Yasemin Çongar Gerçeği anlatarak çoğaltan bir roman YA DA 09 04 2011
* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır.
***
“Şüphe,” der o meşhur Fars atasözü, “bilginin anahtarıdır.” Anahtarın her iki tarafa da çevrilebileceğini söylemez ama; şüphenin, gerçeğin kapısını açabileceği gibi, pekâlâ kilitleyebileceğini de hatırlatmaz. Kendilerine söylenen yalanlardan yıllarca hiç şüphe etmedikleri için gerçeği hiç bilmemiş olanların ülkesinde, gün gelip, her şeyden her zaman şüphe etmeye başladıkları için hiçbir zaman hiçbir şeyi bilemeyecek olanların arasına düşmüştüm. Kırmızısı, siyahı bol bir rüyaydı. Sıkıntılıydı ama “kâbus” demeye dilimin varmadığı kadar kendisiydi hayatın. Yağı alınıp ömrü uzatılmış yalancı sütler misali, beyazı mavisinde kaybolan bir Marmara sabahına uyanmak iyi geldi. Faşizmden çıkış böyle bir şey diye düşündüm; faşizmden çıkarken, nihilizme yuvarlanmak mümkün. Şehir rüzgârlıydı. Terasın kenarına dizilmiş, “gel, al beni” dercesine, pır pır pır, dört bir yana bakınan vesikasız deniz dilberlerini seyrettim; öyle bir süre beraberce üşüdük; sonra, varlıklarını bu sabah da canhıraş armağan eden ne mutlu Türk çocuklarının sesi aşağıdaki okul bahçesinden yükselince, huzursuzlanıp, topluca Haliç’e doğru uçtular. İçeri girdim. Bu güzelim memleketin her hal ve koşulda hep güvensiz, görünüşe pek düşkünken bile hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığından her ne hikmetse emin, sevgililerinin sıcak koynundayken de tedirgin ve titrek olan ruhlarının arasından beni çekip alarak, sinekkaydı anlatımıyla bir solukta zihnimi ferahlattıktan sonra, fazla oyalamaksızın, bildik heveslerin bildik korkularla kaynadığı kocaman bir cadı kazanının içine itiveren romanı açtım.
En temiz günlerimiz temiz değildi
Benjamín Prado’yu, epey bir zaman önce, bir başka kitabıyla, güzel adına hiç benzemeyen güzel romanı La nieve esta vacia (Kar Boşluktur) ile tanımıştım. Üç arkadaştan biri bir cinayet işliyordu o romanda; anlatıcının ve katilin üçünden hangisi olduğunu sonuna kadar anlayamıyordunuz. Romanda, gazetecilik yaparak geçinmeye çalışan bir yazar vardı, hatırlıyorum; rüyalarında kendini hiç görmeyen bir adamın romanını yazıyordu. Adam, tek bir gece kendi rüyasına girebilse, hayat şahlanacak ve ölüm karşısındaki o muhteşem ama geçici zaferlerinden birini daha kazanacak sanıyordunuz. Olmuyordu.
1961 Madrid doğumlu romancı, hikâyeci, şair ve El País yazarı Prado, İspanya’nın en üretken anlatıcılarından biri; “anlatıcı” diyorum çünkü hakikaten anlatan bir yazısı var onun; dilini sevmekten vazgeçmemiş bir gazeteci gibi yazıyor daha ziyade; okurun dikkat penceresinin her an kapanabileceğini bilen bir yazıişleri emektarı gibi tasarruflu tariflerle ilerlerken, atmosferden ve duygudan çok, “anlam” konusunda titizleniyor; onu okurken anlamaya çalışmıyorsunuz hiç, anlıyorsunuz. Prado, İspanya’da iki hafta önce yayımlanan sekizinci romanında, yavanlaşmadan yalın olmayı başarabilen üslûbunu, ülkesinin yakın tarihini yeniden yazma çabasındaki cevval bir gazetecinin maceralarına uyarlayınca, ortaya uzunca bir “röportaj” niyetine de okunabilecek bir kitap çıkmış. Tabii, bunda, romanın konusunun, daha doğrusu, romandaki gazetecinin aydınlatmaya çalıştığı dönemin özelliğinin de büyük payı var. Romanın adı –tercümeye ne hacet– Operación Gladio.
