Avrupa'da 'öteki' düşmanlığı sıradanlaşırken filozof Slavoj Zizek 26 02 2011 tarihli le Monde gazetesi
Henry James'in XIX.yüzyıldan haber verdiği gibi, Demokrasiler, sıradanlaşıyor.
Bugün, Demokrasi arayışındaki Güney'in karşısında, refah seviyesini paylaşmak istemeyen ve bilhassa kendisinden başkasının demokrasiye kabiliyeti olmadığına sabit bir şekilde inanan, ötekine düşmanlığı sıradanlaştıran Kuzey'in bencil insanını buluyoruz.
Slovenya'lı filozof Slavoj Zizek bu mukadderata boyun eğmek istemiyor; insanın yarattığı maddi ve manevi bütün zenginliklerin herkesçe paylaşılabileceğine, bunun için, sadece, değişik kültür ve yaşam tarzlarının bazı ortak değerleri paylaşmasının yeterli olabileceğine inanıyor.
acil ortak kültür ihtiyacı
Slovenya AB' ne girdiginde, avrupa septiklerinden biri Marx Brothers' ı açımlayarak, 'biz Slovenlerin problemleri var ?
AB' ye girelim!
Problemler devam etse de, AB bunlarla ilgilenecek !
Buna rağmen AB hâlâ müdaafa edilmeye değer mi ?''
Esasında gerçek soru: hangi AB' dir ?
David Cameron, İngiltere' nin 30 yıl boyunca tatbik etmeye çalıştığı çok kültürlülüğe, aşırı ideolojileri beslediği gerekçesiyle hücum etti; bu hücum Angel Merkel' in Ekim 2010 beyanatına bir yankı olarak geldiği kimsenin gözünden kaçmadı; Merkel, ''Diğerleriyle yan yana yaşadığımızı ileri süren çok kültürlülük yaklaşımı allahtan başarısızlıkla sonuçlandı'' diyordu; Merkel' in bu yorumu da, iki yıl evvel Almanya' da ''Referans Kültürü'', Leitkultur tartışmasının gecikmiş bir devamı olarak beliriyordu.
David Cameron ve Angela Merkel, bize ne gibi bir referans kültürü satmaya çalışıyorlar ? Bu göçmen karşıtı kinin büyümesini, Avrupa siyaset arenasının yeniden biçimlenmesi bağlamında görmeliyiz; bu arena, hâlâ yakın zamana kadar, genelde belli başlı iki siyasi akım tarafindan işgal ediliyordu; biri ortanın Sağ' ı, diğeri ortanın Sol' u diyebilecegimiz iki akım ve daha küçük seçim tabanlarına hitap eden küçük partilerden ( ekolojist, komünist, aşırı sağ...) oluşuyordu bu yelpaze. Avrupanın batısında ve doğusundaki en son seçim sonuçları başka bir kutuplaşmayı sergilemektedir; global kapitalizmi temsil eden, ilerici bir programı ( çocuk düşürme toleranslı, eşcinselliğe, azınliklara hak tanıyan...) olan bir merkez partisi, ve karşıda, giderek güçlenen, göçmen karşıtı popülist bir parti. Bunun en belirgin örnegi Polonya, fakat benzer eğilimler Hollanda, Norveç, İsveç ve Macaristan' da gözlemlenmektedir.
Bu noktaya nasıl gelindi ?
Devlet iktidarının, siyaset dışı bırakılmış bir yönetim ve değişik menfaatların kayırılması mantığına indirgendiği bir devire girmiş bulunuyoruz. Hal bu olunca, siyasete biraz tutku kazandırmanın tek yolu korku yaratmaktır: göçmen korkusu, cinayet korkusu, inançsız sapıklık korkusu, devletin herşeye burnunu sokması korkusu, ekolojik felaket korkusu, bezdirilme korkusu (siyaseten doğruluk / politiquement correct / korku siyasetinin örnek liberal biçimidir.)
Bu sebeple, XXI. yüzyılın ilk on yılının en önemli siyasi olgusu, göçmen düşmanlığı politikasının marjinal aşırı sağ söylemi terk edip hakim söyleme dönüşmesidir. Yeni beliren kimlik gururu zihniyeti ortamında, belli başlı partiler, göçmenleri, ağırlandıkları toplumun değerlerine uyum sağlamaları beklenen davetliler olarak kabul etmekte ve böyle düşünmeyi makul görmektedirler. İlerici liberaller bu denli popülist bir ırkçılıktan ürkmektedirler; halbuki, hoşgörüleri, aynı bu popülistlerde olduğu gibi, diğerlerini aynı mesafede tutma ihtıyacını duymaktadır. Kafeyinsiz kahve, yağsız krema, politikasız politika, diğeri ile ilişki tecrübesini diğerinin farklılığını inkar ederek yaşayan liberal bir çok kültürlülük...
