Azsonra Birazdan Şimdi Biz Türkiye'yiz. MarmaraYenikapı Ahsarla #etiket
Milliyetçilik iğrençleşti milliyetçilik canavarı 030 4 2011 pazar Haydut avukat Kerinçsiz vak’ası Katilin yanında gururla poz vermek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Milliyetçilik iğrençleşti milliyetçilik canavarı 030 4 2011 pazar Haydut avukat Kerinçsiz vak’ası Katilin yanında gururla poz vermek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Nisan 2011 Pazar

Milliyetçilik iğrençleşti milliyetçilik canavarı 030 4 2011 pazar Haydut avukat Kerinçsiz vak’ası Katilin yanında gururla poz vermek

Milliyetçilik iğrençleşti milliyetçilik canavarı Taraf wikileaks belgeleri istanbul  030 4 2011 pazar

Milliyetçilik iğrençleşti milliyetçilik canavarı Taraf wikileaks belgeleri istanbul  030 4 2011 pazar

“Haydut avukat” Kerinçsiz vak’ası
Katilin yanında gururla poz vermek
KONTROLSÜZ MİLLİYETÇİLİK milliyetçilik canavarı

Dink suikastından üç hafta sonra Washington’a gönderilen telgrafta, yükselen milliyetçilikle ilgili endişeler aktarılıyor.

ABD’nin Türkiye’deki diplomatlarının son on yıl içinde Washington’daki merkezlerine ilettikleri telgraflar arasında, “Türk milliyetçiliği” ve “Türk ırkçılığı” konularına ayrılmış olanlar da var.

Hatta Türkiye hakkındaki Amerikan resmî yazışmalarının en fazla eleştiri içeren bölümlerinin, bu iki konuyu ilgilendirdiği söylenebilir. Eleştiriler de, haliyle sadece ideoloji üzerinden değil, milliyetçi ve ırkçı önyargıları yansıtan uygulamalar, yasalar ve aktörler üzerinden yapılıyor. 2004, 2006 ve 2007 yıllarından üç ayrı telgrafa bakmak, bu konudaki Amerikan yaklaşımını anlamamıza yardımcı olabilir. 10 Mart 2004’te, dönemin ABD İstanbul Başkonsolosu David Arnett’in onayıyla Washington’a gönderilen “HASSAS” kodlu telgraf “Atatürk’ün kızının Ermeni kökenine ilişkin öfke, Türk ırkçılığını ifşa etti” başlığını taşıyor.

Gökçen’i “müdafaa etmek” adına...

Telgrafın başlangıcındaki “ÖZET” bölümü, o günlerin sıcak tartışmasının da özeti aslında:

Bir süre önce, müteveffa Sabiha Gökçen’in –Atatürk’ün manevi kızı ve Türkiye’nin ilk kadın pilotu– Ermeni olduğu yolunda iki Türk gazetesinde haberleştirilen iddialar, Türk toplumundaki çirkin ırkçılık damarını ortaya çıkardı. Haberler bir dizi önemli şahsiyetin Gökçen’i “müdafaa eden” ırkçı açıklamalar yapmasına yol açtı, bu da, daha açık fikirli köşe yazarlarından eleştiriler aldı. Olanların belki en endişe verici sonucu ise, bu haberi ortaya çıkaran haftalık Ermeni gazetesinin yayın yönetmenine karşı katı milliyetçilerin yürüttüğü yoğun ve şahsi kampanyaydı.

Telgrafta, Agos gazetesinin Sabiha Gökçen’in “Ermeni” kökeniyle ilgili haberi ve ardından Hürriyet’in de bu haberi sayfalarına taşımasıyla başlayan süreç ele alınırken, bir grup kişi ve kurumun “ırkçı ve hakaretâmiz” yorumlarına özellikle dikkat çekiliyor.

Emin Çölaşan’dan Genelkurmay’a...

Başkonsolos Arnett’in eleştirdiği çevre içinde dönemin Hürriyet yazarı Emin Çölaşan, Türk Hava Kurumu ve Genelkurmay Başkanlığı var ve bu çevrenin eleştiri konusu yorumları tegrafta ayrı ayrı aktarılıyor. Her biri, Ermeni olmayı (ya da Türk olmamayı) peşinen “kötü” bir şey gibi kabul eden bu değerlendirmeler, Arnett’in kaleminden şöyle yansımış:

»Hürriyet yazarı Emin Çölaşan geçen hafta bu konuda iki yazı yazdı. Çölaşan “ölmüş insanların kendilerini savunamayacağı” aşikârken, bu “yalan ve iftiraların” neden ortaya atıldığını soruyor.

