucu iradeyle bağlı olması yalnızca kendini inkâr, köleliğe razı olması anlamına gelir. Önceki derin anayasayı üreten kurucu iradenin son iki anayasada darbe veya darbe koalisyonu iradesi olarak tecelli ettiğini göz önünde bulundurduğumuzda, mevcut anayasanın referanslarına ve öngördüğü usule uyma taleplerinin ne anlama geldiğini minimum demokrasi kaygısı taşıyanlara hatırlatmak herhalde yeterli olur.
Türkiye’nin bugün tartıştığı yeni anayasa, aynı zamanda yeni kuruculuk olmayacaksa herhangi bir anlam ifade etmeyecektir. Yüz yıllık temel siyasal karar yerine toplumsal irade esas alınmayacaksa, yeni anayasa için uğraşmaya gerek yoktur. Çünkü yapılacak olan 1961 veya 1982’deki gibi göstermelik bir temsiliyet ve halkoylamasından öteye gidemeyecek; hem Türkiye’nin ilk sivil anayasasının yapıldığı müjdelenecek, hem bunun halkın onayıyla gerçekleştiği ifade edilecek, hem de yüz yıllık temel siyasal karar olan derin anayasaya dokunulmayacak. Hiç kimsenin toplumu bu tür bir anlamsızlığa ikna etmesi mümkün değildir.
Toplum darbecilerden ve darbe koalisyonundan daha fazla anayasa yapma hakkına ve gücüne sahip olduğunu artık görüyor. Bunu tüm kurumların, siyasi aktörlerin ve “okumuş”ların görmesinde yarar vardır.
Tüm farklılıklarıyla birlikte demokraside karar kılan ve yeni anayasa yapımına odaklanan Türkiye’de demokratik kuruculuk için, kurucu meclis toplanabilir, ki bu ideali yansıtır. Ancak yeni anayasa sözüyle seçime girmiş partilerden müteşekkil TBMM de kurucu olabilir.
TBMM’de birçok fonksiyon vardır. Bunlardan kanun çıkarma ve mevcut anayasada değişiklik yapma fonksiyonları “kurumsal” yani “mevcut anayasa tarafından tanımlanmış” hukuksal fonksiyonlardır. Ancak TBMM’de hukuksallığın ötesine taşan bir fonksiyon vardır. Bu fonksiyon sosyolojiktir. TBMM toplumun kullandığı oylarla temsil yetkisini verdiği ve bunun sosyolojik-ampirik olarak saptandığı tek merciidir. Yani toplumun temsil edildiği mekân olduğunu saptayabilmek için, hukuksal bir kurala bakmak gerekli değildir. TBMM bu özelliğiyle yeni anayasa yapma iradesini ortaya koyduğu anda, cari anayasal düzen normlarıyla bağlı değildir. Çünkü artık eski anayasal düzene göre “kurulu” bir organ değildir ve o düzenin verdiği yetkilerle harekete geçmemektedir.
Bu yüzden bir “Meclis kararı” ile sürecin başlatılması kuruculuk için ön şarttır. Ancak bu meclis kararı, kurucu bir iradenin başlangıcı olarak kaleme alınmalı, içtüzük ve anayasadan alınan bir yetkinin kullanılmadığını, aksine halkın saptanabilir ve kanıtlanabilir “kuruculuk” yetkisinden doğan özgün bir yetki kullanıldığını ifade etmelidir.
Bu karar, yeni anayasa‘nın hazırlanış, görüşülme, kabul edilme, referanduma sunulma ve onay koşullarını kendi belirlemelidir. Bir norma gönderme yapmamalı, o normun geçerlilik kaynağı olduğuna işaret etmemeli, yalnızca mecliste ortaya çıkan iradeyle anlam kazanmalıdır.
Bu karar asli bir kuruculuk yetkisinin kullanıldığının ilanıdır.
Meclis‘in yüzde 10 barajının ürettiği temsil açığını, en azından anayasa taslağının oluşturulması sürecinde meclis dışı partilere de temsil imkânı sunarak kapatması zorunluluğu da unutulmamalıdır.
Bu nedenle mevcut Anayasa’nın 175. Maddesi’ne ekleme yapmak suretiyle sürecin başlatılması anlayışından kesin bir ifadeyle uzak durulmalıdır. Bu, kuruculuk yetkisinin yürürlükteki Anayasa’dan alındığının ifadesi olacaktır. Bu durumda kuruculuğun 1980 darbecilerinde olduğu kabul edilmiş olacak, derin anayasa yeniden egemen olacaktır. Sonuç ise açıktır: Mevcut anayasanın verdiği yetki kullanılıyorsa, bu yetkinin mevcut anayasanın temel referanslarına aykırı kullanılmaması gerekecektir. Yani aslında 1982 Anayasası’nın kendini yeniden üretmesi sağlanmış olacaktır. Anayasa Mahkemesi’nin bu gerekçeyle devreye girmesi ise ayrı bir sorun oluşturacaktır. Mahkeme’nin 2010 değişikliklerinde dahi esasa girmekten çekinmediğinin hatırlatılmasında yarar vardır.
Unutulmamalıdır ki Türkiye toplumu, tüm siyasi partileriyle birlikte bir Anayasa yapma kararlılığı içinde. Yani kurucu bir karar verilmiş durumda. Bunu da 12 Eylül referandum sürecinde ve sonucunda (evet, hayır veya boykot tarzında) açık irade olarak ortaya koydu. Toplumun bu kararı vermesinin nedeni tüm siyasal ve toplumsal sorunların çözümüne olanak yaratacak yeni bir siyasal yapı ve aygıt isteğidir. Yani devleti yeniden yapılandırma iradesidir. Bu kurucu kararın nasıl bir anayasaya dönüşeceğini de anayasa yapım süreci belirleyecektir.
Bunun için Türkiye toplumunun yeni anayasayı asli kurucu iktidar olarak doğrudan yapması, yani siyasal anayasayı ortaya koyması, temsil eksikliğini giderecek bir yöntemle desteklenmesi kaydıyla 2011 Meclisi’nin yahut Anayasa Meclisi’nin bunu yasalaştırması, önceki anayasaların referans alınmaması, hukukçuların sadece normları formüle etme sürecinde rol oynaması (teknik asistanlık) sürecin özellikleri olarak öne çıkmalıdır.
Kırmızı çizgisiz anayasa yapılmalı 28 01 2011 cuma HELİN ALP DİYARBAKIR istanbul
Anayasa Çalışma Grubu ve Yeni Anayasa Platformu 2011 Meclisi’ne sunulmak üzere yaklaşık 10 milyon görüş toplamayı amaçlıyor.
Anayasa Çalışma Grubu ve Yeni Anayasa Platformu 2011 Meclisi’ne sunulmak üzere yaklaşık 10 milyon görüş toplamayı amaçlıyor.