Böyle bir, ''farklı olan diğerini'' etkisiz kılma mekanizması, kendisini ılımlı bir yahudi düşmanı olarak gören, ''akılsal yahudi düşmanlığı'' nın yaratıcısı Robert Brasillach tarafindan 1938' de dile getirilmi$ti: ''kimseyi öldürmek istemiyoruz, hiçbir pogrom düzenleme niyetimiz yok. Fakat bununla beraber, içgüdüsel yahudi düşmanlığının her türlü beklenmedik tepkisine mani olabilmek için, en doğru tavrın, akılsal bir yahudi düşmanlığı geliştirmek olduğuna inanıyoruz'' diyordu; Brasillach, 1945' de ölüme mahkûm edildi.
Aynı tavır, avrupa hükümetlerinin ''göçmen tehdidi'' karşısındaki tavırlarında görülmüyor mu ?
Avrupa, kaba popülist ırkçılığı faziletle reddettikten sonra ''makul bir biçimde'' ırkçı önlemlere destek vermektedir… ve modern Brasillach kılığına giren bazı politikacılar, 'kimseyi öldürmek istemiyoruz, hiçbir pogrom düzenlemek niyetimiz de yok. Fakat göçmen düşmanlarının beklenmedik tepkilerine mani olabilmek için en doğru yolun akılcı bir göçmen politikası düzenlemek olduğunu düşünüyoruz'' diyorlar .
İnsanları ideolojik bir kirlenmeden kurtardığını zanneden bu düşünce doğrudan bir barbarlıktan insan yüzlü bir barbarlığa geçişi temsil etmektedir; esasında bu, hiristiyanlığın vaaz ettiği insan sevgisinin inkarı ve tamamen paganist, barbar 'öteki' ne karşı kendi kabilesini kayıran, korkunç bir gerilemedir. Aslında hiristiyan değerleri müdaafa ettiğini iddia etse de, hiristiyan mirası tehdit eden en büyük tehlike olarak gözükmektedir.
Bizce Avrupa' nın çıkmazı daha da derindir. Bu göçmen düşmanı ideoloji, evvela Avrupa' nın geçmiş uzanan günahlarını çıkarmakta, Avrupa mirasını mütevazi bir biçimde kabullenmekte ve diğer kültürlerin zenginliğini övmekten de geri kalmamaktadır. William Butler Yeats bu durumu çok iyi belirler: ''en iyilerin imanı eksikken, kötüler şiddetli bir tutku içerisindeler.''
Bu çıkmaza nasıl bir son vermek gerek ?
Yeni beliren ırkçı Avrupa üzerine ağlayıp sızlanacağımıza, eleştirilerimizi kendimize yöneltmeliyiz, ve soyut çok kültürlülüğümüzün, bu içinde bulunduğumuz çıkmazdan ne denli sorumlu olup olmadığını sorgulamalıyız.
Eğer tüm taraflar aynı nezaket kurallarını paylaşmıyorlar veya saygı duymuyorlarsa, çok kültürlülük cehalete ve karşılıklı kine dönüşür. Çok kültürlülük çatışması, kültürler arasındaki bir çatışma değil, birçok değişik kültürün beraber yaşama tarzı ile ilgili farkli vizyonların, neticede, referans kültürü ( Leitkultur ) çatışmasıdır: bu kültürlerin, eğer bir arada yaşamak istiyorlarsa, paylaşmaları gerekli kural ve adetlerle ilgili bir çatışmadır bu.
Neticede, ''ne seviyede bir hoşgörüye tahammül gösterebiliriz ?'' türünde liberal tuzaklara düşmememiz gerekir. Bu şekilde mantık yürüttüğümüzde, hiçbir zaman yeteri kadar hoşgörülü olamayız, veya çok hoşgörülüyüzdür…
Bu çıkmazdan çıkmanın tek yolu, tüm tarafların paylaşabileceği, pozitif bir evrensel proje teklif etmek ve bu proje için mücadele vermektir. Mücadeleye değer, ''erkek, kadın, yahudi, yunan ayrımı yok'' türünde, ekonomik, ekolojik dava çok. Avrupa Birliğinin bize ne kazandırıp ne kaybettirdiği muhasebesini yapmak yerine, Avrupa Birliğinin bizim için neyi temsil ettiği üzerine düşünelim.
Sigmund Freud, yaşamının sonuna dogru , ''kadınlar ne istiyor ?'' sorusuyla çaresizliğini belirtiyordu. Bugün ise biz, ''Avrupa ne istiyor ?'' sorusunu soruyoruz.
Esas itibariyle, faaliyetinin, global kapitalist gelişmeyi düzenlemek olduğunu biliyoruz; bazen, geleneklerin müdaafası ile flört ettiğini de görüyoruz; bir gün, bu iki farklı faaliyet kendi kaybına sebep olacak. Avrupa için, bu aptallaştırıcı çıkmazdan çıkmanın tek yolu, evrensel ve radikal özgürleşme mirasını tekrardan canlandırmasıdır.
Vazifemiz, basit bir hoşgörünün de ötesinde, özgürleştirici, pozitif, sadece kendisinin gerçek bir kültür karışımını beraber yaşatabileceği bir referans kültürüne ulaşmaktır; vazifemiz bu referans kültürü mücadelesine 'angaje' olmaktır. Sadece diğerlerine saygılı olmakla yetinmeyelim, bugün tüm problemlerimiz ortak olduğuna göre, herkese ortak bir mücadele imkanı sunalım.
filozof Slavoj Zizek
http://kutuphane.akparti.org.tr
Henry James'in XIX.yüzyıldan haber verdiği gibi, Demokrasiler, sıradanlaşıyor.