»Türk Hava Kurumu (Türk Hava Kuvvetleri’ni güçlendirmek için Atatürk tarafından kurulmuştur) yazılı bir açıklama ile “tamamen uydurma ve temelsiz” olarak nitelediği haberlerin ‘sadece Gökçen’e değil, aynı zamanda Atatürk’e de hakaret olduğunu’ bildirdi.

»Türk Genelkurmayı bir açıklama yayınlayarak, Gökçen’in etnik kökeniyle ilgili haberleri ‘Atatürk milliyetçiliğine karşı temelsiz ve adaletsiz bir kampanya’ ve “ulusal değerleri ve duyguları istismar eden bir iddia” olarak eleştirdi.

Aynı telgrafta, Hürriyet ’ten Oktay Ekşi ile Zaman ’dan Şahin Alpay’ın bu tepkilerdeki “ırkçı” tonu eleştirdikleri de vurgulanıyor ve Alpay’ın bu konudaki yazısından geniş bir alıntı yapılıyor.

Telgraf, dönemin Ege Ordu Komutanı Hurşit Tolon’un açıklamasını ise şöyle yansıtmış:

Tolon, Türk Genelkurmayı’nın açıklamasıyla çelişen bir tavırla, bu açıklamadan önce, eğer Gökçen Ermeni idiyse, bunun Türk milliyetçiliğinin ve Atatürk’ün vizyonunun “yüceliğinin” önemli bir kanıtı olduğunu söyledi. “Bu,” dedi, “küreselleşen bir dünyada etnik kökenin önemi olmadığını Atatürk’ün yıllar önce anladığını gösterir.”

Hrant Dink, Agos’u bırakmayı düşündü

Başkonsolos Arnett, telgrafında, Sabiha Gökçen tartışması ardından, Agos’un Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’e karşı başlatılan kampanyayı da eleştiriyor. Dink’in “hain” ilan edilmesine varan kampanyayla ilgili şu satırlar dikkat çekici:

Dink’e yönelik düşmanca telefon aramalarıyla kırk kadar saldırgan ve alaycı protestocunun 26 şubatta Agos’un ofisinin önünde yaptığı gösteri, bu kampanyanın parçasıydı. Saldırılara asabı bozulmuş ve bariz bir şekilde öfkelenmiş olan Dink, ‘poloff’la (Başkonsolosluktaki Siyasi Müsteşar kastediliyor) konuşurken, gazeteyi bırakmayı bile düşündüğünü itiraf etti.

Aynı telgrafın sonundaki “YORUM” bölümü ise şöyle:

Bu olaylar Türk milliyetçiliğinin altında yatan ırkçılığa ışık tutuyor. Türkiye’nin laik müesses nizamının öfkesi de, Kemalist ideolojiye yönelik bir saldırı algısına karşı aşırı ölçüde duyarlı olduğunu yansıtıyor. Müesses nizamın empoze ettiği laik ve Tüklüğün anlamı nosyonlarını tartışmaya açma yönündeki her girişimin, Türkiye’nin evrensel normlara ve AB standartlarına bağlı olduğunu söylemesiyle bağdaşmayan duyguları ortaya çıkarmayı sürdürmesini bekleyebiliriz.

“Haydut avukat” Kerinçsiz vak’ası

Şimdi iki yıl sonrasına, 3 Ağustos 2006’ya gidelim. ABD’li diplomatların “ırkçı” ve “aşırı milliyetçi” tavırlar konusundaki eleştirilerini, bu tavırları gösteren şahsiyetlere yöneltmekten de geri durmadıklarını, bu tarihte ABD’nin Ankara’daki Maslahatgüzarı Nancy McEldowney’nin onayıyla gönderilen telgraf ortaya koyuyor. Şimdinin Ergenekon sanığı Kemal Kerinçsiz’i, 11 bin yazışma içeren “WikiLeaks Türkiye belgeleri” arasında eşine pek rastlanmayan bir şekilde doğrudan eleştiren telgrafın başlığı: “Haydut avukat yeniden vuruyor; parlamento 301. maddede değişikliğe gidebilir.”