Anayasa Çalışma Grubu’ndan hukukçu Mehmet Uçum ve eski Anayasa Mahkemesi Raportörü Osman Can ile “yeni anayasayı” konuştuk.
Türkiye’deki siyasi partiler bir anayasa taslağı hazırlıyor. Ne düşünüyorsunuz?
Osman Can: Toplum sözleşmesi niteliğindeki bir anayasa, toplumun tüm farklılıklarının kurucu olduğu, altında imzasının bulunduğu bir anayasa olmalıdır.
Hiçbir siyasi partinin bir taslakla ortaya çıkmasını önermiyoruz.
Siyasi partilerin ortaya koyacakları taslaklar da haliyle halkın değil, kaçınılmaz olarak bu iç politikaların ve kırmızı çizgilerin bir ürünü olur.
Bu durumda yeni, demokratik ve sivil bir anayasadan değil, yalnızca darbe anayasasının revizyonundan söz edilebilir.
Anayasa sürecindeki çelişki devletle toplum arasında mı yaşanıyor o halde?
Mehmet Uçum: Türkiye’de son yüzyıllık dönemde temel çelişki devlet ile toplum arasındaki çelişkidir.
Devlet,
“Ne Mutlu Türküm”
diyerek kendini Türk hisseden bir çoğunluk üretmeye çalışmış.
Kürtleri, inananları, Alevileri, azınlıkları, kendini yaşam tarzlarıyla farklı hissedenleri göz ardı etmiş.
Dolayısıyla, toplumla devlet arasındaki bu tersine ilişki çelişkiyi büyütmüş ve birçok çatışma alanı üretmiş.
Bu çatışma alanları toplumun sorunları olarak önümüzde dev gibi duruyor.
Size göre Türkiye’nin asıl ihtiyacı devlet yapısının değişmesi mi?
Mehmet Uçum: Bu devlet yapısı bitmiştir. Bütün kurumlarıyla devletin değişmesi gerekiyor.
Bunun anlamı Türkiye’nin geleneksel bütün değerlerini, şimdiye kadar ürettiği değerleri ve kuralları, kurumları tasfiye etmek değil.
Baskıcı ve tasarlayıcı devlet anlayışına göre düşünmeyi sıfırlamak.
Mevcut anayasayı bir kenara koyarak, yeni bir toplum sözleşmesi yaratmak anlamına geliyor bu.
Osman Can: Yüz yıllık homojenleştirici, şoven devlet kültürünün üzerine kurulduğu anayasal düzenin Türkiye’de yeri yok artık.
Meclis’teki temsil eksikliği, yani seçim barajı çalışmaları nasıl etkiler?
Mehmet Uçum: Küçük bir yasa değişikliğiyle ortadan kaldırılabilmesine rağmen, sol, sağ veya koalisyon hiçbir iktidar bu düzenlemeye dokunmadı.
Seçime gittiğimiz bu dönemde yine ne iktidar, ne de muhalefet buna dokunmak istiyor.
Yeni anayasanın yapımı konusunda sorun yaratacağı çok açık.
Bunun için önerdiğiniz model ne?
Mehmet Uçum: Meclis, halktan aldığı anayasa yapım yetkisi çerçevesinde bir meclis kararı çıkarır.
Bu karar ile özel komisyon oluşturulur. Bu komisyon alt komisyonlar oluşturarak yeni anayasa esas ve modellerini belirler.
Bir toplumun anayasasında neyin değiştirilemez olacağına kim karar verir?
Osman Can: Bunu herhalde beş generale sormamak gerekir.
Toplumun kırmızı çizgisiz, tabusuz ve önkoşulsuz bir müzakere sürecinde üreteceği anayasada daha farklı, kurucu, birleştirici, barış tesis edici referanslar ve yapısal
modelleri tartışmak zorundayız.
Bu kırmızı çizgilerin kalkması ile yeni sorunlar, yeni karşıtlıklar ortaya çıkar mı?
Mehmet Uçum: Radikal milliyetçiliğin yerine demokrat milliyetçilik diyebileceğimiz bir anlayış hakim olmaya başladı.
İşte kural ve kurum alanında bu kırmızı çizgileri aşacak olan enstrüman da yeni anayasadır.
KUM SAATi 25 01 2011 salı Ahmet Altan Bu ne? AKParti, referandumdaki vaatlerini seçim için tekrarlasa, referandumda evet diyen yüzde elli sekiz AKP’ye neden oy vermesin
Biliyor musunuz, bazen galiba deliriyorum diye düşünüyorum, bu ülke aklımı başımdan alıp beni bir meczuba çeviriyor.
AKP ile CHP’nin şike yaptıklarından şüpheleniyorum çünkü.
Tamam, bu şüphe delice ama bu iki partinin yaptıkları akıllıca mı?
Bir bakın yaptıklarına.
Mantıksal bir tutarlılığı var mı?
AKP, referandumda fevkalade “ilerici, demokrat ve barışçı” bir yaklaşımla kendi önerilerine ne kadar oy aldı?
Yüzde elli sekiz.
AKP’nin demokrat bir anayasa, 12 Eylül’ün kalıntılarını temizleme, Kürt sorununu çözme, adalet sistemini çağdaşlaştırma vaatleri büyük bir destek buldu.
Normalde, bu vaatlerle yüzde elli sekizi kendi çevresinde toplayabilmiş bir partinin, seçimlerdeki oylarını da buna yakın tutabilmek için aynı çizgisini sürdürmesi gerekmez mi?
AKP, referandumdaki vaatlerini seçim için tekrarlasa, referandumda “evet” diyen yüzde elli sekiz AKP’ye neden oy vermesin?
Denenmiş, yüzde elli sekiz taraftar toplamış bir politika var ortada.
Ve, AKP o politikayı terk ediyor.
Neden?
O yüzde elli sekizin en aşağı yüzde yirmilik bir bölümünü kendinden uzaklaştırıp, buna karşılık milliyetçi politikalarla MHP’den yüzde üç oy koparacakmış.
Bunun mantığını anlayabilen var mı?
Referandumdaki politikalarından vazgeçip ne yapıyor?
Seçimde hiçbir getirisi olmayacak, “heykel, dizi, içki” gibi tuhaflıkların peşine düşüyor.
Bu açıklamalar nasıl bir sonuç yaratıyor?
AKP’ye referandumda destek veren yüzde elli sekizin önemli bir kısmı AKP’den uzaklaşıyor.
Başka nasıl bir sonuç yaratıyor?
“Bu CHP’den bir şey olmaz, bunlar ülkeyi yönetemez” diyen birçok insan, “AKP bizim hayatımıza karışacak, aklını sekse, içkiye takıp şehirlerde hayatı bize zehir edecek” korkusuyla CHP’ye sığınmaya karar veriyor.
AKP, bu politikalarla, CHP’nin kaybetmekte olduğu oyların yeniden bu partiye dönmesi sağlıyor.
CHP’nin “kaçmaya hazırlanan” seçmenini korkutup, onları bu partiye doğru sürüyor.