Bugün, Demokrasi arayışındaki Güney'in karşısında, refah seviyesini paylaşmak istemeyen ve bilhassa kendisinden başkasının demokrasiye kabiliyeti olmadığına sabit bir şekilde inanan, ötekine düşmanlığı sıradanlaştıran Kuzey'in bencil insanını buluyoruz.
Slovenya'lı filozof Slavoj Zizek bu mukadderata boyun eğmek istemiyor; insanın yarattığı maddi ve manevi bütün zenginliklerin herkesçe paylaşılabileceğine, bunun için, sadece, değişik kültür ve yaşam tarzlarının bazı ortak değerleri paylaşmasının yeterli olabileceğine inanıyor.
acil ortak kültür ihtiyacı
Slovenya AB' ne girdiginde, avrupa septiklerinden biri Marx Brothers' ı açımlayarak, 'biz Slovenlerin problemleri var ?
AB' ye girelim!
Problemler devam etse de, AB bunlarla ilgilenecek !
Buna rağmen AB hâlâ müdaafa edilmeye değer mi ?''
Esasında gerçek soru: hangi AB' dir ?
David Cameron, İngiltere' nin 30 yıl boyunca tatbik etmeye çalıştığı çok kültürlülüğe, aşırı ideolojileri beslediği gerekçesiyle hücum etti; bu hücum Angel Merkel' in Ekim 2010 beyanatına bir yankı olarak geldiği kimsenin gözünden kaçmadı; Merkel, ''Diğerleriyle yan yana yaşadığımızı ileri süren çok kültürlülük yaklaşımı allahtan başarısızlıkla sonuçlandı'' diyordu; Merkel' in bu yorumu da, iki yıl evvel Almanya' da ''Referans Kültürü'', Leitkultur tartışmasının gecikmiş bir devamı olarak beliriyordu.
David Cameron ve Angela Merkel, bize ne gibi bir referans kültürü satmaya çalışıyorlar ? Bu göçmen karşıtı kinin büyümesini, Avrupa siyaset arenasının yeniden biçimlenmesi bağlamında görmeliyiz; bu arena, hâlâ yakın zamana kadar, genelde belli başlı iki siyasi akım tarafindan işgal ediliyordu; biri ortanın Sağ' ı, diğeri ortanın Sol' u diyebilecegimiz iki akım ve daha küçük seçim tabanlarına hitap eden küçük partilerden ( ekolojist, komünist, aşırı sağ...) oluşuyordu bu yelpaze. Avrupanın batısında ve doğusundaki en son seçim sonuçları başka bir kutuplaşmayı sergilemektedir; global kapitalizmi temsil eden, ilerici bir programı ( çocuk düşürme toleranslı, eşcinselliğe, azınliklara hak tanıyan...) olan bir merkez partisi, ve karşıda, giderek güçlenen, göçmen karşıtı popülist bir parti. Bunun en belirgin örnegi Polonya, fakat benzer eğilimler Hollanda, Norveç, İsveç ve Macaristan' da gözlemlenmektedir.
Bu noktaya nasıl gelindi ?
Devlet iktidarının, siyaset dışı bırakılmış bir yönetim ve değişik menfaatların kayırılması mantığına indirgendiği bir devire girmiş bulunuyoruz. Hal bu olunca, siyasete biraz tutku kazandırmanın tek yolu korku yaratmaktır: göçmen korkusu, cinayet korkusu, inançsız sapıklık korkusu, devletin herşeye burnunu sokması korkusu, ekolojik felaket korkusu, bezdirilme korkusu (siyaseten doğruluk / politiquement correct / korku siyasetinin örnek liberal biçimidir.)
Bu sebeple, XXI. yüzyılın ilk on yılının en önemli siyasi olgusu, göçmen düşmanlığı politikasının marjinal aşırı sağ söylemi terk edip hakim söyleme dönüşmesidir. Yeni beliren kimlik gururu zihniyeti ortamında, belli başlı partiler, göçmenleri, ağırlandıkları toplumun değerlerine uyum sağlamaları beklenen davetliler olarak kabul etmekte ve böyle düşünmeyi makul görmektedirler. İlerici liberaller bu denli popülist bir ırkçılıktan ürkmektedirler; halbuki, hoşgörüleri, aynı bu popülistlerde olduğu gibi, diğerlerini aynı mesafede tutma ihtıyacını duymaktadır. Kafeyinsiz kahve, yağsız krema, politikasız politika, diğeri ile ilişki tecrübesini diğerinin farklılığını inkar ederek yaşayan liberal bir çok kültürlülük...