Prado, evet, Soğuk Savaş sırasında NATO’nun, İtalya ve diğer “Batı” Avrupa ülkelerinde, sözümona “komünizm tehlikesine” karşı örgütlediği kontrgerilla operasyonunun marifetlerini anlatıyor. Ama, hayır, bugün artık “karanlık” olduğu bilinen bir dönemin kuytularına edebiyatın ışığını tutmakla yetinmiyor bunu yaparken; Operación Gladio, çok daha zor bir işe, İspanya’da gerçek çehresi ancak yeni yeni ve hâlâ yarımyamalak anlaşılmaya başlanan bir “aydınlanma” dönemini aydınlatma gayretine girişiyor. Böylece, kısaca “La Trancisión“ (Geçiş) diye anılan ve Narcis Serra’nın Demokratikleşme Sürecinde Ordu (Şahika Tokel’in çevirisi, İletişim) kitabının yayımlanması sayesinde, son dönemde bizde de daha çok bilinmeye başlanan İspanya’nın demokrasiye geçiş macerasının benzersiz bir hikâyesi çıkıyor ortaya; ancak “En temiz günlerimiz aslında hiç temiz değildi” diye söze başlayabilenlerin anlatabileceği türden “gerçek” bir hikâye bu.
Kötü hatıralar için kötü bir hafıza
Tarihe, sadece bireylerin küçük evrenlerinin içinden değil, bütün bir toplumun hayatını ilgilendiren ve genel olarak bilinen büyük olayları da deşerek bakan her romancının yapması gereken o hassas hesap, Prado’nun kitabında, basit bir ölçüye kavuşmuş gibi geldi bana. “Resmî tarihin bize anlatmadıklarını anlatacağım” diye yola çıkan bir yazar, kurgunun nerede bitip, gerçekliğin nerede başlayacağının sınırını çizmeyi, hayatın kendisine bırakabiliyor sanırım. Operación Gladio, bir casus romanı olduğu kadar, İspanya’nın 1970 ve 1980’li yıllarını belirleyen olayların Prado’nun gözünden yeniden yazılışı aynı zamanda. Gerçeği, edebiyatın hizmetkârı yapan bir roman değil bu; daha ziyade, edebiyatın, resmî tarihe meydan okuduğu ve bunu yapmasını kolaylaştıran bir dizi karakter ve ortam dışında, büyük olayların hiçbirini kendince kurup, kurgulamadığı bir kitap.
Böyle bir “proje”yi taşımak için bir gazeteciden daha uygun karakter zor bulunur; Prado da bunu biliyor ki, özel hayatı darmadağın da olsa, gazeteciliğine kimsenin laf edemediği zeki, cesur ve inatçı bir kadın olan Alicia Duran’ı, bir tür alter ego gibi romanın ortasına yerleştirmiş.
Alicia, “Geçiş” döneminin gerçek hikâyesinin peşinde, Franco’nun devrilmesinden sonraki yıllarda siyasi sorumluluk almış adamları bulup konuşuyor; o döneme damgasını vuran suikastları, eylemleri, kararları birbirleriyle ilişkilendiren sorular soruyor ve bu cevapları biriktirdikçe, hiçbir zaman hiçbir şeyden şüphe etmeyenler kadar, her an her şeyden şüphe etmekten bir türlü kurtulamayanların da asla beceremeyeceği bir işi başarıyor aslında; tarihi yeniden yazmaya başlıyor. Bunun ne kadar tehlikeli bir iş olabileceğini gördükçe, Prado’nun size sunduğu çifte kimlikle, bir “tarih okuru” olarak bayağı heyecanlanırken, bir “roman okuru” olarak büsbütün ürperip geriliyorsunuz. O zaman Alicia’yı gerçeğe taşıyan ve romanda “soru-cevap” akışıyla tam bir mülakat gibi verilen konuşmalardan birindeki muhatabı Alfonso Llamas’ın “mutluluk formülü”nü anlamanız da kolaylaşıyor: “Temiz bir vicdan ve kötü hatıralar için kötü bir hafıza.”