Ana muhalefet partisi seçimde, kendi politikalarının yarattığı ümitle değil, AKP’nin yarattığı korkuyla oy alacak.
AKP, CHP’ye böyle bir iyilik yaparken, CHP ne yapıyor?
Ergenekon’a, Balyoz’a, darbeye sahip çıkan konuşmalara başlıyor.
Ne oluyor o zaman?
AKP’yi eleştirmeye hatta bu partiden uzaklaşmaya hazırlanan birçok insan, “tamam AKP tuhaflıklar yapıyor ama bu CHP oylarını arttırırsa, bir de iktidara gelirse yeniden askerî vesayeti kuracak, Ergenekoncuları serbest bırakacak, faili meçhuller, darbe hazırlıkları hortlayacak” korkusuna kapılıp yeniden AKP’nin yanına dönüyor ve eleştirilerini de azaltmayı düşünüyor.
Bu iki parti de, son açıklamalarıyla bir “ümit” yaratmak yerine “korku” yaratıyorlar.
Ortalık korkan seçmenlerle dolu.
“AKP içkiyi yasaklayacak” lafı AKP’ye bugün alacağından daha fazla oy sağlamaz ama CHP’ye ciddi oy sağlar, aynı şekilde Ergenekon’a sahip çıkmak CHP’ye bugün alacağından fazla oy sağlamaz ama AKP’ye oy sağlar.
Şimdi bana mantıklı bir biçimde bu iki partinin izlediği bu politikaların nedenlerini açıklayabilecek kimse var mı?
Oturup anlaşsalar ancak böyle bir politika izleyebilirler.
Kendilerine benzemeyenlerde ancak bu kadar korku ve dehşet yaratabilirler.
Bizim tam anlayamadığımız bir biçimde “şike” yaptıklarını düşünebilecek hale geldim doğrusu.
“Olur mu öyle şey, şike yaparlar mı” diye sual eden olursa...
Apo’nun dün bizim gazetede yayımlanan açıklamalarını okumalarını tavsiye ederim.
Generallerin gidip Apo’ya “savaşı hızlandırın” dediğini, Apo’ya şike teklif ettiklerini biri size söylese inanır mıydınız?
Ama söyleyen, bizzat bu öneriyi duyan Apo.
Karakol baskınlarında, o karakollardaki askerlerin nasıl korumasız ve desteksiz bırakıldığını da düşünün.
Savaşta bile şike yapılan bir ülkede politikacılar şike yapmaz mı?
Herhalde yapmazlar ama ben ciddi ciddi kuşkulanıyorum.
Biri bana, bu iki partinin politikalarının nedenlerini açıklasa da, bu yaşımda durduk yerde mahallenin meczubu durumuna düşmesem.
Var mı bunu açıklayacak bir yiğit?
Bu ne? - 25.01.2011
Zavallı CHP ve başka bir parti - 23.01.2011
Beyaz adam ve muhafazakârlar - 22.01.2011
Yaşayan cunta - 21.01.2011
2010’da darbe - 20.01.2011
Cinayet - 19.01.2011
Dava - 18.01.2011
Niye - 16.01.2011
Erdoğan ve kof kabadayılık - 15.01.2011
Altı ay - 14.01.2011
Böl ve yönet - 13.01.2011
Sarıkamış ve AKP - 12.01.2011
Ucube - 11.01.2011
Yasaklamak - 09.01.2011
Bir cumhuriyet batarken... - 08.01.2011
Şaşırdınız demek... - 07.01.2011
12 ve 10 - 06.01.2011
Sertlik ve zekâ - 05.01.2011
Bir parti - 04.01.2011
Sisif’in günlüğü - 02.01.2011
Dindar ile muhafazakâr - 01.01.2011
Küçük Prens - 31.12.2010
Sokaktaki kadın - 30.12.2010
Balyoz iddiaları - 29.12.2010
İnsanoğlunun rızası - 28.12.2010
Erkek kediler - 26.12.2010
Eczacı hanım - 25.12.2010
Talabani ve ümit - 24.12.2010
Başka bir sorun - 23.12.2010
İki dil - 22.12.2010
http://kutuphane.akparti.org.tr
Michel Foucault 13 Şubat 1979
İran Devrimine olan hayranlığı ve dini lideri Khomeyni' nin arkasında bütünleşmiş bir halk tasviri yüzünden M. Foucault eleştirilmiştir.
İktidar olgusu ve söyleminin kökenlerini sorgulayan bir filozof, kütüphanesini terk edip gerçek bir olguyu tetkik için kendini İran sokağına attığında iki şeyden endişe duyulabilir:
olgunun özgüllüğünü unutup kendi tezlerine bir kanıt arıyor olması, veya olgunun saf bir hayranı olmaktan başka birşey yapmaması.
halbuki, Foucault'nun İran Devrimi ile ilgili yazdığı gazete yazılarından, bu endişelerin yerinde olmadığı anlaşılır.
O, devrimle değil ayaklanmayla ilgilenmektedir...
Devrimi takiben beliren yeni düzenin değil, sadece ayaklanmanın, iktidarın bütünüyle reddinin hayranı ve gözlemcisidir.
Foucault saf bir aydın değildir. İlgilendiği, kurulu kokuşmuş düzenin reddi olgusudur.
İkinciGrup, Arap dünyasındaki ilkbaharın bize düşündürdüklerine katkı olması amacıyla , Michel Foucault' nun 1978 ile 1979 yıllarında İran' la ilgili bir seri yazısını yayınlayacak.
Bu yazilar türkçeye ilk defa çevrilmiş olacaklar...
M. Foucault Iran' a, devrim öncesinde ve devrim sonrasında birkaç seyahat yapmış, Corriere della Serra, Le Monde ve Le Nouvel Observateur gazetelerine yazılar vermıştir.
Yayınladığımız bu ilk yazı, Foucault' nun konuyla ilgili ilk yazısı değil;
Devrimden hemen sonra yazılmış ve Corriere della Serra'da yayınlanmıştır.
İslam, bir barut fıçısı / Michel Foucault / 13 Şubat 1979 / Corriere della Serra
11 Şubat 1979: İran Devrimi.
Bu cümleyi yarının gazetelerinde ve geleceğin tarih kitaplarında okur gibiyim. İran' ı altüst eden, 12 ay süren olağanüstü olaylar serisinden tanınmış bir sima belirmektedir. Bu, aynı zamanda uzun bir bayram ve yas serisidir de; milyonlarca insanın ''allah allah !'' nidaları, mezarlıklarda mollaların devrimci söylev ve duaları, kasetler dolusu vaizler, ve Paris banliyölerinden birinde her gün kibleye doğru diz çöken yaşlı bir adam: bütün bunlara devrim demek güçtü.
Fakat bugün kendimizi daha alışılmış bir dünya içerisinde hissedebiliyoruz: barikatlar, çalınan silahlar ve alelacele toplanan bir bakanlar kurulundan hemen sonra, halk , bakanlıkların camını bacasını kırmadan istifa eden bakanlar...
