Azsonra Birazdan Şimdi Biz Türkiye'yiz. MarmaraYenikapı Ahsarla #etiket
Niebuhr'un dini meşgalesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Niebuhr'un dini meşgalesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Niebuhr'un dini meşgalesi, dini kesinlikten şüphe duymaktı ex libris 02 7 2011

'Niebuhr'un dini meşgalesi, dini kesinlikten şüphe duymaktı'  Yasemin Çongar
Taraf  ex libris 02 7 2011

“Bana, değiştirilmesi mümkün olmayan şeyleri kabullenmek için huzur; değiştirilmesi gereken şeyleri değiştirmek için cesaret; ve bu şeyler arasındaki farkı anlamak için akıl bahşet yarabbim.”
Amerikan düşüncesinin ve Amerikan kimliğinin yapıtaşlarından biri sayılan ilahiyatçı Reinhold Niebuhr’un 1943 tarihli mısralarından yadigar bir yakarış bu.
( “The Serenity Prayer” - Huzur Duası);
 geçtiğimiz ay yayınlanan tarihçi akademisyen 








John Patrick Diggins'in 'Why Niebuhr Now'
başlıklı kitap için, Yasemin Çongar'ın Taraf gazetesinde ex-libris sütünundaki
( 2-7-2011 )yazısı


http://en.wikipedia.org/wiki/Reinhold_Niebuhr


Peygamberdeveleriyle de başlayabilirdim aslında ama bir duayla başlayacağım:

“Bana, değiştirilmesi mümkün olmayan şeyleri kabullenmek için huzur; değiştirilmesi gereken şeyleri değiştirmek için cesaret; ve bu şeyler arasındaki farkı anlamak için akıl bahşet yarabbim.”

Amerikan düşüncesinin ve dolayısıyla Amerikan kimliğinin yapıtaşlarından biri sayılan ilahiyatçı Reinhold Niebuhr’un 1943 tarihli mısralarından yadigar bir yakarış bu. Adı, “The Serenity Prayer” (Huzur Duası): bugün, Amerikalılara kendilerini iyi hissettirmek adına her türlü dünyevî ya da uhrevî duyguyu, içini boşaltıp dışını süsleyerek yeniden tüketime sunan bilumum hediyelik eşya dükkânında kâh bir afişin kâh bir fincanın üzerinde görebileceğiniz bir dua… O dükkânları hiç sevmem ben; ve bu duayı çok severim.

insan bilmedğini yaratabilir mi ?

Çiftleşme esnasında, dişileri erkeklerini yiyen yamyam böcekleri seyrediyorduk televizyonda. Yalnız kaldıklarında pusuya yatıyorlardı. Ön bacakları yüce bir güce yakarırcasına havaya doğru kalkmış bir halde, öne arkaya usulca sallanarak bir tür ruhanî huşû içinde avlarını beklediklerinden sanırım, Latince isimleri mantis religiosa’ ydı (dindar böcek): Türkçesi ise peygamberdevesi.
En irisi on-on beş santim boyundaki bu yeşil canavarcıkların, üzerinde durdukları yaprağa ya da ağaç kabuğuna tam bir uyum sağlayacak, kendilerini bir karıncaya ya da bir çiçeğe tıpatıp benzetecek şekilde duruş ve renk değiştirmelerine, bu sayede saklanmadan sır olmalarına hayranlıkla bakarken, bir yandan da isimlerindeki manidar mizaha gülüyordum ben.

Peygamberdeveleri, sadece birbirlerini yemiyorlardı, tabii. Böcekgillerden bilumum hısım akrabalarının yanı sıra, canları et çekince, boylarından büyük memelileri yakalayıp gövdeye indirmeyi de biliyorlardı. Parmak kadar bir peygamberdevesinin avuç içi kadar bir fareyi yediğini gözlerimle gördüm; derken, bir başkası, bu kez bir sinek kuşunu, kımıltısız ve sessiz birkaç dakika boyunca süzdü süzdü süzdü ve,
ince kanatlarını müthiş bir hızla mütemadiyen çırpan o minicik yaratığı, muzip ve naif duruşuna hiç aldırmadan, bir anda yutuverdi. Bakakaldık. Peygamberdevesi, seyredildiğinden haliyle habersiz, ziyafetinden ise ziyadesiyle memnun olmalı ki,
raptiye büyüklüğündeki kafasının iki yanında, sanki başka bir yere aitmiş gibi duran devâsâ gözlerini kapayıp açtı bir an ya da bana öyle geldi.
Arkadaşıma, “Uzaylı bunlar” dedim. Bilimkurgu filmlerinden “tanıdık” uzaylılarımızı andık karşılıklı; onlardan hangilerinin peygamberdevesine daha çok benzediğini konuştuk.