Kanlı bir CIA projesi olarak “Geçiş”
İspanya’da Franco rejiminin sonu, General Franco’nun 20 Kasım 1975’teki ölümünden önce geldi. İç Savaş’ta milliyetçilerin önderliğini yapan ve ondan sonra İspanya’yı yönettiği otuz altı yıl boyunca, yandaşları tarafından hep “El Caudillo” (önder) diye anılan faşist diktatör, Haziran 1973’te sağlık sorunları nedeniyle “başkanlığı,” yakın dostu ve yıllardır rejiminin temel direklerinden biri olan Amiral Luis Carrero Blanco’ya bıraktı. Ve Carrero, sadece altı ay sonra Madrid’de, ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ın şehri ziyaretinin hemen ardından öldürüldü. Görünürde, suikastı ayrılıkçı Bask örgütü ETA düzenlemişti; Carrero’nun ayine gittiği kiliseye uzanan caddelerden birinin altına metrelerce uzanan bir tünel kazıp, o tünele yüz kilo patlayıcı yerleştirerek yapmıştı bunu
Operación Gladio’da, Prado’yu, ya da hadi Alicia’yı diyelim, yeni bir “tarih” yazımına doğru yola çıkaran soru çok basit: “Carrero’yu kim niye öldürdü?”
Alicia, ETA’nın yalnız hareket etmediğini, Amerikan ajanlarının yönlendirmesiyle ve CIA tarafından sağlanan patlayıcılarla bu işi yaptığını anlamaya başladığında ise, sorular da çeşitlenmeye başlıyor: Carrero’dan üç yıl sonra, 24 Ocak 1977’de, Madrid’deki bir eve yapılan baskında, o zamanlar hâlâ yeraltında olan Komünist Partisi’ne üye beş sendika avukatının katledilmedisi kimin marifetiydi, peki? İspanya tarihine “Atocha Katliamı” olarak geçen ve sorumluluğunu kâğıt üzerinde o meşum “AAA” örgütünün, tam adıyla Alianza Apostolica Anticomunista’nın (Anti-Komünist Havariler İttifakı) üstlendiği katliamın en önemli sonuçlarından birinin İspanya Komünist Partisi’nin yasallaşması olduğu düşünülürse, kime yaramıştı bu kanlı eylem? Carrero’nun ortadan kaldırılması, “Geçiş” sürecini resmen başlatmış, Atocha Katliamı normalleşmeyi hızlandırmıştı; o zaman bu kanlı eylemlerin arkasında “denetimli bir demokrasi, denetimsiz bir diktatörlüğe yeğdir” diyen bir güç mü vardı acaba? Ve 23 Şubat 1981’deki darbe girişiminin akim kalmasında belirleyici rol oynayan Kral Juan Carlos kime güveniyordu?
Böyle alt alta sıralayınca, muhtelif tezahürlerini kendi kanlı tarihimizden değil sadece, hâlâ için için kanayan bugünümüzden de bildiğimiz üzere, her karanlık olaya uyacak bir komplo teorisi bulmakta ustalaşan bir zihniyetin meyvesi gibi geliyor bu sorular; biliyorum. Ama Prado, Operación Gladio’da o kadar basite indirgemiyor işi; iyi bir gazeteci ve şüpheci bir demokrat olarak yarattığı Alicia’nın yardımıyla, İspanya’da son yıllarda ortaya çıkarılan gerçek belgeleri de kullanarak, CIA destekli “Kızıl Gladio” örgütünün sadece ETA ile değil, Maocu GRAPO grubuyla da ilişkisinin izini büyük bir titizlikle sürüyor.