Tarih, sayfanın altına devrimi tasdikleyen kırmızı damgasını basıyordu. Din, perdeyi yırtarak önemli bir rol oynuyordu; mollalar siyahlı beyazlı cübbelerini sallaya sallaya dört bir yana serpiliyorlar; sahne değişiyor; esas oyun şimdi başlıyor; sınıf mücadelesi, halk kitlelerini örgütleyen partinin silahlı avangardları...
Bu gördüklerimizden emin miyiz ?
Geçen yaz, Şah' ın siyasi ölümünün farkına varabilmek için peygamber olmak gerekmiyordu. Dinin bir uzlaşma biçimi değil, gerçek bir güç olduğunu saptamak için ise kahin olmak gerekmiyordu; öyle bir güç ki, tüm bir halkı, sadece Şah ve polisine karşı değil, rejimin bütününe, tüm bir yaşam tarzına, tüm dünyaya karşı ayağa kaldırıyordu. Fakat bugün dini hareket stratejisinin ne olduğu açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Uzun gösteriler, bazen kanlı olmakla beraber, mütemadiyen tekrarlanan, Şah' ın meşruluğunu ve siyasi sınıfın temsil edebilirliğini yok eden adli ve siyasi eylemlerdi. Milli Cephe nihayet boyun eğdi; Bahtiyar direnmeye çalıştı; Şah'tan, geri dönmeme vadiyle yurdu terk etmesini elde ederek, hak ettiğine inandığı meşruluğa kavuşmayı kurguladı. Ama tüm çabaları sonuçsuz kaldı.
İkinci engel Amerikalılardı. Gerçekten güçlü gözüküyorlardı. Neticede, onlar da geri çekildiler. Bu, hem güçsüzleştiklerinden, hem de çok hesap yaptıklarından böyle oldu: çok içli dışlı olduğu, can çekişen bir iktidarı desteklemek yerine, Şili' vari bir iktidarın yerleşmesini, iç çatışmaların şiddetlenmesini ve sonra da müdahale etmeyi öngörüyorlardı. Aynı zamanda, bölge rejimlerinin tümüne endişe veren bu hareket, Orta Doğu'da bir anlaşmanın hızlanmasını sağlayabilirdi de.
Filistin ve İsrailliler bunun farkına çabuk vardılar: Filistinliler, Ayatullahi, Kutsal Toprakları düşman elinden kurtarmaya çağırırken, İsrailliler Amerikalılara, hiçbir taviz verilmemesini öğütlüyorlardı.
Ordu engeli ne durumdaydı; birçok farklı akımın mücadele verdiği açıktı. Fakat Şah iktidarda iken, muhalefet için bir avantaj teşkil eden Ordu' nun bu felç durumu, akımların kendilerini serbest hissetmeleri ve iktidar boşluğu sebebiyle istedikleri gibi davranmaya itebilirdi. Bunun için Ordu ile erkenden parçalanmasına seyirci kalmayıp, hemen ittifak kurulmalı idi. Fakat klaş beklenenden daha çabuk geldi. Provokasyon, kaza... fark etmiyor. Ordu' nun şahinleri olarak niteleyebilecegimiz bir grup, Ayatullah' la ittifak kuran bir bölümüne hücum ederek, Ayatullah ile halk arasında basit bir kol kola yürüyüşün de ötesinde, açıkca bir bileşime sebep oldu. Devrimci ayaklanmaların zirve noktasını oluşturan silah dağıtımına bile başladı. Bu silah dağıtımıdır ki İran' ı iç savaştan kurtardı ve herşeyi altüst etti. Genel Kurmay, bölüklerinin önemli bir kısmının, kontrolünden çıktığını gördü; cephanelerde milyonlarca İranlıyı silahlandırmaya yetecek kadar silah vardı. Bu yüzden, Ordu' nun, halkın ( belki uzun yıllar elinde bulundurabileceği ) bu silahlara el koymasından evvel muhalefetle anlaşması gerekliydi. Dini liderler ise, Ordu' nun bu tavrı karşısında, derhal silahların geri verilmesini emrettiler.
Bugün durum budur; hiçbirşey belli değil.
Devrim zaman zaman bazı sıradan hatlarını belli ediyor.
Fakat olaylar hala ilginç bir biçimde belirsizliklerini koruyorlar.
Din adamlarıyla ittifak kuran ordu parçalanmaktan kurtularak ağırlığını mutlaka yeniden hissettirecektir:
değişik akımlar mücadelelerine perde arkasında devam edecekler.
Yeni rejimin yeni ''muhafizları'' nın kim olacağını bu mücadele belirleyecek. Bu mücadeleden galip çıkan Ordu mensupları yeni rejimi koruyacak ve bekasını sağlayacaklardır. Diğer bir uçta, şüphe yok ki herkes silahları vermek istemeyecek. Şah' ı tahtından indiren harekette rolü pek küçümsenmeyecek olan marksist-leninistler, büyük bir ihtimalle kitlelerin birliğinden sınıf mücadelesine geçmenin zamanının geldiğine inanıyorlar. Ordu' yla ittifakı ve ayaklanmayı gerçekleştiren 'avangard'' olmadıkları için, kuşku dolu bir ortamda da olsa, karar alabilen ve bilhassa duruma açıklık kazandıran güç olmak isteyeceklerdir. Stratejileri, daha iyi bölmek için ''sollamak'' olarak da nitelenebilir.
XX. yüzyılda varılabilmiş nadir devrimci gelişmelerden birinin sorumlusu olarak bu hareketin alacağı önemli bir karar vardı; silahsız bir halk tümüyle ayağa kalkıyor ve elleriyle ''güçlü'' bir rejimi deviriyordu. Fakat tarihi önemi bilinen bir ''devrim modeli'' nden kaynaklanmamakla beraber, daha çok Orta Doğu siyasi verilerini, dolayısıyla dünyanın stratejik dengesini sarsan bir devrim olacaktı bu. Şimdiye değin gücünü belirleyen öznelliği, gelecekte yayılmasını sağlayabilecek stratejiyi temsil edebilir.
Gerçekten de ''islami'' bir hareket olarak tüm bölgeyi alevlendirip, istikrarsız rejimleri yıkabilir ve hatta güçlüleri bile tedirgin edebilir. İslam sadece bir din değil, aynı zamanda bir yaşam tarzı, tarihe ve medeniyete aidiyet olarak da belirmektedir; bu, yüz milyonlarca insan için muazzam bir barut fıçısı da olabilir.
Dünden beri, tüm islam devletleri, seküler gelenekleri olanlar bile, içerden devrime uğratılabilirler. Gerçekten de, ''Filistin halkının hakları'' nın Arap halklarını hiç de ayağa kaldırmadığını kabul etmek zorundayız. Böyle bir davanın marksist-leninist-maocu referanslardan daha güçlü, islami bir hareketten ilham alması halinde, olaylar nasıl gelişirdi acaba ?