Telgraf, Baba ve Piç romanında “Türk kimliğine hakaret” ettiği iddiasıyla, yazar Elif Şafak aleyhine Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesi çerçevesinde açılan dava üzerinde duruyor. 301. maddenin o günkü içeriğini ve yaygın biçimde uygulanmasını eleştiren telgrafta, Şafak’a karşı davanın da müsebbibi olan Kerinçsiz’le ilgili değerlendirme şöyle:

Kerinçsiz, sayısız yazarı ve akademisyeni hırpalamak amacıyla, Türk kimliğini ya da Türk Cumhuriyeti’ni tahkir edenleri hedef alan 301. maddeyi istismar ediyor. (...) Kerinçsiz ve onun aşırı milliyetçi sağ kanat örgütü (Büyük Hukukçular Birliği kastediliyor) AB karşıtı, NATO karşıtı ve ABD karşıtı. Biz, Kerinçsiz’le görüşme talebinde bulunduk; o bunu, kendi örgütünün bir üyesinin “bir dış gücün ajanı ile” görüşmesinin uygun olmayacağını söyleyerek reddetti. Daha sonra, bu reddedişini MHP’nin yayını Yeniçağ’da yayınladı.

Kerinçsiz, 301. maddenin kabulünden kısa süre sonra, bu davaları açmaya başlamasıyla ün kazanan 46 yaşında bir avukat. Kerinçsiz’den birkaç yerde “haydut avukat” (rogue lawyer) diye söz eden telgrafın müteakip bölümünde ise, Kerinçsiz’in çeşitli kişi ve kurumlar aleyhine açtığı davaların eleştirel bir dökümü var.

Katilin yanında gururla poz vermek

Gelelim bu yazıda ele alacağımız son telgrafa... Tarih: 9 Şubat 2007, yani Hrant Dink öldürüleli üç hafta olmuş. ABD’nin o günkü Ankara Büyükelçisi Ross Wilson’ın onayıyla gönderilen telgrafın başlığı, meramını da özetliyor: “Türkiye’de milliyetçilik iğrençleşiyor.”

Hem Ergenekon soruşturmasının başlaması öncesinde Türkiye’deki “aşırı milliyetçi” tehdit ortamının fotoğrafını çeken hem de genel seçim arefesinde siyasi liderlerin milliyetçiliği nasıl kullandıklarını hatırlatan bu telgrafın geniş bir bölümünü aşağıda aktarıyoruz; yazıda kaynak alınan diğer telgraflar gibi, bu yazışmanın orijinalini de bugünden itibaren Taraf’ın internet sitesinde bulabilirsiniz:

(1) ÖZET: Türk Cumhuriyeti’nin 1923’teki kuruluşundan bu yana birleştirici bir güç olan milliyetçilik, genel seçimlerin, hükümet-ordu gerginliğinin ve dikkatlerin Irak’taki PKK varlığı üzerinde yoğunlaşmaya devam etmesinin yarattığı baskı altında, tehlikeli derecede bölücü bir nitelik kazanıyor. Dink suikastı, küçük bir aklıselimlik penceresi sağladı ama akabindeki milliyetçi ters tepki, Türk toplumundaki bölünmenin derinliğine işaret ediyor. Hükümet ise temkinli hareket etmekle yetiniyor, liderlik göstermek ya da bir seçim yılında suları dalgalandırmak konusunda isteksiz davranıyor. Bu baskın ruh hali, bütün partilerin ortaklık ettiği bir seçim hilesinin şirazeden çıktığını işaret ediyor –iktidardaki AKP dahil herkes, milliyetçi oylar için birbiriyle yarışıyor; Başbakan Erdoğan bu durumu muhtemelen askeriyeye karşı bir koruma duvarı, AKP içindeki milliyetçi fraksiyona ise verilmiş bir rüşvet gibi görüyor. Bu patlamaya hazır atmosferde, medyadaki sözünü sakınmayan bir avuç köşe yazarı hariç tutulursa, çok az kişi, Türkiye’nin bu istikrarsız, ultra-milliyetçi aşırıcılık uçurumunun kenarından kesinlikle çekilmesi gerektiğini söyleme cesaretini gösteriyor.

(2) Hükümetteki AKP ile ana muhalefetteki, görünürde merkez-sol CHP gibi anaakım tabir edilen partilerin milliyetçi oyları toplamaya çalıştığı aylardır aşikâr. AKP açısından, pragmatik bir strateji söz konusu: Milliyetçi kanadının da gönlünü alması gereken büyük bir çadır partisi bu. AKP, aynı zamanda, orduya karşı sağını solunu korumak ve hayatlarında ilk kez oy kullanacak olan dört milyon gencin büyük bir bölümünü kendisine çekmek için de milliyetçiliği kullanıyor. AKP, geleneksel milliyetçilerden oy kapıp, MHP’nin parlamentoya girmesini engelleme hedefini de CHP ile paylaşıyor.