Siz ise, bir yandan, Alicia’yı uzanıp tutmak, onu korumak, “Boşver gerçeği” demek, “Hayat bundan ibaret değil” diye haykırmak, 2006’da öldürülen Rus gazeteci Anna Politkovskaya’nın ABD’de geçen hafta yayımlanan kitabının başlığındaki gibi “Gazetecilik ölmeye değer mi” diye sormak isteyecek kadar ürkerek, üzülerek ama bir yandan da, gerçeği öğrenmek için, sürekli bir öğrenme gayretinden başka hiçbir şeyin doyuramayacağı arsız bir iştah duyarak okuyorsunuz. Ve okurken kavramaya başlıyorsunuz ki, öğrenmek dediğimiz şey, şüpheciliği şiar edindiği kadar, ıslah da edebilen bir merakla mümkün ancak. Sonuçta, çoğunun kökeni Gestapo’ya dayanan Gladio mensuplarının binlerce saldırının arka planında olduğu koyu gölgeli bir Avrupa manzarasının içinden, Alicia’nın Llamas’tan duyup aklına kazıdığı bir söz kalıyor geriye: “Olup biten her şey değildir gerçek, sadece anlatabildiğiniz kısmıdır onun...” Ve Prado’nun “anlatı”sına, biraz da bu yüzden, gerçeği daha fazla anlatarak çoğaltma çabasına sahip çıktığı için saygı duyuyorsunuz siz. Gazetecilik de, edebiyat da, kendi ayrı yataklarında akarken, gün geliyor aynı çabada buluşuyorlar zira.
ycongar@mac.com
Diğer Yasemin Çongar Makaleleri:
Gerçeği anlatarak çoğaltan bir roman - 09.04.2011
Sen haklıydın Rosa: Ça ira! Ça ira! - 02.04.2011
Hoyrat bir hayatı sakin bir romana yeğlemek - 26.03.2011
Zamanla cilveleşme cüreti ve hayatın kara delikleri - 05.03.2011
Bir devrin sonu... - 02.03.2011
Ardımda kara bir ayin bırakmadan gideceğim - 26.02.2011
Gözler Suudi Arabistan’da - 25.02.2011
Ankara susuyor çünkü… - 22.02.2011
‘Ben’ dediklerimiz ve acıyı ıstırap eylemek - 19.02.2011
İranlı muhalifler ve Gül’ün ziyareti - 15.02.2011
Mısırlı devrimcinin birkaç ömürlük isyanı - 12.02.2011
Mısır’da devrim ve tarih - 09.02.2011
Zavallı Gandi... - 08.02.2011
Tahrir’e bakarken, Tiananmen’i görmek - 04.02.2011
Mübarek’in sonu - 02.02.2011
* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır.
***
“Şüphe,” der o meşhur Fars atasözü, “bilginin anahtarıdır.” Anahtarın her iki tarafa da çevrilebileceğini söylemez ama; şüphenin, gerçeğin kapısını açabileceği gibi, pekâlâ kilitleyebileceğini de hatırlatmaz. Kendilerine söylenen yalanlardan yıllarca hiç şüphe etmedikleri için gerçeği hiç bilmemiş olanların ülkesinde, gün gelip, her şeyden her zaman şüphe etmeye başladıkları için hiçbir zaman hiçbir şeyi bilemeyecek olanların arasına düşmüştüm. Kırmızısı, siyahı bol bir rüyaydı. Sıkıntılıydı ama “kâbus” demeye dilimin varmadığı kadar kendisiydi hayatın. Yağı alınıp ömrü uzatılmış yalancı sütler misali, beyazı mavisinde kaybolan bir Marmara sabahına uyanmak iyi geldi. Faşizmden çıkış böyle bir şey diye düşündüm; faşizmden çıkarken, nihilizme yuvarlanmak mümkün. Şehir rüzgârlıydı. Terasın kenarına dizilmiş, “gel, al beni” dercesine, pır pır pır, dört bir yana bakınan vesikasız deniz dilberlerini seyrettim; öyle bir süre beraberce üşüdük; sonra, varlıklarını bu sabah da canhıraş armağan eden ne mutlu Türk çocuklarının sesi aşağıdaki okul bahçesinden yükselince, huzursuzlanıp, topluca Haliç’e doğru uçtular. İçeri girdim. Bu güzelim memleketin her hal ve koşulda hep güvensiz, görünüşe pek düşkünken bile hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığından her ne hikmetse emin, sevgililerinin sıcak koynundayken de tedirgin ve titrek olan ruhlarının arasından beni çekip alarak, sinekkaydı anlatımıyla bir solukta zihnimi ferahlattıktan sonra, fazla oyalamaksızın, bildik heveslerin bildik korkularla kaynadığı kocaman bir cadı kazanının içine itiveren romanı açtım.