Buna karşılık olarak, Khomeyni' nin ''dini'' hareketi, eğer Filistin' in kurtarılmasını bir hedef olarak teklif etse ne gibi bir güç kazanabilir?
Şeria nehri artık İran'dan uzak akmıyor.
Michel Foucault 13 Şubat 1979
'mutlu olmak hakkı' 09 03 2011çarşamba çaglar şavkay
4 Temmuz 1776 tarihli, Filadelfiya da kabul edilen, ve Thomas Jefferson' un
kaleme aldığı Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, 'mutluluk arayışını', yaşama ve
özgürlük hakları ile birlikte vazgeçilemez insan hakları olarak tanımlıyordu...
şöyle:
(...) We hold these truths to be self-evident, that all men are created equal, that
they are endowed by their Creator with certain unalienable Rights, that among
these are Life, Liberty and the pursuit of Happiness. (...)
türkçesi de şöyle. ( mealen )
(...) Tüm insanlar eşit yaratılmıştır; Tanrı tarafından bağışlanmış, yaşam,
özgürlük ve 'mutluluğa erişme' gibi belirgin ve vazgeçilmez bazı haklara
sahiptirler (...)
*****
Geçtiğimiz hafta sonu toplanan Çin Komünist Parti'sinin yıllık olağan
toplantısında konuşan, Başbakan Wen Jiabao, son beş senelik kalkınma planının
bir bilançosunu çıkartıktan, ve Dünya ekonomisine hakim kriz ve durgunluğa
rağmen ortalama yüzde 11 büyüyen Çin' in 2016 perspektifinde 5 yıllık kalkınma
planının hedeflerini de açıkladı.
Başbakan Wen, Çin halkının 'mutlu olmak hakkı' nı yaygınlaştıracak siyasi
reformlara ve uygulamalara öncelik vereceklerinin altını çizerek, hızlı ve yüksek
büyüme önceliğinden vazgeçeceklerini, enflasyonu kontrol altına alacaklarını
söyledi ve halkına, daha çok zenginlik, daha adil bir gelir dağılımı, paylaşımı
vaad etti...
geçen yılın ağustos ayında, aynı başbakan Wen, Çin'in göreceli esnekliğinin ilk
denendiği, liberal ekonomi ve dünya ya ilk açıllımının, Shenzhen bölgesinin özel
ekonomik bölge ilan edilmesinin 30. yılında, 21 Ağustos 2010' da yaptığı
konuşmada,
“yeni siyasi reformların”
gerekliliğinden bahsetmiş, ısrarla “ siyasi reformlar” ın amacının, halkın
demokratik ve yasal haklarını gözetmek, iktidar gücünün tek elde toplanmasını
engellemek üzere halkın sisteme dair gözetim ve eleştiri haklarını kullanmasını
sağlayan çevre şartlarını oluşturmak“ olduğunun altını çizmişti.
Bu normalleşme hedefleri, Çin de, demokrasi yanlılarının heveslerini yeniden
harekete geçirmiş, rejim karşıtlarına yönelik şiddetli baskıya, rejimin otakratik
sertliğine rağmen, Çin deki “demokrat cephe” bugün artık daha çok çeşitlilik
içeriyor; daha çok Demokrasi kanadındaki etkili gazetecilerin, oldukça tanınmış
Üniversite profesörlerinin, prestijli Sosyal Bilimler Akademisi üyelerinin, görünür
iyi bir ekonomiye rağmen, rejime karşı yaptıkları eleştiriler artık daha cüretkar.
Tunus ve Mısır normalleşme süreçlerinin 'yeni dünya' rüzgarı Çin' e kadar
esti...gitti...
her hafta, pazar günleri, 10' u aşkın şehirde
'yasemin hareketi'
aktivistleri,
'sosyal ağ' dediğimiz ortamlarını da en etkin şekilde kullanarak, rejim karşıtı
gösterilerine devam ediyorlar, daha çok özgürlük, siyasi reform ve 'mutluluk
hakkı' talep ediyorlar...
Le Monde ( 9-03-2011 ) başyazısında, ciddi sosyal çalkantılara sahne olan Çİn'
de, İktidar' ın yeni bir meşruiyet arayışı için, mutlaka, siyasi açılımı nihayet
başlatması gerekliliğinin altını çiziyor;
'mutlu olmak hakkı' nın
Çin' e nihayet
ulaşmış olmasının önemine işaret ederek,
'haydi az daha gayret Wen arkadaş'
demekte...
Arap Dünyasından sonra, koca Çin' in nihayet normalleşmesi, 21. yüzyılın en büyük şantiyesi olur...
böylece,
Jefferson ve arkadaşlarının, kurucu babalar iradesinin, o günler için uzak rüyası,
iki küsur asır sonra,
insanlığın
'mutlu olmak hakkı'
nihayet, Dünya'nın çok büyük bir coğrafyasında, büyük bir nüfus için daha tescillenmiş olacak...
işte tam da bunun için,
21 inci yüzyıl,
epeyce heyecanlı...
duyduk, duymadık demeyin..!
Yeni anayasa nasıl yapılmalı OSMAN CAN MEHMET UçUM istanbul 08 01 2011 cumartesi
Anayasa hukukçuları Osman Can ve Mehmet Uçum, 2011 seçimlerinin ardından gündeme gelmesi beklenen yeni anayasa için izlenmesi gereken yolu Taraf’a yazdılar:
80 Anayasası’yla bütün organik bağlar koparılmalı
Yeni anayasa sürecine girilirken, bu anayasanın yapımıyla ilgili önemli sorular gündeme geliyor. Bunlardan biri yeni anayasa yapmak için yetkinin kimden veya hangi kuraldan alınacağı sorusudur. İkinci soru ise anayasanın TBMM’de yazılmasının ve kabulünün yöntemi nasıl belirlenecek, örneğin bu yeni Anayasa yürürlükteki Anayasanın kurallarına göre mi yapılacak? Bu sorulara verilecek yanlış cevapların yıkıcı sonuçları olabilir.
Demokratik bir anayasacılıkta kurucu irade, toplumun demokratik ve katılımcı yöntemlerle billurlaşmış, barış içinde bir arada yaşamayı hedefleyen iradesidir. Bu irade toplumun demokratik temsilcileriyle bir anayasa metnine dönüştürülür. Yani bir asistanlık hizmeti verilir. Ardından ortaya çıkan metin, yeniden toplumun onayına sunulur. Bu irade kendi yarattığı tüm kurumları bağlar, ancak toplumun ve sonraki kuşakların kurucu iradesini hiçbir surette bağlamaz. Yaşayan toplum gerekli gördüğü her durumda harekete geçerek yeni bir anayasa üretebilir. Bunu engelleyecek hiç bir kurumsal irade olamaz. Çünkü toplum iradesiyle çatışan kurumsal iradeler zaten meşruiyetini kaybetmiş iradelerdir.