KONTROLSÜZ MİLLİYETÇİLİK

(3) Kontrolsüz bırakılan milliyetçilik, artık siyasi menfaat hesaplarının sınırlarını da aşmış görünüyor. Hrant Dink’in öldürülmesi ardından, bir Türk bayrağının önünde, Dink’in katiliyle birlikte gururla fotoğraf çektiren polisleri gösteren video kliplerin 2 şubatta yayınlanması birçok Türk’ü şaşkına çevirdi. Fotoğraflar, cinayette polisin parmağı olduğu dedikodularını arttırdı ve aşırılık yanlısı başka eylemlerin de her an olabileceğine ilişkin endişeyi tırmandırdı. Bu olay, Dink’in cenazesi sonrasındaki milliyetçi tepkilerin –mesela, futbol stadyumlarındaki şiddet ve cenazedeki “Hepimiz Hrant Dink’iz” ve “Hepimiz Ermeniyiz” sloganlarına açıkça antipatiyle yaklaşılması– üzerine eklendi.

(4) Erdoğan’ın Özel Kalem Müdür Yardımcısı bize, daha ciddi olaylar olmasını da beklediğini söyledi ama hükümetin bunlara sadece Türkiye’nin demokratik sistemi çerçevesinde “tepki verebileceğini” iddia etti. Başbakan, doğrudan bir şey yapmak yerine, ihmalkâr yetkilileri (mesela Trabzon Valisi’ni ve Emniyet Müdürü’nü) görevden alarak ve Dink’in cinayet zanlısı gibi ultra-milliyetçilerin yetiştiği yerlerden biri olan Trabzon’daki işsizliğe çözüm arayarak, ultra-milliyetçi tehdide dolaylı bir karşılık veriyor. Hükümet, aynı zamanda, azınlık ve insan haklarını savundukları için tehditler alan Profesör Baskın Oran ve yazar Elif Şafak dahil bir dizi tanınmış şahsiyete gecikmeli olarak koruma sağladı. Sağduyu sesleri ve milletçe kendi içine bakma çağrıları büyük ölçüde gazetelerin köşe yazarlarından geldi. Bu konuda hükümet açıklamaları ise, Başbakan’la MHP lideri Bahçeli arasındaki, Başbakan’ın kendi yurtsever milliyetçiliğini, MHP ideolojisinin özünü oluşturduğunu ima ettiği bölücü, ırkçı milliyetçilikten ayırdığı atışma hariç tutulursa, dikkat çekici bir şekilde namevcuttu.

(Telgrafın buraya almadığımız bölümünde TCK 301. madde kapsamında açılan davaların eleştirisi yapılıyor ve maddeyle ilgili reform önerileri değerlendiriliyor. Biz, en sondaki yorumla devam ediyoruz.)

YORUM: LİDERLİK BOŞLUĞU

Seçimlerin gerginleştirdiği mevcut atmosferde, anahtar konumdaki aktörler kişisel çıkarlarını bir tarafa bırakıp, hep birlikte tehlikeli bir eğilimle mücadele etme konusunda isteksiz görünüyorlar.

Cumhurbaşkanı Sezer sessiz kalıyor ve Erdoğan’ın açıklamaları da, sıkıntılı bir ülkeyi birleştirmekten ziyade, milliyetçi seçmenlerin gönlünü almaya ayarlanmış görünüyor. Muhalefet liderleri ise Türkiye’de halkın korkularını arttıran farklılıklara odaklanarak, bu bölücü atmosfere hizmet ediyorlar. İrtibatta olduğumuz kişiler arasında, daha önceki aşırı milliyetçilik dönemlerini yaşayan bazıları, giderek daha iğrenç bir hal alan, ‘onlara-karşı-biz’ tonundaki tartışmalardan endişe duyuyorlar; artan sayıda Türk, ülkelerinin –PKK, Irak’taki istikrarsızlık, İran’daki belirsiz ortam, AB’ye katılım reformları ve algılanan diğer tehditler tarafından– kuşatıldığını düşünüyor.