Ertesi gün, “Sizin, hiç farkında olmadığınız zamanlarda da ben hep buradayım” diye mırıldanan, göle kesmiş bir denizin, kendi esintisini kendisi yaparak serinlemeye çalıştığı sakin bir öğle üzeri, karşıdaki adaya bakarken, yine peygamberdeveleri geldi aklımıza. “Bizim uzaylıların gözüyle, kaşıyla, endamıyla handiyse tıpatıp peygamberdevesine benzemesini düşünürken anladım ki, insan muhayyilesi bilmediği bir şeyi yaratamıyor” dedim, “galiba, tek istisnası “Tanrı” bunun. İnsan, Tanrı’yı görüp bildiği bir şey gibi yaratmadı. Bunun için de bir ‘yüz’ vermedi ona.
” Arkadaşım itiraz etti: “Tanrı, bilmediğimiz bir şey değil; öyle çok işareti var ki bu âlemde.

Bence, insanın bilmeden, görmeden, hatta anlamadan yarattığı tek şey, sonsuzluk.”
Bu söz üzerine, sonsuzluktan ziyade sonluluğu kavrayamadığımı düşündüm bir süre:
Bir şey bittiğinde hep başka bir şey başlamıyor muydu? Hiçbir şey bitmiyor, yok olmuyor, sadece başka bir şeye dönüşmüyor muydu aslında?..

“Tanrı ile sonsuzluk aynı şey olabilir” dedim. “Olabilir” dedi arkadaşım.

Obama'nın ve hepimizin ilahiyatçısı

Hayatının son yirmi yılını New York Şehir Üniversitesi’nde (CUNY) tarih profesörü olarak geçiren John Patrick Diggins (1935-2009), hocalığının yanı sıra Max Weber, John Dos Passos, Benito Mussolini, faşizm, savaş, barış, komünizm ve Amerikan solu, ve tabii, hayranlığını gizleme gereği duymadığı Ronald Reagan üzerine yazdıklarıyla tanınan bir entelektüel tarih vâkânüvisiydi.

Diggins'in ölmeden önce büyük bir ölçüde tamamladığı, nihai rötüşları ise hayatının son bölümünü birlikte geçirdiği sevgilisi Elisabeth Harlan, eski öğrencisi Robert Huberty ve editörü Doug Mitchell tarafından yapılan yeni kitabı, ABD'de bu ay yayımlandı. Gerek akademik bir yayınevinden ( University of Chicago Press ) çıkmış olması, gerekse popülerlik kaygısı gözetmeyen adıyla ( Why Niebuhr now ?- Neden şimdi Niebuhr ? ), ilk bakışta az satıp, az okunacak, üzerinde az konuşulacak bir kitaba benziyor bu. Ama bence öyle olmayacak. Reinhold Niebuhr'un ( 1892-1971 ) genel olarak dine ve hayata, özel olarak da iç ve dış politikaya bakışını belirleyen inanç dünyasını anlama gayretindeki bu yüz küsur sayfalık kitabın, küçük hacminden beklenmeyecek bir düşünsel döllenme yeteğine sahip olduğunu düşünüyorum çünkü.

Niebuhr, sadece protestan teolojisinin Amerikanlaşmasında belirleyeci olmakla kalmamış; vaazlarıyla, dualarıyla, makale ve kitaplarıyla, Amerika'da eşitlikçi bir iç politika anlayışının yanı sıra, gerçekçi dış politika ekolünün güçlenmesine de katkıda bulunmuş bir inanç ve fikir adami olarak bilinir. 19. asrın son demlerinde Missouri'de Alman göçmeni bir Kalıvinist ailenin çocuğu olarak doğmuştu Niebuhr ve, fikir evreni itibariyle hep Kalvinist kaldı. 20. asrın ilk üç çeyreğine yayılan ömrünü, biraz da bu mezhephin pratik dünyeveliği sayesinde, başta ABD'nin 1941'de İkinci Dünya Savaşı'na girmesini sağlamak, 1960'larda da ırkçılıkla mücadele hareketinin önderi Martin kuther King Jr. ile dayanışmak olmak üzere, birçok kritik karar anında etkin rol oynayarak geçirdi.