Türkiye’de yüz yıllık baskıcı ve tasarımcı bir devlet anlayışına dayanan politik karar tercihinin hazırlanan tüm anayasa metinlerinde yansıma bulduğunu, anayasaların her defasında yeniden yazılmış olmasına rağmen, derinde yatan temel siyasal kararın, buna derin anayasa diyelim, hiç değişmediğini, 1924, 1961 ve 1982 anayasalarında rahatlıkla görebiliyoruz. Hiçbir anayasa metninde devletin bürokratik iktidar haritası değişmedi, yalnızca tahkim edildi. Bunun özgürlük ve katılım sorunlarını üreten ve demokrasiyi engelleyen ana dinamik olduğu görülmedi. Bunu görmeyenlerin başında anayasa hukukçuları gelmektedir. İkinci kanıtı ise Anayasa Mahkemesi bize sunuyor. Anayasa Mahkemesi’nin 1970’li yıllardan başlayarak, anayasa değişikliklerini anayasa metninde yazan açık yasaklayıcı hükümlere rağmen, sözü edilen temel politik karara uygunluğa tabi tutarak iptal etmesi ve bu pratiği Türkiye’de 2008 ve 2010 yıllarında sürdürmesi, derin anayasa ile anayasa metninin birbirinden farklı olduğunu açıkça gösteriyor. Bu yaklaşım mahkemenin diğer içtihatlarının, hatta Yargıtay ve Danıştay içtihatlarının ortak paydasıdır. Dolayısıyla Türkiye’deki anayasalar siyasal birliğin biçimi ve tarzı hakkındaki temel kararın ne olduğunu belirleyen sonsuza kadar geçerlilik iddiasındaki bu tarihsel kurucu iradenin her dönemdeki farklı görünüm biçimlerinden başka bir şey değildir.
Derin anayasa ile anayasa metni arasındaki bu ayrımın, Nasyonal Sosyalistlerin Başhukukçusu Carl Schmitt’in öngörüsü ve arzusuyla birebir örtüşüyor olması, herhalde övünülecek bir durum değildir.
Demokrasi, derin anayasa ile anayasa metni ayrımının bulunmadığı, temel siyasi kararın toplum tarafından verildiği, bunun anayasa metninde yazılı olduğu, tüm kurumların yalnızca bu anayasa metninden hukuksal meşruiyet aldıkları, toplumun ise bu metni gerekli gördüğü her durumda yenisiyle ikame etme yetkisine sahip olduğu bir siyasal kültürün adıdır. Anayasa bir toplumda söylenmiş ve söylenebilecek son söz değildir. Kuruculuk yetkisi yalnız ve yalnız toplumdadır, bunu kullanmak için kurumsal iradeleri umursamak zorunda değildir. Toplumun önceki kurucu iradeyle bağlı olması yalnızca kendini inkâr, köleliğe razı olması anlamına gelir. Önceki derin anayasayı üreten kurucu iradenin son iki anayasada darbe veya darbe koalisyonu iradesi olarak tecelli ettiğini göz önünde bulundurduğumuzda, mevcut anayasanın referanslarına ve öngördüğü usule uyma taleplerinin ne anlama geldiğini minimum demokrasi kaygısı taşıyanlara hatırlatmak herhalde yeterli olur.
Türkiye’nin bugün tartıştığı yeni anayasa, aynı zamanda yeni kuruculuk olmayacaksa herhangi bir anlam ifade etmeyecektir. Yüz yıllık temel siyasal karar yerine toplumsal irade esas alınmayacaksa, yeni anayasa için uğraşmaya gerek yoktur. Çünkü yapılacak olan 1961 veya 1982’deki gibi göstermelik bir temsiliyet ve halkoylamasından öteye gidemeyecek; hem Türkiye’nin ilk sivil anayasasının yapıldığı müjdelenecek, hem bunun halkın onayıyla gerçekleştiği ifade edilecek, hem de yüz yıllık temel siyasal karar olan derin anayasaya dokunulmayacak. Hiç kimsenin toplumu bu tür bir anlamsızlığa ikna etmesi mümkün değildir.
Toplum darbecilerden ve darbe koalisyonundan daha fazla anayasa yapma hakkına ve gücüne sahip olduğunu artık görüyor. Bunu tüm kurumların, siyasi aktörlerin ve “okumuş”ların görmesinde yarar vardır.
Tüm farklılıklarıyla birlikte demokraside karar kılan ve yeni anayasa yapımına odaklanan Türkiye’de demokratik kuruculuk için, kurucu meclis toplanabilir, ki bu ideali yansıtır. Ancak yeni anayasa sözüyle seçime girmiş partilerden müteşekkil TBMM de kurucu olabilir.
TBMM’de birçok fonksiyon vardır. Bunlardan kanun çıkarma ve mevcut anayasada değişiklik yapma fonksiyonları “kurumsal” yani “mevcut anayasa tarafından tanımlanmış” hukuksal fonksiyonlardır. Ancak TBMM’de hukuksallığın ötesine taşan bir fonksiyon vardır. Bu fonksiyon sosyolojiktir. TBMM toplumun kullandığı oylarla temsil yetkisini verdiği ve bunun sosyolojik-ampirik olarak saptandığı tek merciidir. Yani toplumun temsil edildiği mekân olduğunu saptayabilmek için, hukuksal bir kurala bakmak gerekli değildir. TBMM bu özelliğiyle yeni anayasa yapma iradesini ortaya koyduğu anda, cari anayasal düzen normlarıyla bağlı değildir. Çünkü artık eski anayasal düzene göre “kurulu” bir organ değildir ve o düzenin verdiği yetkilerle harekete geçmemektedir.
Bu yüzden bir “Meclis kararı” ile sürecin başlatılması kuruculuk için ön şarttır. Ancak bu meclis kararı, kurucu bir iradenin başlangıcı olarak kaleme alınmalı, içtüzük ve anayasadan alınan bir yetkinin kullanılmadığını, aksine halkın saptanabilir ve kanıtlanabilir “kuruculuk” yetkisinden doğan özgün bir yetki kullanıldığını ifade etmelidir.
Bu karar, yeni anayasa‘nın hazırlanış, görüşülme, kabul edilme, referanduma sunulma ve onay koşullarını kendi belirlemelidir. Bir norma gönderme yapmamalı, o normun geçerlilik kaynağı olduğuna işaret etmemeli, yalnızca mecliste ortaya çıkan iradeyle anlam kazanmalıdır.
Bu karar asli bir kuruculuk yetkisinin kullanıldığının ilanıdır.
Meclis‘in yüzde 10 barajının ürettiği temsil açığını, en azından anayasa taslağının oluşturulması sürecinde meclis dışı partilere de temsil imkânı sunarak kapatması zorunluluğu da unutulmamalıdır.