Böyle bir, ''farklı olan diğerini'' etkisiz kılma mekanizması, kendisini ılımlı bir yahudi düşmanı olarak gören, ''akılsal yahudi düşmanlığı'' nın yaratıcısı Robert Brasillach tarafindan 1938' de dile getirilmi$ti: ''kimseyi öldürmek istemiyoruz, hiçbir pogrom düzenleme niyetimiz yok. Fakat bununla beraber, içgüdüsel yahudi düşmanlığının her türlü beklenmedik tepkisine mani olabilmek için, en doğru tavrın, akılsal bir yahudi düşmanlığı geliştirmek olduğuna inanıyoruz'' diyordu; Brasillach, 1945' de ölüme mahkûm edildi.
Aynı tavır, avrupa hükümetlerinin ''göçmen tehdidi'' karşısındaki tavırlarında görülmüyor mu ?
Avrupa, kaba popülist ırkçılığı faziletle reddettikten sonra ''makul bir biçimde'' ırkçı önlemlere destek vermektedir… ve modern Brasillach kılığına giren bazı politikacılar, 'kimseyi öldürmek istemiyoruz, hiçbir pogrom düzenlemek niyetimiz de yok. Fakat göçmen düşmanlarının beklenmedik tepkilerine mani olabilmek için en doğru yolun akılcı bir göçmen politikası düzenlemek olduğunu düşünüyoruz'' diyorlar .
İnsanları ideolojik bir kirlenmeden kurtardığını zanneden bu düşünce doğrudan bir barbarlıktan insan yüzlü bir barbarlığa geçişi temsil etmektedir; esasında bu, hiristiyanlığın vaaz ettiği insan sevgisinin inkarı ve tamamen paganist, barbar 'öteki' ne karşı kendi kabilesini kayıran, korkunç bir gerilemedir. Aslında hiristiyan değerleri müdaafa ettiğini iddia etse de, hiristiyan mirası tehdit eden en büyük tehlike olarak gözükmektedir.
Bizce Avrupa' nın çıkmazı daha da derindir. Bu göçmen düşmanı ideoloji, evvela Avrupa' nın geçmiş uzanan günahlarını çıkarmakta, Avrupa mirasını mütevazi bir biçimde kabullenmekte ve diğer kültürlerin zenginliğini övmekten de geri kalmamaktadır. William Butler Yeats bu durumu çok iyi belirler: ''en iyilerin imanı eksikken, kötüler şiddetli bir tutku içerisindeler.''
Bu çıkmaza nasıl bir son vermek gerek ?
Yeni beliren ırkçı Avrupa üzerine ağlayıp sızlanacağımıza, eleştirilerimizi kendimize yöneltmeliyiz, ve soyut çok kültürlülüğümüzün, bu içinde bulunduğumuz çıkmazdan ne denli sorumlu olup olmadığını sorgulamalıyız.
Eğer tüm taraflar aynı nezaket kurallarını paylaşmıyorlar veya saygı duymuyorlarsa, çok kültürlülük cehalete ve karşılıklı kine dönüşür. Çok kültürlülük çatışması, kültürler arasındaki bir çatışma değil, birçok değişik kültürün beraber yaşama tarzı ile ilgili farkli vizyonların, neticede, referans kültürü ( Leitkultur ) çatışmasıdır: bu kültürlerin, eğer bir arada yaşamak istiyorlarsa, paylaşmaları gerekli kural ve adetlerle ilgili bir çatışmadır bu.
Neticede, ''ne seviyede bir hoşgörüye tahammül gösterebiliriz ?'' türünde liberal tuzaklara düşmememiz gerekir. Bu şekilde mantık yürüttüğümüzde, hiçbir zaman yeteri kadar hoşgörülü olamayız, veya çok hoşgörülüyüzdür…
Bu çıkmazdan çıkmanın tek yolu, tüm tarafların paylaşabileceği, pozitif bir evrensel proje teklif etmek ve bu proje için mücadele vermektir. Mücadeleye değer, ''erkek, kadın, yahudi, yunan ayrımı yok'' türünde, ekonomik, ekolojik dava çok. Avrupa Birliğinin bize ne kazandırıp ne kaybettirdiği muhasebesini yapmak yerine, Avrupa Birliğinin bizim için neyi temsil ettiği üzerine düşünelim.
Sigmund Freud, yaşamının sonuna dogru , ''kadınlar ne istiyor ?'' sorusuyla çaresizliğini belirtiyordu. Bugün ise biz, ''Avrupa ne istiyor ?'' sorusunu soruyoruz.
Esas itibariyle, faaliyetinin, global kapitalist gelişmeyi düzenlemek olduğunu biliyoruz; bazen, geleneklerin müdaafası ile flört ettiğini de görüyoruz; bir gün, bu iki farklı faaliyet kendi kaybına sebep olacak. Avrupa için, bu aptallaştırıcı çıkmazdan çıkmanın tek yolu, evrensel ve radikal özgürleşme mirasını tekrardan canlandırmasıdır.
Vazifemiz, basit bir hoşgörünün de ötesinde, özgürleştirici, pozitif, sadece kendisinin gerçek bir kültür karışımını beraber yaşatabileceği bir referans kültürüne ulaşmaktır; vazifemiz bu referans kültürü mücadelesine 'angaje' olmaktır. Sadece diğerlerine saygılı olmakla yetinmeyelim, bugün tüm problemlerimiz ortak olduğuna göre, herkese ortak bir mücadele imkanı sunalım.
filozof Slavoj Zizek
Henry James'in XIX.yüzyıldan haber verdiği gibi, Demokrasiler, sıradanlaşıyor.