Burada eksik olan temel malzeme, liderlik. Erdoğan ve AKP cesur adımlar atarak kamuoyundaki tartışmayı şekillendirecekleri yerde, seçim ihtimali karşısında sinmiş görünüyorlar. Liderlik yapmak yerine, kamuoyu eğilimlerinin onları yönetmesine izin veriyorlar. Milliyetçilik kartını oynamak her ne kadar çıkarlara uygun görünmüş olsa da, bunun aslında tehlike doğurduğunu Dink cinayeti açıkça kanıtlamış olmalıydı. AKP, liderlik yapmamakla, daha yüzergezer bir seçmen kitlesine sahip olma riskini göze alıyor ve çokbaşlı milliyetçilik canavarının yeniden canlanmasına hizmet ediyor ki, seçimler geçtikten sonra, bu canavarı yeniden kutusuna sokmak artan ölçüde zor olabilir.


Amerikalı değil Kaymakam Halit - KURTULUŞ TAYİZ - Istanbul - 03.04.2011

MİLLİYET yazarı Can Dündar’ın ABDPKK ilişkisine kanıt olarak gösterdiği fotoğraftaki isimlerden biri olan Dursun Ali Küçük Taraf ’a konuştu: ABD’li denilen kişi, örgütün gümrük sorumlusu olan Kaymakam Halit’tir.


Sekiz yıl önceki bir konu... Milliyet’ten Can Dündar’ın ABD-PKK ilişkisine kanıt olarak gösterdiği fotoğraf yeniden gündemde.

23 Ocak 2003 tarihinde Milliyet’in manşetinden “İşte kanıt” başlığıyla duyurulan haberin, Irak’a müdahale etmeye hazırlanan ABD’yi ne kadar kızdırdığını dün gibi hatırlıyoruz.

ABD Büyükelçisi Robert Pearson, o sabah bir televizyon kanalına çıkarak adeta ateş püskürmüştü.

Pearson, elinde tuttuğu Milliyet gazetesini sallayarak, ABD-PKK buluşmasını yalanlıyordu.

Ancak, bu çabası pek de etkili olmadı. Türkiye’yi Irak operasyonuna razı etmeye çalışan ABD’nin, işi 23 Ocak 2003 sabahından sonra daha zordu.

Türk kamuoyu bu haberle ‘stratejik’ müttefikinin, arkasından gizli kapaklı dolaplar çevirdiğini bir kere öğrenmişti artık.

Bu gelişmelerin ABD’nin resmî yazışmalarına yansımasını ise sekiz yıl sonra, Taraf’ın yayımladığı WikiLeaks belgelerinden öğrendik.

Diplomatların yazışmalarından, ABD-PKK ilişkilerinin varlığını, çok alt düzeyde de olsa doğrulayacak bilgiler (24 mart 1994 tarihli WikiLeaks belgesinde) göze çarparken Dündar’ın ABD-PKK buluşmasının kanıtı olarak sunduğu fotoğraf ve iddialarını doğrulayacak bilgilere rastlanmıyordu. Ancak Can Dündar, önceki gün “Haber kaynağım Büyükanıt’tı” başlıklı yazısında, sekiz yıl önceki haberine konu olan fotoğraf ve yazısının teyit edildiğini savundu.

Fotoğraf gerçek

ABD’li yetkililerin PKK’yla buluşmayı kabul etmelerini beklemek elbette gerçekçi olmaz. Fakat bu konunun aydınlatılması gibi bir ciddi sorun da hâlâ ortada öylece duruyor.

Can Dündar’ın “İşte kanıt” diyerek yayımladığı fotoğrafta ABD’li yetkililerle bir araya gelen PKK’lı yöneticilerin bu konudaki sözleri ne derece tatmin edici olur; bunu okurların takdirine bırakıyorum.

Ama o fotoğrafta “ABD’li yetkili”yle birlikte oturan kişilerden (fotoğrafta Dursun Ali, olarak gösterilen) gerçek adı Dursun Ali Küçük olan eski PKK’lı yönetici bu konuyu Taraf’a anlattı. 2004’te örgütte yaşanan büyük ayrışmadan sonra PKK’dan ayrılarak Avrupa’da yaşamaya başlayan bu kişi, “ABD’lilerle bir araya gelmekle suçlandığı” için, bu fotoğrafın hikayesini paylaşma gereği duymuş.