En temiz günlerimiz temiz değildi
Benjamín Prado’yu, epey bir zaman önce, bir başka kitabıyla, güzel adına hiç benzemeyen güzel romanı La nieve esta vacia (Kar Boşluktur) ile tanımıştım. Üç arkadaştan biri bir cinayet işliyordu o romanda; anlatıcının ve katilin üçünden hangisi olduğunu sonuna kadar anlayamıyordunuz. Romanda, gazetecilik yaparak geçinmeye çalışan bir yazar vardı, hatırlıyorum; rüyalarında kendini hiç görmeyen bir adamın romanını yazıyordu. Adam, tek bir gece kendi rüyasına girebilse, hayat şahlanacak ve ölüm karşısındaki o muhteşem ama geçici zaferlerinden birini daha kazanacak sanıyordunuz. Olmuyordu.
1961 Madrid doğumlu romancı, hikâyeci, şair ve El País yazarı Prado, İspanya’nın en üretken anlatıcılarından biri; “anlatıcı” diyorum çünkü hakikaten anlatan bir yazısı var onun; dilini sevmekten vazgeçmemiş bir gazeteci gibi yazıyor daha ziyade; okurun dikkat penceresinin her an kapanabileceğini bilen bir yazıişleri emektarı gibi tasarruflu tariflerle ilerlerken, atmosferden ve duygudan çok, “anlam” konusunda titizleniyor; onu okurken anlamaya çalışmıyorsunuz hiç, anlıyorsunuz. Prado, İspanya’da iki hafta önce yayımlanan sekizinci romanında, yavanlaşmadan yalın olmayı başarabilen üslûbunu, ülkesinin yakın tarihini yeniden yazma çabasındaki cevval bir gazetecinin maceralarına uyarlayınca, ortaya uzunca bir “röportaj” niyetine de okunabilecek bir kitap çıkmış. Tabii, bunda, romanın konusunun, daha doğrusu, romandaki gazetecinin aydınlatmaya çalıştığı dönemin özelliğinin de büyük payı var. Romanın adı –tercümeye ne hacet– Operación Gladio.
Prado, evet, Soğuk Savaş sırasında NATO’nun, İtalya ve diğer “Batı” Avrupa ülkelerinde, sözümona “komünizm tehlikesine” karşı örgütlediği kontrgerilla operasyonunun marifetlerini anlatıyor. Ama, hayır, bugün artık “karanlık” olduğu bilinen bir dönemin kuytularına edebiyatın ışığını tutmakla yetinmiyor bunu yaparken; Operación Gladio, çok daha zor bir işe, İspanya’da gerçek çehresi ancak yeni yeni ve hâlâ yarımyamalak anlaşılmaya başlanan bir “aydınlanma” dönemini aydınlatma gayretine girişiyor. Böylece, kısaca “La Trancisión“ (Geçiş) diye anılan ve Narcis Serra’nın Demokratikleşme Sürecinde Ordu (Şahika Tokel’in çevirisi, İletişim) kitabının yayımlanması sayesinde, son dönemde bizde de daha çok bilinmeye başlanan İspanya’nın demokrasiye geçiş macerasının benzersiz bir hikâyesi çıkıyor ortaya; ancak “En temiz günlerimiz aslında hiç temiz değildi” diye söze başlayabilenlerin anlatabileceği türden “gerçek” bir hikâye bu.
Kötü hatıralar için kötü bir hafıza
Tarihe, sadece bireylerin küçük evrenlerinin içinden değil, bütün bir toplumun hayatını ilgilendiren ve genel olarak bilinen büyük olayları da deşerek bakan her romancının yapması gereken o hassas hesap, Prado’nun kitabında, basit bir ölçüye kavuşmuş gibi geldi bana. “Resmî tarihin bize anlatmadıklarını anlatacağım” diye yola çıkan bir yazar, kurgunun nerede bitip, gerçekliğin nerede başlayacağının sınırını çizmeyi, hayatın kendisine bırakabiliyor sanırım. Operación Gladio, bir casus romanı olduğu kadar, İspanya’nın 1970 ve 1980’li yıllarını belirleyen olayların Prado’nun gözünden yeniden yazılışı aynı zamanda. Gerçeği, edebiyatın hizmetkârı yapan bir roman değil bu; daha ziyade, edebiyatın, resmî tarihe meydan okuduğu ve bunu yapmasını kolaylaştıran bir dizi karakter ve ortam dışında, büyük olayların hiçbirini kendince kurup, kurgulamadığı bir kitap.