Bugün, Demokrasi arayışındaki Güney'in karşısında, refah seviyesini paylaşmak istemeyen ve bilhassa kendisinden başkasının demokrasiye kabiliyeti olmadığına sabit bir şekilde inanan, ötekine düşmanlığı sıradanlaştıran Kuzey'in bencil insanını buluyoruz.
Slovenya'lı filozof Slavoj Zizek bu mukadderata boyun eğmek istemiyor; insanın yarattığı maddi ve manevi bütün zenginliklerin herkesçe paylaşılabileceğine, bunun için, sadece, değişik kültür ve yaşam tarzlarının bazı ortak değerleri paylaşmasının yeterli olabileceğine inanıyor.
acil ortak kültür ihtiyacı
Slovenya AB' ne girdiginde, avrupa septiklerinden biri Marx Brothers' ı açımlayarak, 'biz Slovenlerin problemleri var ?
AB' ye girelim!
Problemler devam etse de, AB bunlarla ilgilenecek !
Buna rağmen AB hâlâ müdaafa edilmeye değer mi ?''
Esasında gerçek soru: hangi AB' dir ?
David Cameron, İngiltere' nin 30 yıl boyunca tatbik etmeye çalıştığı çok kültürlülüğe, aşırı ideolojileri beslediği gerekçesiyle hücum etti; bu hücum Angel Merkel' in Ekim 2010 beyanatına bir yankı olarak geldiği kimsenin gözünden kaçmadı; Merkel, ''Diğerleriyle yan yana yaşadığımızı ileri süren çok kültürlülük yaklaşımı allahtan başarısızlıkla sonuçlandı'' diyordu; Merkel' in bu yorumu da, iki yıl evvel Almanya' da ''Referans Kültürü'', Leitkultur tartışmasının gecikmiş bir devamı olarak beliriyordu.
David Cameron ve Angela Merkel, bize ne gibi bir referans kültürü satmaya çalışıyorlar ? Bu göçmen karşıtı kinin büyümesini, Avrupa siyaset arenasının yeniden biçimlenmesi bağlamında görmeliyiz; bu arena, hâlâ yakın zamana kadar, genelde belli başlı iki siyasi akım tarafindan işgal ediliyordu; biri ortanın Sağ' ı, diğeri ortanın Sol' u diyebilecegimiz iki akım ve daha küçük seçim tabanlarına hitap eden küçük partilerden ( ekolojist, komünist, aşırı sağ...) oluşuyordu bu yelpaze. Avrupanın batısında ve doğusundaki en son seçim sonuçları başka bir kutuplaşmayı sergilemektedir; global kapitalizmi temsil eden, ilerici bir programı ( çocuk düşürme toleranslı, eşcinselliğe, azınliklara hak tanıyan...) olan bir merkez partisi, ve karşıda, giderek güçlenen, göçmen karşıtı popülist bir parti. Bunun en belirgin örnegi Polonya, fakat benzer eğilimler Hollanda, Norveç, İsveç ve Macaristan' da gözlemlenmektedir.
Bu noktaya nasıl gelindi ?
Devlet iktidarının, siyaset dışı bırakılmış bir yönetim ve değişik menfaatların kayırılması mantığına indirgendiği bir devire girmiş bulunuyoruz. Hal bu olunca, siyasete biraz tutku kazandırmanın tek yolu korku yaratmaktır: göçmen korkusu, cinayet korkusu, inançsız sapıklık korkusu, devletin herşeye burnunu sokması korkusu, ekolojik felaket korkusu, bezdirilme korkusu (siyaseten doğruluk / politiquement correct / korku siyasetinin örnek liberal biçimidir.)
Bu sebeple, XXI. yüzyılın ilk on yılının en önemli siyasi olgusu, göçmen düşmanlığı politikasının marjinal aşırı sağ söylemi terk edip hakim söyleme dönüşmesidir. Yeni beliren kimlik gururu zihniyeti ortamında, belli başlı partiler, göçmenleri, ağırlandıkları toplumun değerlerine uyum sağlamaları beklenen davetliler olarak kabul etmekte ve böyle düşünmeyi makul görmektedirler. İlerici liberaller bu denli popülist bir ırkçılıktan ürkmektedirler; halbuki, hoşgörüleri, aynı bu popülistlerde olduğu gibi, diğerlerini aynı mesafede tutma ihtıyacını duymaktadır. Kafeyinsiz kahve, yağsız krema, politikasız politika, diğeri ile ilişki tecrübesini diğerinin farklılığını inkar ederek yaşayan liberal bir çok kültürlülük...
Böyle bir, ''farklı olan diğerini'' etkisiz kılma mekanizması, kendisini ılımlı bir yahudi düşmanı olarak gören, ''akılsal yahudi düşmanlığı'' nın yaratıcısı Robert Brasillach tarafindan 1938' de dile getirilmi$ti: ''kimseyi öldürmek istemiyoruz, hiçbir pogrom düzenleme niyetimiz yok. Fakat bununla beraber, içgüdüsel yahudi düşmanlığının her türlü beklenmedik tepkisine mani olabilmek için, en doğru tavrın, akılsal bir yahudi düşmanlığı geliştirmek olduğuna inanıyoruz'' diyordu; Brasillach, 1945' de ölüme mahkûm edildi.