Niebuhr'u, bugünün Amerikası ve bugünün dünyası için hala geçerli, hatta gerekli kılan şey ise, dine ve siyasete bakışına hakim olan o müzmin 'mutlaklık sorgusu' ve bunun getirdiği kaçınılmaz tevazu bence. Gerçi kitabı okurken Diggins'in, başlıktaki 'neden şimdi Nieubuhr ?' sorusunu, kafasında farklı bir cevapla sorduğunu; onun 11 Eylül sonrası Amerikan siyasetine, özellikle de George W. Bush döneminin Hıristiyan soslu hükümran söylemine karşı bir tür antikor niyetine Niebuhr'a sarıldığını anlıyorsunuz. Barack Obama'nın, Beyaz Ev'deki ilk üç yılının birçok konuşmasında, isim vermeden de olsa Niebuhr'un fikirlerine atıfta bulunduğunu, bir keresinde de 'Niebuhr'u okuyorum' dediğini bilenler de zaten, 1971'de ölen bir lahiyatçı ile 1961'de doğan bir başkan arasındaki gçlü bağın, Bush sonrası bir yunup yıkanma, insanlıkta ve özel olarak da, Amerikalıkta yeniden 'iyi' ve 'temiz' bir öz bulabilme çabası olduğunu seziyor olmalı.

gurunun günahından silkinebilmek için

Diggins kitabında, Niebuhr'un görüşlerini dış ve iç politika başlıklı altında ayrı ayrı inceleyerek bugünün Amerikasına uyarlmayı deniyor. Benim daha geniş olarak bugünün dünyası için yol gösterici bulduğum bölümler ise esasen devlete, topluma, ve en nihayetinde bireye, hepimize ve herbirimize, ayrı ayrı sınırlamızı hatırlatıyor: 'gerçekten yapmaya değer hiçbir şey bir insanın ömrü içinde tamamlanamaz; ümidin bizi kurtarması bu yüzden şart. 'Hakiki' olan ya da 'güzel' olan ya da 'iyi' olan hiçbir şey, tarihin acil bağlamında tam bir mana taşımaz; inancınbizi kurtarması bu yüzden şart. Yaptığımız hiçbir şey, ne kadar erdemli olursa olsun, tek başına başarılamaz; sevginin bizi kurtarması bu yüzden şart'

Bizi, sınırlarımızı aşma hırsının tatmininden ziyade, sınırlarımıza tahammül etme kudretini bulmaya çağırıyor Niebuhr; bu çağrının 'uhrevi' olmakla kalmaması, 'dünyevi' bir zemine oturması iseonun telojisini seküler, pratik ve alabildiğine güncel kılıyor bence. Bu dünyevi zeminde, bir siyaset tercihi de yükseliyor aslında; temelini yine tevazuda bulan, daha doğrusu mütavazi olmadığında mümkün de olmayan bir 'demokrat' duruş tercihi bu.

'İnsanın adalet kapasitesi, demokrasiyi mümkün olur' diyor Niebuhr. 'İnsanın adaletsizlik eğilimi ise demokrasiyi gerekli kılar'. dolayısıyla, adaletsizlik ve-hadi Niebugr'un teolojik olarak da kavramsallaştırdığı haliyle söyleyelim- 'şer' sadece ümitle, inançla, sevgiyle uzak durabileceğimiz bir şey değil bizim; Niebuhr'da zira biliyor ve Diggins'in bize yeniden hatırlattığı gibi savunuyor ki; demokrasi bir 'düzen' olmaktan ziyade, sürekli bir mücadele bir kapışma halidir.

'Şer' sadece reddedilmemelidir; aynı zamanda, yüzleşilmelidir onunla. Ama şer olana, gözlerini dikmekte, bedeli ne olursa olsun ona meydan okumakta kararlı olanlar, tanrı'nın bütün kulları gibi, gururun da günahını taşırlar içlerinde.' Böyle diyor Niebuhr ve iyiliğin bile kendi gururuyla zehirlendiğine inandığı için-Diggins'in Bush'a panzehir olsun diye alıntıladığı ve ne hikmettir ki; Ahmet Altan'ın o meşhur savunmasında tayyip erdoğan'ı tarif ederken kullandığına çok benzer kelimelerle- 'zaferlerini, kendi erdemlerinin bir kanıtı gibi görmelerinin yalnış olduğunu muzafferlere hatırlatmalıyız..' diyor.