Onun anlattığı hikaye ise çok farklı: Fotoğraf gerçek. Fotoğrafın çekildiği yer Kuzey Irak’ta PKK kamplarının bulunduğu, Hinere- Kelaşin adlı bölge. Yanda küçük bir göl var. Orada buluşanlar örgütün eski yöneticilerinden Nizamettin Taş, Ali Haydar Kaytan, Halil Ataç, Dursun Ali Küçük (sağda sırtı dönük, başında mendil olan) ve KDP’ye yakınlığıyla tanıdıkları Davut Bağıstani ile fotoğrafta “ABD’li yetkili” olarak işaretlenen PKK’lı “Kaymakam Halit” kod adlı kişi. Kaymakam Halit, fotoğrafın çekildiği alanda örgütün “gümrük” işlerinden sorumlu çalışanı. Bu kişi omzuna PKK’lıların kullandığı ve adına kefiye veya poşu dedikleri büyükçe bir eşarp takıyor. Ayağında yine örgütün giydiği Mekap marka ayakkabılar var. Başında ise özelliği olmayan bir şapka. Fotoğraf ise o anda “dostluk”, “hatıra” adına çekilmiş.

Dursun Ali Küçük, Can Dündar’a bu fotoğrafı ulaştıran Davut Bağıstani’yi örgütün o sıralar yeterince tanımadığını söylüyor. Dursun Ali’ye göre bu kişi sadece Dündar’ı yanıltmakla kalmıyor, PKK’yı da dolandırıyor. Silah tüccarı mı yoksa kurnaz bir şark dolandırıcısı mı emin değil; belki de son derece profesyonel bir istihbaratçı...

“ABD’li askeri yetkili”nin hikayesi burada son bulsa da Davut Bağıstani’nin öyküsü sürüyor.

Can Dündar’ın 23 Ocak 2003’teki “İşte kanıtı” manşetiyle duyurduğu haber, elbette sadece o fotoğrafla sınırlı değildi. Dündar’ın haberini yayımlamadan evvel Milliyet’ten Namık Durukan da PKK Başkanlık Konseyi’den ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen bir “yazıyı” ele geçirmişti.

Bağıstani PKK’yı dolandırdı

Dursun Ali’ye göre “o belge” de gerçek.

Ama şöyle ki:

2002’de PKK’nın Lübnan-Suriye faaliyetlerinden sorumlu liderleri Mustafa Karasu’dan, “Başkanlık Konseyi”ne bir mesaj ulaşıyor. ABD’li bir diplomatla görüşme yapabileceği bilgisini geçiyor bu mesajda. Aracı ise Davut Bağıstani. Karasu adlı yönetici, örgütten bu buluşmanın “sağlıklı” geçmesi için ayrıca 50 bin dolar istiyor. Dönemin Başkanlık Konseyi, ABD’yle alınan bu randevuya bir mektupla gidilmesini uygun buluyor. ‘Masraflar’ için de önce 25 bin, ardından da 10 bin olmak üzere toplam 35 bin dolar gönderiyor. Buluşma, Suriye’de bir lokantada gerçekleşir. Bağıstani, buluşmaya yanında “ABD’li diplomat” ile gelir. Mustafa Karasu ise, yanında İngilizce bilen bir tercümanla birlikte. Görüşme “gayet rahat” geçer. Karasu, görüştüğü kişiye, “PKK içinde Amerika’ya en çok karşı olan benim, ABD Kürt sorununu çözsün, en çok ABD’yi ben savunur ve desteklerim” der. Örgütün hazırladığı mektubu verir. “ABD’li diplomat” ise, Kürt sorununa olumlu yaklaşım göstereceklerini vurgular. Görüşme karşılıklı jestlerle biter. Karasu, örgüte görüşme hakkında ayrıntılı rapor yazar. Ancak çok sonra, Davut Bağıstani tarafından dolandırıldıklarını anlarlar...

ABD ile temas kuruldu

Irak’a müdahale öncesi “ABD ve PKK buluşmaları” olarak gündeme gelen haberlerin perde arkası böyle hikaye ediliyor. Ancak, bu anlatılanların ABD-PKK ilişkilerini tümden yok saydığı anlamına da gelmiyor. ABD’nin PKK ile Irak’a müdahale ettikten sonra ilişki kurduğu kaydediliyor. Toplam üç görüşme yapılmış. ABD’li askeri yetkililer ile PKK’nın Irak’taki temsilcileri bir araya geliyor. Temaslar ciddi bir nitelik kazanmıyor. Ve 2004’te kesiliyor. ABD’liler sonra PKK’nın İran kolu PJAK ile temas kuruyor. Ancak bu temasın da uzun ömürlü olmadığı söyleniyor.











 
Azsonra Birazdan Şimdi Biz Türkiye'yiz.