Aynı tavır, avrupa hükümetlerinin ''göçmen tehdidi'' karşısındaki tavırlarında görülmüyor mu ?
Avrupa, kaba popülist ırkçılığı faziletle reddettikten sonra ''makul bir biçimde'' ırkçı önlemlere destek vermektedir… ve modern Brasillach kılığına giren bazı politikacılar, 'kimseyi öldürmek istemiyoruz, hiçbir pogrom düzenlemek niyetimiz de yok. Fakat göçmen düşmanlarının beklenmedik tepkilerine mani olabilmek için en doğru yolun akılcı bir göçmen politikası düzenlemek olduğunu düşünüyoruz'' diyorlar .
İnsanları ideolojik bir kirlenmeden kurtardığını zanneden bu düşünce doğrudan bir barbarlıktan insan yüzlü bir barbarlığa geçişi temsil etmektedir; esasında bu, hiristiyanlığın vaaz ettiği insan sevgisinin inkarı ve tamamen paganist, barbar 'öteki' ne karşı kendi kabilesini kayıran, korkunç bir gerilemedir. Aslında hiristiyan değerleri müdaafa ettiğini iddia etse de, hiristiyan mirası tehdit eden en büyük tehlike olarak gözükmektedir.
Bizce Avrupa' nın çıkmazı daha da derindir. Bu göçmen düşmanı ideoloji, evvela Avrupa' nın geçmiş uzanan günahlarını çıkarmakta, Avrupa mirasını mütevazi bir biçimde kabullenmekte ve diğer kültürlerin zenginliğini övmekten de geri kalmamaktadır. William Butler Yeats bu durumu çok iyi belirler: ''en iyilerin imanı eksikken, kötüler şiddetli bir tutku içerisindeler.''
Bu çıkmaza nasıl bir son vermek gerek ?
Yeni beliren ırkçı Avrupa üzerine ağlayıp sızlanacağımıza, eleştirilerimizi kendimize yöneltmeliyiz, ve soyut çok kültürlülüğümüzün, bu içinde bulunduğumuz çıkmazdan ne denli sorumlu olup olmadığını sorgulamalıyız.
Eğer tüm taraflar aynı nezaket kurallarını paylaşmıyorlar veya saygı duymuyorlarsa, çok kültürlülük cehalete ve karşılıklı kine dönüşür. Çok kültürlülük çatışması, kültürler arasındaki bir çatışma değil, birçok değişik kültürün beraber yaşama tarzı ile ilgili farkli vizyonların, neticede, referans kültürü ( Leitkultur ) çatışmasıdır: bu kültürlerin, eğer bir arada yaşamak istiyorlarsa, paylaşmaları gerekli kural ve adetlerle ilgili bir çatışmadır bu.
Neticede, ''ne seviyede bir hoşgörüye tahammül gösterebiliriz ?'' türünde liberal tuzaklara düşmememiz gerekir. Bu şekilde mantık yürüttüğümüzde, hiçbir zaman yeteri kadar hoşgörülü olamayız, veya çok hoşgörülüyüzdür…
Bu çıkmazdan çıkmanın tek yolu, tüm tarafların paylaşabileceği, pozitif bir evrensel proje teklif etmek ve bu proje için mücadele vermektir. Mücadeleye değer, ''erkek, kadın, yahudi, yunan ayrımı yok'' türünde, ekonomik, ekolojik dava çok. Avrupa Birliğinin bize ne kazandırıp ne kaybettirdiği muhasebesini yapmak yerine, Avrupa Birliğinin bizim için neyi temsil ettiği üzerine düşünelim.
Sigmund Freud, yaşamının sonuna dogru , ''kadınlar ne istiyor ?'' sorusuyla çaresizliğini belirtiyordu. Bugün ise biz, ''Avrupa ne istiyor ?'' sorusunu soruyoruz.
Esas itibariyle, faaliyetinin, global kapitalist gelişmeyi düzenlemek olduğunu biliyoruz; bazen, geleneklerin müdaafası ile flört ettiğini de görüyoruz; bir gün, bu iki farklı faaliyet kendi kaybına sebep olacak. Avrupa için, bu aptallaştırıcı çıkmazdan çıkmanın tek yolu, evrensel ve radikal özgürleşme mirasını tekrardan canlandırmasıdır.
Vazifemiz, basit bir hoşgörünün de ötesinde, özgürleştirici, pozitif, sadece kendisinin gerçek bir kültür karışımını beraber yaşatabileceği bir referans kültürüne ulaşmaktır; vazifemiz bu referans kültürü mücadelesine 'angaje' olmaktır. Sadece diğerlerine saygılı olmakla yetinmeyelim, bugün tüm problemlerimiz ortak olduğuna göre, herkese ortak bir mücadele imkanı sunalım.
filozof Slavoj Zizek
http://kutuphane.akparti.org.tr
Henry James'in XIX.yüzyıldan haber verdiği gibi, Demokrasiler, sıradanlaşıyor.