Bu nedenle mevcut Anayasa’nın 175. Maddesi’ne ekleme yapmak suretiyle sürecin başlatılması anlayışından kesin bir ifadeyle uzak durulmalıdır. Bu, kuruculuk yetkisinin yürürlükteki Anayasa’dan alındığının ifadesi olacaktır. Bu durumda kuruculuğun 1980 darbecilerinde olduğu kabul edilmiş olacak, derin anayasa yeniden egemen olacaktır. Sonuç ise açıktır: Mevcut anayasanın verdiği yetki kullanılıyorsa, bu yetkinin mevcut anayasanın temel referanslarına aykırı kullanılmaması gerekecektir. Yani aslında 1982 Anayasası’nın kendini yeniden üretmesi sağlanmış olacaktır. Anayasa Mahkemesi’nin bu gerekçeyle devreye girmesi ise ayrı bir sorun oluşturacaktır. Mahkeme’nin 2010 değişikliklerinde dahi esasa girmekten çekinmediğinin hatırlatılmasında yarar vardır.
Unutulmamalıdır ki Türkiye toplumu, tüm siyasi partileriyle birlikte bir Anayasa yapma kararlılığı içinde. Yani kurucu bir karar verilmiş durumda. Bunu da 12 Eylül referandum sürecinde ve sonucunda (evet, hayır veya boykot tarzında) açık irade olarak ortaya koydu. Toplumun bu kararı vermesinin nedeni tüm siyasal ve toplumsal sorunların çözümüne olanak yaratacak yeni bir siyasal yapı ve aygıt isteğidir. Yani devleti yeniden yapılandırma iradesidir. Bu kurucu kararın nasıl bir anayasaya dönüşeceğini de anayasa yapım süreci belirleyecektir.
Bunun için Türkiye toplumunun yeni anayasayı asli kurucu iktidar olarak doğrudan yapması, yani siyasal anayasayı ortaya koyması, temsil eksikliğini giderecek bir yöntemle desteklenmesi kaydıyla 2011 Meclisi’nin yahut Anayasa Meclisi’nin bunu yasalaştırması, önceki anayasaların referans alınmaması, hukukçuların sadece normları formüle etme sürecinde rol oynaması (teknik asistanlık) sürecin özellikleri olarak öne çıkmalıdır.
Kırmızı çizgisiz anayasa yapılmalı 28 01 2011 cuma HELİN ALP DİYARBAKIR istanbul
Anayasa Çalışma Grubu ve Yeni Anayasa Platformu 2011 Meclisi’ne sunulmak üzere yaklaşık 10 milyon görüş toplamayı amaçlıyor.
Anayasa Çalışma Grubu ve Yeni Anayasa Platformu 2011 Meclisi’ne sunulmak üzere yaklaşık 10 milyon görüş toplamayı amaçlıyor.
Anayasa Çalışma Grubu’ndan hukukçu Mehmet Uçum ve eski Anayasa Mahkemesi Raportörü Osman Can ile “yeni anayasayı” konuştuk.
Türkiye’deki siyasi partiler bir anayasa taslağı hazırlıyor. Ne düşünüyorsunuz?
Osman Can: Toplum sözleşmesi niteliğindeki bir anayasa, toplumun tüm farklılıklarının kurucu olduğu, altında imzasının bulunduğu bir anayasa olmalıdır.
Hiçbir siyasi partinin bir taslakla ortaya çıkmasını önermiyoruz.
Siyasi partilerin ortaya koyacakları taslaklar da haliyle halkın değil, kaçınılmaz olarak bu iç politikaların ve kırmızı çizgilerin bir ürünü olur.
Bu durumda yeni, demokratik ve sivil bir anayasadan değil, yalnızca darbe anayasasının revizyonundan söz edilebilir.
Anayasa sürecindeki çelişki devletle toplum arasında mı yaşanıyor o halde?
Mehmet Uçum: Türkiye’de son yüzyıllık dönemde temel çelişki devlet ile toplum arasındaki çelişkidir.
Devlet,
“Ne Mutlu Türküm”
diyerek kendini Türk hisseden bir çoğunluk üretmeye çalışmış.
Kürtleri, inananları, Alevileri, azınlıkları, kendini yaşam tarzlarıyla farklı hissedenleri göz ardı etmiş.
Dolayısıyla, toplumla devlet arasındaki bu tersine ilişki çelişkiyi büyütmüş ve birçok çatışma alanı üretmiş.
Bu çatışma alanları toplumun sorunları olarak önümüzde dev gibi duruyor.
Size göre Türkiye’nin asıl ihtiyacı devlet yapısının değişmesi mi?
Mehmet Uçum: Bu devlet yapısı bitmiştir. Bütün kurumlarıyla devletin değişmesi gerekiyor.
Bunun anlamı Türkiye’nin geleneksel bütün değerlerini, şimdiye kadar ürettiği değerleri ve kuralları, kurumları tasfiye etmek değil.
Baskıcı ve tasarlayıcı devlet anlayışına göre düşünmeyi sıfırlamak.
Mevcut anayasayı bir kenara koyarak, yeni bir toplum sözleşmesi yaratmak anlamına geliyor bu.
Osman Can: Yüz yıllık homojenleştirici, şoven devlet kültürünün üzerine kurulduğu anayasal düzenin Türkiye’de yeri yok artık.
Meclis’teki temsil eksikliği, yani seçim barajı çalışmaları nasıl etkiler?
Mehmet Uçum: Küçük bir yasa değişikliğiyle ortadan kaldırılabilmesine rağmen, sol, sağ veya koalisyon hiçbir iktidar bu düzenlemeye dokunmadı.
Seçime gittiğimiz bu dönemde yine ne iktidar, ne de muhalefet buna dokunmak istiyor.
Yeni anayasanın yapımı konusunda sorun yaratacağı çok açık.
Bunun için önerdiğiniz model ne?
Mehmet Uçum: Meclis, halktan aldığı anayasa yapım yetkisi çerçevesinde bir meclis kararı çıkarır.
Bu karar ile özel komisyon oluşturulur. Bu komisyon alt komisyonlar oluşturarak yeni anayasa esas ve modellerini belirler.
Bir toplumun anayasasında neyin değiştirilemez olacağına kim karar verir?
Osman Can: Bunu herhalde beş generale sormamak gerekir.
Toplumun kırmızı çizgisiz, tabusuz ve önkoşulsuz bir müzakere sürecinde üreteceği anayasada daha farklı, kurucu, birleştirici, barış tesis edici referanslar ve yapısal
modelleri tartışmak zorundayız.
Bu kırmızı çizgilerin kalkması ile yeni sorunlar, yeni karşıtlıklar ortaya çıkar mı?
Mehmet Uçum: Radikal milliyetçiliğin yerine demokrat milliyetçilik diyebileceğimiz bir anlayış hakim olmaya başladı.
İşte kural ve kurum alanında bu kırmızı çizgileri aşacak olan enstrüman da yeni anayasadır.