Böyle bir “proje”yi taşımak için bir gazeteciden daha uygun karakter zor bulunur; Prado da bunu biliyor ki, özel hayatı darmadağın da olsa, gazeteciliğine kimsenin laf edemediği zeki, cesur ve inatçı bir kadın olan Alicia Duran’ı, bir tür alter ego gibi romanın ortasına yerleştirmiş.
Alicia, “Geçiş” döneminin gerçek hikâyesinin peşinde, Franco’nun devrilmesinden sonraki yıllarda siyasi sorumluluk almış adamları bulup konuşuyor; o döneme damgasını vuran suikastları, eylemleri, kararları birbirleriyle ilişkilendiren sorular soruyor ve bu cevapları biriktirdikçe, hiçbir zaman hiçbir şeyden şüphe etmeyenler kadar, her an her şeyden şüphe etmekten bir türlü kurtulamayanların da asla beceremeyeceği bir işi başarıyor aslında; tarihi yeniden yazmaya başlıyor. Bunun ne kadar tehlikeli bir iş olabileceğini gördükçe, Prado’nun size sunduğu çifte kimlikle, bir “tarih okuru” olarak bayağı heyecanlanırken, bir “roman okuru” olarak büsbütün ürperip geriliyorsunuz. O zaman Alicia’yı gerçeğe taşıyan ve romanda “soru-cevap” akışıyla tam bir mülakat gibi verilen konuşmalardan birindeki muhatabı Alfonso Llamas’ın “mutluluk formülü”nü anlamanız da kolaylaşıyor: “Temiz bir vicdan ve kötü hatıralar için kötü bir hafıza.”
Kanlı bir CIA projesi olarak “Geçiş”
İspanya’da Franco rejiminin sonu, General Franco’nun 20 Kasım 1975’teki ölümünden önce geldi. İç Savaş’ta milliyetçilerin önderliğini yapan ve ondan sonra İspanya’yı yönettiği otuz altı yıl boyunca, yandaşları tarafından hep “El Caudillo” (önder) diye anılan faşist diktatör, Haziran 1973’te sağlık sorunları nedeniyle “başkanlığı,” yakın dostu ve yıllardır rejiminin temel direklerinden biri olan Amiral Luis Carrero Blanco’ya bıraktı. Ve Carrero, sadece altı ay sonra Madrid’de, ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ın şehri ziyaretinin hemen ardından öldürüldü. Görünürde, suikastı ayrılıkçı Bask örgütü ETA düzenlemişti; Carrero’nun ayine gittiği kiliseye uzanan caddelerden birinin altına metrelerce uzanan bir tünel kazıp, o tünele yüz kilo patlayıcı yerleştirerek yapmıştı bunu
Operación Gladio’da, Prado’yu, ya da hadi Alicia’yı diyelim, yeni bir “tarih” yazımına doğru yola çıkaran soru çok basit: “Carrero’yu kim niye öldürdü?”
Alicia, ETA’nın yalnız hareket etmediğini, Amerikan ajanlarının yönlendirmesiyle ve CIA tarafından sağlanan patlayıcılarla bu işi yaptığını anlamaya başladığında ise, sorular da çeşitlenmeye başlıyor: Carrero’dan üç yıl sonra, 24 Ocak 1977’de, Madrid’deki bir eve yapılan baskında, o zamanlar hâlâ yeraltında olan Komünist Partisi’ne üye beş sendika avukatının katledilmedisi kimin marifetiydi, peki? İspanya tarihine “Atocha Katliamı” olarak geçen ve sorumluluğunu kâğıt üzerinde o meşum “AAA” örgütünün, tam adıyla Alianza Apostolica Anticomunista’nın (Anti-Komünist Havariler İttifakı) üstlendiği katliamın en önemli sonuçlarından birinin İspanya Komünist Partisi’nin yasallaşması olduğu düşünülürse, kime yaramıştı bu kanlı eylem? Carrero’nun ortadan kaldırılması, “Geçiş” sürecini resmen başlatmış, Atocha Katliamı normalleşmeyi hızlandırmıştı; o zaman bu kanlı eylemlerin arkasında “denetimli bir demokrasi, denetimsiz bir diktatörlüğe yeğdir” diyen bir güç mü vardı acaba? Ve 23 Şubat 1981’deki darbe girişiminin akim kalmasında belirleyici rol oynayan Kral Juan Carlos kime güveniyordu?