Bugün, Demokrasi arayışındaki Güney'in karşısında, refah seviyesini paylaşmak istemeyen ve bilhassa kendisinden başkasının demokrasiye kabiliyeti olmadığına sabit bir şekilde inanan, ötekine düşmanlığı sıradanlaştıran Kuzey'in bencil insanını buluyoruz.
Slovenya'lı filozof Slavoj Zizek bu mukadderata boyun eğmek istemiyor; insanın yarattığı maddi ve manevi bütün zenginliklerin herkesçe paylaşılabileceğine, bunun için, sadece, değişik kültür ve yaşam tarzlarının bazı ortak değerleri paylaşmasının yeterli olabileceğine inanıyor.
acil ortak kültür ihtiyacı
Slovenya AB' ne girdiginde, avrupa septiklerinden biri Marx Brothers' ı açımlayarak, 'biz Slovenlerin problemleri var ?
AB' ye girelim!
Problemler devam etse de, AB bunlarla ilgilenecek !
Buna rağmen AB hâlâ müdaafa edilmeye değer mi ?''
Esasında gerçek soru: hangi AB' dir ?
David Cameron, İngiltere' nin 30 yıl boyunca tatbik etmeye çalıştığı çok kültürlülüğe, aşırı ideolojileri beslediği gerekçesiyle hücum etti; bu hücum Angel Merkel' in Ekim 2010 beyanatına bir yankı olarak geldiği kimsenin gözünden kaçmadı; Merkel, ''Diğerleriyle yan yana yaşadığımızı ileri süren çok kültürlülük yaklaşımı allahtan başarısızlıkla sonuçlandı'' diyordu; Merkel' in bu yorumu da, iki yıl evvel Almanya' da ''Referans Kültürü'', Leitkultur tartışmasının gecikmiş bir devamı olarak beliriyordu.
David Cameron ve Angela Merkel, bize ne gibi bir referans kültürü satmaya çalışıyorlar ? Bu göçmen karşıtı kinin büyümesini, Avrupa siyaset arenasının yeniden biçimlenmesi bağlamında görmeliyiz; bu arena, hâlâ yakın zamana kadar, genelde belli başlı iki siyasi akım tarafindan işgal ediliyordu; biri ortanın Sağ' ı, diğeri ortanın Sol' u diyebilecegimiz iki akım ve daha küçük seçim tabanlarına hitap eden küçük partilerden ( ekolojist, komünist, aşırı sağ...) oluşuyordu bu yelpaze. Avrupanın batısında ve doğusundaki en son seçim sonuçları başka bir kutuplaşmayı sergilemektedir; global kapitalizmi temsil eden, ilerici bir programı ( çocuk düşürme toleranslı, eşcinselliğe, azınliklara hak tanıyan...) olan bir merkez partisi, ve karşıda, giderek güçlenen, göçmen karşıtı popülist bir parti. Bunun en belirgin örnegi Polonya, fakat benzer eğilimler Hollanda, Norveç, İsveç ve Macaristan' da gözlemlenmektedir.
Bu noktaya nasıl gelindi ?
Devlet iktidarının, siyaset dışı bırakılmış bir yönetim ve değişik menfaatların kayırılması mantığına indirgendiği bir devire girmiş bulunuyoruz. Hal bu olunca, siyasete biraz tutku kazandırmanın tek yolu korku yaratmaktır: göçmen korkusu, cinayet korkusu, inançsız sapıklık korkusu, devletin herşeye burnunu sokması korkusu, ekolojik felaket korkusu, bezdirilme korkusu (siyaseten doğruluk / politiquement correct / korku siyasetinin örnek liberal biçimidir.)
Bu sebeple, XXI. yüzyılın ilk on yılının en önemli siyasi olgusu, göçmen düşmanlığı politikasının marjinal aşırı sağ söylemi terk edip hakim söyleme dönüşmesidir. Yeni beliren kimlik gururu zihniyeti ortamında, belli başlı partiler, göçmenleri, ağırlandıkları toplumun değerlerine uyum sağlamaları beklenen davetliler olarak kabul etmekte ve böyle düşünmeyi makul görmektedirler. İlerici liberaller bu denli popülist bir ırkçılıktan ürkmektedirler; halbuki, hoşgörüleri, aynı bu popülistlerde olduğu gibi, diğerlerini aynı mesafede tutma ihtıyacını duymaktadır. Kafeyinsiz kahve, yağsız krema, politikasız politika, diğeri ile ilişki tecrübesini diğerinin farklılığını inkar ederek yaşayan liberal bir çok kültürlülük...
Böyle bir, ''farklı olan diğerini'' etkisiz kılma mekanizması, kendisini ılımlı bir yahudi düşmanı olarak gören, ''akılsal yahudi düşmanlığı'' nın yaratıcısı Robert Brasillach tarafindan 1938' de dile getirilmi$ti: ''kimseyi öldürmek istemiyoruz, hiçbir pogrom düzenleme niyetimiz yok. Fakat bununla beraber, içgüdüsel yahudi düşmanlığının her türlü beklenmedik tepkisine mani olabilmek için, en doğru tavrın, akılsal bir yahudi düşmanlığı geliştirmek olduğuna inanıyoruz'' diyordu; Brasillach, 1945' de ölüme mahkûm edildi.