KUM SAATi 25 01 2011 salı Ahmet Altan Bu ne? AKParti, referandumdaki vaatlerini seçim için tekrarlasa, referandumda evet diyen yüzde elli sekiz AKP’ye neden oy vermesin
Biliyor musunuz, bazen galiba deliriyorum diye düşünüyorum, bu ülke aklımı başımdan alıp beni bir meczuba çeviriyor.
AKP ile CHP’nin şike yaptıklarından şüpheleniyorum çünkü.
Tamam, bu şüphe delice ama bu iki partinin yaptıkları akıllıca mı?
Bir bakın yaptıklarına.
Mantıksal bir tutarlılığı var mı?
AKP, referandumda fevkalade “ilerici, demokrat ve barışçı” bir yaklaşımla kendi önerilerine ne kadar oy aldı?
Yüzde elli sekiz.
AKP’nin demokrat bir anayasa, 12 Eylül’ün kalıntılarını temizleme, Kürt sorununu çözme, adalet sistemini çağdaşlaştırma vaatleri büyük bir destek buldu.
Normalde, bu vaatlerle yüzde elli sekizi kendi çevresinde toplayabilmiş bir partinin, seçimlerdeki oylarını da buna yakın tutabilmek için aynı çizgisini sürdürmesi gerekmez mi?
AKP, referandumdaki vaatlerini seçim için tekrarlasa, referandumda “evet” diyen yüzde elli sekiz AKP’ye neden oy vermesin?
Denenmiş, yüzde elli sekiz taraftar toplamış bir politika var ortada.
Ve, AKP o politikayı terk ediyor.
Neden?
O yüzde elli sekizin en aşağı yüzde yirmilik bir bölümünü kendinden uzaklaştırıp, buna karşılık milliyetçi politikalarla MHP’den yüzde üç oy koparacakmış.
Bunun mantığını anlayabilen var mı?
Referandumdaki politikalarından vazgeçip ne yapıyor?
Seçimde hiçbir getirisi olmayacak, “heykel, dizi, içki” gibi tuhaflıkların peşine düşüyor.
Bu açıklamalar nasıl bir sonuç yaratıyor?
AKP’ye referandumda destek veren yüzde elli sekizin önemli bir kısmı AKP’den uzaklaşıyor.
Başka nasıl bir sonuç yaratıyor?
“Bu CHP’den bir şey olmaz, bunlar ülkeyi yönetemez” diyen birçok insan, “AKP bizim hayatımıza karışacak, aklını sekse, içkiye takıp şehirlerde hayatı bize zehir edecek” korkusuyla CHP’ye sığınmaya karar veriyor.
AKP, bu politikalarla, CHP’nin kaybetmekte olduğu oyların yeniden bu partiye dönmesi sağlıyor.
CHP’nin “kaçmaya hazırlanan” seçmenini korkutup, onları bu partiye doğru sürüyor.
Ana muhalefet partisi seçimde, kendi politikalarının yarattığı ümitle değil, AKP’nin yarattığı korkuyla oy alacak.
AKP, CHP’ye böyle bir iyilik yaparken, CHP ne yapıyor?
Ergenekon’a, Balyoz’a, darbeye sahip çıkan konuşmalara başlıyor.
Ne oluyor o zaman?
AKP’yi eleştirmeye hatta bu partiden uzaklaşmaya hazırlanan birçok insan, “tamam AKP tuhaflıklar yapıyor ama bu CHP oylarını arttırırsa, bir de iktidara gelirse yeniden askerî vesayeti kuracak, Ergenekoncuları serbest bırakacak, faili meçhuller, darbe hazırlıkları hortlayacak” korkusuna kapılıp yeniden AKP’nin yanına dönüyor ve eleştirilerini de azaltmayı düşünüyor.
Bu iki parti de, son açıklamalarıyla bir “ümit” yaratmak yerine “korku” yaratıyorlar.
Ortalık korkan seçmenlerle dolu.
“AKP içkiyi yasaklayacak” lafı AKP’ye bugün alacağından daha fazla oy sağlamaz ama CHP’ye ciddi oy sağlar, aynı şekilde Ergenekon’a sahip çıkmak CHP’ye bugün alacağından fazla oy sağlamaz ama AKP’ye oy sağlar.
Şimdi bana mantıklı bir biçimde bu iki partinin izlediği bu politikaların nedenlerini açıklayabilecek kimse var mı?
Oturup anlaşsalar ancak böyle bir politika izleyebilirler.
Kendilerine benzemeyenlerde ancak bu kadar korku ve dehşet yaratabilirler.
Bizim tam anlayamadığımız bir biçimde “şike” yaptıklarını düşünebilecek hale geldim doğrusu.
“Olur mu öyle şey, şike yaparlar mı” diye sual eden olursa...
Apo’nun dün bizim gazetede yayımlanan açıklamalarını okumalarını tavsiye ederim.
Generallerin gidip Apo’ya “savaşı hızlandırın” dediğini, Apo’ya şike teklif ettiklerini biri size söylese inanır mıydınız?
Ama söyleyen, bizzat bu öneriyi duyan Apo.
Karakol baskınlarında, o karakollardaki askerlerin nasıl korumasız ve desteksiz bırakıldığını da düşünün.
Savaşta bile şike yapılan bir ülkede politikacılar şike yapmaz mı?
Herhalde yapmazlar ama ben ciddi ciddi kuşkulanıyorum.
Biri bana, bu iki partinin politikalarının nedenlerini açıklasa da, bu yaşımda durduk yerde mahallenin meczubu durumuna düşmesem.
Var mı bunu açıklayacak bir yiğit?
Bu ne? - 25.01.2011
Zavallı CHP ve başka bir parti - 23.01.2011
Beyaz adam ve muhafazakârlar - 22.01.2011
Yaşayan cunta - 21.01.2011
2010’da darbe - 20.01.2011
Cinayet - 19.01.2011
Dava - 18.01.2011
Niye - 16.01.2011
Erdoğan ve kof kabadayılık - 15.01.2011
Altı ay - 14.01.2011
Böl ve yönet - 13.01.2011
Sarıkamış ve AKP - 12.01.2011
Ucube - 11.01.2011
Yasaklamak - 09.01.2011
Bir cumhuriyet batarken... - 08.01.2011
Şaşırdınız demek... - 07.01.2011
12 ve 10 - 06.01.2011
Sertlik ve zekâ - 05.01.2011
Bir parti - 04.01.2011
Sisif’in günlüğü - 02.01.2011
Dindar ile muhafazakâr - 01.01.2011
Küçük Prens - 31.12.2010
Sokaktaki kadın - 30.12.2010
Balyoz iddiaları - 29.12.2010
İnsanoğlunun rızası - 28.12.2010
Erkek kediler - 26.12.2010
Eczacı hanım - 25.12.2010
Talabani ve ümit - 24.12.2010
Başka bir sorun - 23.12.2010
İki dil - 22.12.2010