gerçek dindarlar emin olmayanlardır

Ben tanrı inancıyla büyümedim; marksizmden mülhem bir ateizmi kendime yakıştırabildiğim en toy hallerimde bile içimde hep bir ' hey güzel Allahım' duygusu olduğundan belki, tam anlamıyla bir 'tanrıtanımaz' da olamadım hiç. Nihayet hayat, yıllar içinde, artık hiçbir şeyden emin olamadığım, hiçbir şeye mutlak gözüyle bakamadığım bir alışkanlık kazandı; birer yanılgı olduğunu bir gün pekala kavrayabileceğim güncel doğrularımın 'geçici' olduğunu bilmek, aklımın üzerindeki 'inanç-inançsızlık' ve 'din-bilim' sultalarını gevşetti biraz.

Bütün o Protestan inancı ve söylemiyle; özüyle olmasa bile çıkış yeri ve kavramlarıyla, bir noktadan sonra, benim dağarcığıma bügün hala büyük ölçüde 'yabancı' vurgularıyla Niebuhr'un bu gevşemede ciddi bir katkısı olduğunu söyleyebilirim. Daha önceki okumalarımda, Niebuhr'dan gerçek demokratlık gibi, gerçek dindarlığın da temelinin 'tevazu' olduğunu öğrenmiştim; şimdi Diggins'in kitabında da aynı nefesi buldum; İnsan, kendine ve evrene ilişkin bilgisinin 'sınırlı' ve muhtemelen  'yanılgılı' olduğunu kabullendiği ölçüde mutlaklıkla arasına sağlıklı bir mesafe koyabiliyor. O zaman, bir de bakıyorsunuz ki, ateizm 'teizmin öteki yüzü' oluvermiş.

Diggins, 'Niebuhr'un dini meşgalesi, dini kesinlikten şüphe duymaktı' diyor. 'Hakiki din, her zaman inançla inançsızlık arasında bir mücadeledir.' Niebuhr'a göre, bu mücadele kaçınılmaz, çünkü bir yandan, sınırlılığımız yani ölümlülüğümüz dini, sanatı, ve mücadeleyi üreten merak, aşka ve arzuya yöneltiyor biziama bir yandan da, 'yaradılan' olarak bu denli sınırlı, bu denli lanetlenmiş olmamız, 'yaratıcı' olarak da herbirimizi sınırlı ve lanetli kılıyor.

Yarattığımız uzaylıları, peygamberdevelerine benzetiyoruz, çünkü kendi dışımızda, evrene ilişkin o pek kıt bilgimizin ve kavrayışımızın ötesinde bir kerteriz noktamız, tarihin üzerinde tam bir yaptırım gücümüz yok.

Bu da, işte, bireysel özlemlerimiz gibi eserlerimnizi ve zaferlerimizi de abartmaya yöneltiyor bizi; yine Niebuhr'un deyişiyle, 'bütün insani ilişkilerin dokusundaki temel günah alaşımı' olan gururu, dünya üzerindeki kötülüğün ana kaynağı yapıyor. tabiatta olmayan 'şer', insan tarihinin yapıtaşına dönüşüyor böylece. Sonra, yine o şerden kurtulmak için tanrı'ya yani sonsuzluğa çeviriyoruz yüzümüzü.
Yasemin Çongar’ın bu yazısı
2-7-2011 tarihli Taraf gazetesi
EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR
adlı köşede yayımlanmıştır.


Le Corbusier ( 1887 - 1965 )
 Le Corbusier, İsviçreli bir aile içerisinde doğmuş ( 1887 ) ve evvela Charles-Edouard Jeanneret diye adlandırılmıştı. Çok erken yaşta mimarlığa ilgi duymuş ve ilk ilhamlarını Avrupa, Kuzey Afrika ve Balkanlarda yaptığı seyahatlerden almıştı. 1917'de Paris'e yerleşmiş ve ''Esprit Nouveau'' adlı sanat ve mimari dergisinin kurucularından olmuştu; işte bu dergideki yazılarını Le Corbusier adıyla imzalamaya başlar. Bundan böyle kendi mimarlik tekniği ve sanat anlayışını sergilediği eserlerini yazar: Vers une architecture, 1923 / Urbanisme, 1924.