Aynı tavır, avrupa hükümetlerinin ''göçmen tehdidi'' karşısındaki tavırlarında görülmüyor mu ?
Avrupa, kaba popülist ırkçılığı faziletle reddettikten sonra ''makul bir biçimde'' ırkçı önlemlere destek vermektedir… ve modern Brasillach kılığına giren bazı politikacılar, 'kimseyi öldürmek istemiyoruz, hiçbir pogrom düzenlemek niyetimiz de yok. Fakat göçmen düşmanlarının beklenmedik tepkilerine mani olabilmek için en doğru yolun akılcı bir göçmen politikası düzenlemek olduğunu düşünüyoruz'' diyorlar .
İnsanları ideolojik bir kirlenmeden kurtardığını zanneden bu düşünce doğrudan bir barbarlıktan insan yüzlü bir barbarlığa geçişi temsil etmektedir; esasında bu, hiristiyanlığın vaaz ettiği insan sevgisinin inkarı ve tamamen paganist, barbar 'öteki' ne karşı kendi kabilesini kayıran, korkunç bir gerilemedir. Aslında hiristiyan değerleri müdaafa ettiğini iddia etse de, hiristiyan mirası tehdit eden en büyük tehlike olarak gözükmektedir.
Bizce Avrupa' nın çıkmazı daha da derindir. Bu göçmen düşmanı ideoloji, evvela Avrupa' nın geçmiş uzanan günahlarını çıkarmakta, Avrupa mirasını mütevazi bir biçimde kabullenmekte ve diğer kültürlerin zenginliğini övmekten de geri kalmamaktadır. William Butler Yeats bu durumu çok iyi belirler: ''en iyilerin imanı eksikken, kötüler şiddetli bir tutku içerisindeler.''
Bu çıkmaza nasıl bir son vermek gerek ?
Yeni beliren ırkçı Avrupa üzerine ağlayıp sızlanacağımıza, eleştirilerimizi kendimize yöneltmeliyiz, ve soyut çok kültürlülüğümüzün, bu içinde bulunduğumuz çıkmazdan ne denli sorumlu olup olmadığını sorgulamalıyız.
Eğer tüm taraflar aynı nezaket kurallarını paylaşmıyorlar veya saygı duymuyorlarsa, çok kültürlülük cehalete ve karşılıklı kine dönüşür. Çok kültürlülük çatışması, kültürler arasındaki bir çatışma değil, birçok değişik kültürün beraber yaşama tarzı ile ilgili farkli vizyonların, neticede, referans kültürü ( Leitkultur ) çatışmasıdır: bu kültürlerin, eğer bir arada yaşamak istiyorlarsa, paylaşmaları gerekli kural ve adetlerle ilgili bir çatışmadır bu.
Neticede, ''ne seviyede bir hoşgörüye tahammül gösterebiliriz ?'' türünde liberal tuzaklara düşmememiz gerekir. Bu şekilde mantık yürüttüğümüzde, hiçbir zaman yeteri kadar hoşgörülü olamayız, veya çok hoşgörülüyüzdür…
Bu çıkmazdan çıkmanın tek yolu, tüm tarafların paylaşabileceği, pozitif bir evrensel proje teklif etmek ve bu proje için mücadele vermektir. Mücadeleye değer, ''erkek, kadın, yahudi, yunan ayrımı yok'' türünde, ekonomik, ekolojik dava çok. Avrupa Birliğinin bize ne kazandırıp ne kaybettirdiği muhasebesini yapmak yerine, Avrupa Birliğinin bizim için neyi temsil ettiği üzerine düşünelim.
Sigmund Freud, yaşamının sonuna dogru , ''kadınlar ne istiyor ?'' sorusuyla çaresizliğini belirtiyordu. Bugün ise biz, ''Avrupa ne istiyor ?'' sorusunu soruyoruz.
Esas itibariyle, faaliyetinin, global kapitalist gelişmeyi düzenlemek olduğunu biliyoruz; bazen, geleneklerin müdaafası ile flört ettiğini de görüyoruz; bir gün, bu iki farklı faaliyet kendi kaybına sebep olacak. Avrupa için, bu aptallaştırıcı çıkmazdan çıkmanın tek yolu, evrensel ve radikal özgürleşme mirasını tekrardan canlandırmasıdır.
Vazifemiz, basit bir hoşgörünün de ötesinde, özgürleştirici, pozitif, sadece kendisinin gerçek bir kültür karışımını beraber yaşatabileceği bir referans kültürüne ulaşmaktır; vazifemiz bu referans kültürü mücadelesine 'angaje' olmaktır. Sadece diğerlerine saygılı olmakla yetinmeyelim, bugün tüm problemlerimiz ortak olduğuna göre, herkese ortak bir mücadele imkanı sunalım.
filozof Slavoj Zizek