Böyle alt alta sıralayınca, muhtelif tezahürlerini kendi kanlı tarihimizden değil sadece, hâlâ için için kanayan bugünümüzden de bildiğimiz üzere, her karanlık olaya uyacak bir komplo teorisi bulmakta ustalaşan bir zihniyetin meyvesi gibi geliyor bu sorular; biliyorum. Ama Prado, Operación Gladio’da o kadar basite indirgemiyor işi; iyi bir gazeteci ve şüpheci bir demokrat olarak yarattığı Alicia’nın yardımıyla, İspanya’da son yıllarda ortaya çıkarılan gerçek belgeleri de kullanarak, CIA destekli “Kızıl Gladio” örgütünün sadece ETA ile değil, Maocu GRAPO grubuyla da ilişkisinin izini büyük bir titizlikle sürüyor.
Siz ise, bir yandan, Alicia’yı uzanıp tutmak, onu korumak, “Boşver gerçeği” demek, “Hayat bundan ibaret değil” diye haykırmak, 2006’da öldürülen Rus gazeteci Anna Politkovskaya’nın ABD’de geçen hafta yayımlanan kitabının başlığındaki gibi “Gazetecilik ölmeye değer mi” diye sormak isteyecek kadar ürkerek, üzülerek ama bir yandan da, gerçeği öğrenmek için, sürekli bir öğrenme gayretinden başka hiçbir şeyin doyuramayacağı arsız bir iştah duyarak okuyorsunuz. Ve okurken kavramaya başlıyorsunuz ki, öğrenmek dediğimiz şey, şüpheciliği şiar edindiği kadar, ıslah da edebilen bir merakla mümkün ancak. Sonuçta, çoğunun kökeni Gestapo’ya dayanan Gladio mensuplarının binlerce saldırının arka planında olduğu koyu gölgeli bir Avrupa manzarasının içinden, Alicia’nın Llamas’tan duyup aklına kazıdığı bir söz kalıyor geriye: “Olup biten her şey değildir gerçek, sadece anlatabildiğiniz kısmıdır onun...” Ve Prado’nun “anlatı”sına, biraz da bu yüzden, gerçeği daha fazla anlatarak çoğaltma çabasına sahip çıktığı için saygı duyuyorsunuz siz. Gazetecilik de, edebiyat da, kendi ayrı yataklarında akarken, gün geliyor aynı çabada buluşuyorlar zira.
ycongar@mac.com
Diğer Yasemin Çongar Makaleleri:
Gerçeği anlatarak çoğaltan bir roman - 09.04.2011
Sen haklıydın Rosa: Ça ira! Ça ira! - 02.04.2011
Hoyrat bir hayatı sakin bir romana yeğlemek - 26.03.2011
Zamanla cilveleşme cüreti ve hayatın kara delikleri - 05.03.2011
Bir devrin sonu... - 02.03.2011
Ardımda kara bir ayin bırakmadan gideceğim - 26.02.2011
Gözler Suudi Arabistan’da - 25.02.2011
Ankara susuyor çünkü… - 22.02.2011
‘Ben’ dediklerimiz ve acıyı ıstırap eylemek - 19.02.2011
İranlı muhalifler ve Gül’ün ziyareti - 15.02.2011
Mısırlı devrimcinin birkaç ömürlük isyanı - 12.02.2011
Mısır’da devrim ve tarih - 09.02.2011
Zavallı Gandi... - 08.02.2011
Tahrir’e bakarken, Tiananmen’i görmek - 04.02.2011
Mübarek’in sonu - 02.02.2011