La Cité radieuse / Marsilya
 Birçok mimari tasarımda geliştirdiği teorileri uygulama imkanı bulur; bu tasarımlarda estetik ve işlevsel kaygılarını birbirleriyle uzlaştırmaya çalışır. 1928 tarihinden itibaren Le Corbusier, Uluslararası Modern Mimarlik Kongresine katılır. ''Charte d' Athènes'' adlı manifesto eserinde, sosyal ve kentsel yaşama bağlı mimarlık kavramlarını geliştirir. İkinci Dünya savaşı sonrasinda, 'Unité d'habitation' larını ( konut birimi ) tasarlamaya başlar; ve Marsilya'da ''La Cité radieuse'' adlı binayı inşa eder. ( 1952 )


Firminy kilisesi / Fransa
 Le Corbusier tüm meslek hayatı boyunca teorik çalışmalarına devam eder; ''Le Modulor'' (1950 ) adlı eserinde modern mimarinin problem ve kaygılarını dile getirir. Hindistan'a davet edilir ve Şandigar şehrinde birçok resmi binaya imzasını atar: ( Kapitol, Adliye binası, Meclis binaları ve sekreterliği ) 1951 yılında Ronchamp kilisesini inşa eder. 1952 yılında Cap Martin' de yaz kulübesini tasarlar. 1958' de La Tourette manastırının inşaası başlar. Aynı yıl Brüksel Evrensel Sergisinde Philips Pavyonunun tasarımını gerçekleştirir. 1958' de Firminy-Vert şantiyesine başlar. 1965 yılında Venedik Hastanesi projesinin başladığı yıl ölür. ( 1965 )


Le Corbusier çok mu modern ?

Musée National des Beaux-Arts de l'Occident
Tokyo-Japonya
 Fransa, İsviçre, Almanya, Belçika, Japonya ve Arjantin' in birlikte teklifi üzerine, Unesco, Le Corbusier'nin eserlerinin bir kısmını Dünya Kültür Mirası' na dahil etme kararı alacaktı. Bu karar alınmadı; herhalde Le Corbusier'nin eserleri çok modern olsa gerek. Gerçekten de, Le Corbusier XX. yüzyılın en önemli mimar, şehircilerinden birisidir. Eserleri onbir ülkeye ve dört kıtaya yayılmaktadır. Tüm dünyada mimar olarak tanınan Isviçre'nin Neuchatel şehrinde doğan Le Corbusier'nin mimarlık diploması yoktu. Le Corbusier sadece bir şehirci mimar değil, bir kuramcı, yazar, ressam, bir nevi Rönesans sanatçısıydı diyebiliriz.



Le Corbusier 'dünya kültür mirasımız' ?

Jaoul evi / Neuilly-sur-Seine / Fransa
 Son zamanlarda bazı devrimci fikirleri sorgulansa da, sentez kabiliyetinin etkinliği ve araştırmalarının tutarlılığı, sezgilerinin gücü, modern mimarinin en büyük isimlerinden birisi yapmaktadır. Le Corbusier' nin eserinin evrensel değeri tartışılamasa da, Unesco için, dünya kültür mirasına kaydedilmesini gerekli kılmıyor ! 2009 yılında sunulan dosya reddedildi. Fransa ve İsviçre'nin tüm çabalarına rağmen, Uluslararası anıt ve sit Konseyi ( Icomos ) negatif bir cevap verdi. Esasında Le Corbusier' nin dünya çapındaki öneminde herkes hemfikir, fakat Unesco bir metodoloji problemi ile karşı karşıya kaldı. Zira ilk defa modern bir mimarın bazı eserleri bu mirasa aday olarak gösterildi. Adaylık dosyasını oluşturan 19 eser, Le Corbusier' nin yaşamı boyunca geliştirdiği prensipleri yansıtması açısından seçilmişlerdi; örnegin Marsilya'da bulunan La Cité Radieuse (1955 ) projesinde geliştirilen insanoğlunun dengi ( insan ölçülerine uygun ) ; veya Vers une architecture (1923) Mimariye doğru adlı eserinde geliştirdiği beton-arme pilotiler, bahçe-dam, serbest plan, serbest cephe, sarak-pencere prensipleri. Unesco kabul etsin veya etmesin, dosyada mevcut olan 19 eser, sınırları içerisinde bulundukları ülkelerin kültür miraslarında zaten korunan eserler.



 
Azsonra Birazdan Şimdi Biz Türkiye'yiz.