Azsonra Birazdan Şimdi Biz Türkiye'yiz. MarmaraYenikapı Ahsarla #etiket
YSK kararı anakronizmin muhteşem geçit törenidir 20 Nisan 2011 çarşamba Osman CAN Değiştirilemez maddeler aslında güler yüzlü totaliterlik maskesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YSK kararı anakronizmin muhteşem geçit törenidir 20 Nisan 2011 çarşamba Osman CAN Değiştirilemez maddeler aslında güler yüzlü totaliterlik maskesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Nisan 2011 Çarşamba

YSK kararı anakronizmin muhteşem geçit törenidir 20 Nisan 2011 çarşamba Osman CAN Değiştirilemez maddeler aslında güler yüzlü totaliterlik maskesi

YSK kararı anakronizmin muhteşem geçit törenidir 20 Nisan 2011 Çarşamba Osman CAN

YSK kararı anakronizmin muhteşem geçit törenidir 20 Nisan 2011 Çarşamba Osman CAN

Türkiye toplumu tüm dinamikleriyle demokrasiye geçiş mücadelesi verirken

eskinin pratiklerinin eskinin aktörlerince hortlatılması anakronizmdir;

20. yüzyıldaki faşizan ve totaliter ruhun intikam alma çabasıdır.

Türkiye’de seçimlerin
“yargı güvencesi”nde yapılması, kimileri bakımından bir
“güven”
duygusu yaratabilir.

Ancak demokrasi ve özgürlük talepleri bakımından objektif anlamda bir güvensizlik kaynağı oluşturduğu çok açık.

1961 darbesiyle üretilen Anayasa Mahkemesi’nin özgürlükleri ve demokrasiyi koruma dışında her türlü

“yüce”

 misyonu üstlendiği, bu bağlamda Türkiye’yi ideolojik gerekçelerle iptal edilen yasalar ve kapatılan partiler mezarına çevirdiği, Yargıtay ve Danıştay’ın

 “yargı tarafsız olmalı, amma...”

üstenci söylemleriyle adaleti, birey ile devletin ideolojik muhafızlarının karşı karşıya kaldığı her durumda yok etmesi; diğer yandan referan
dumdan önceki HSYK’nın
“Karargâh”
 ile eşgüdüm içinde yargıçları ideolojik silah olarak kullanma merkezi gibi çalışması derken, şimdilerde Yüksek Seçim Kurulu’nu yeniden tartışmaya başladık.

Nedir bu YSK? Darbe Anayasası’nın 79. Maddesi’ne göre bu YSK yedi asıl ve dört yedek üyeden oluşur. Üyelerinin altısı Yargıtay, beşi ise Danıştay’dan gelir. Mevcut üye profiline bakıldığında henüz 2010 referandum sonuçlarının yansımadığını ve eski yargı
“karargâh”larından birini oluşturduğu anlaşılabilir.
Türkiye’de yüksek yargıdan söz ederken bununla gerçekten de “yargı”yı kastedemeyeceğimizi; hukuk devletinden söz ederken, darbe düzenlemelerinden müteşekkil mevzuatın oluşturduğu iskelete gerçekten de “hukuk” diyemeyeceğimizi biliyoruz.
Buna rağmen seçimlerin yargı denetimi ve güvencesinde yürütüleceğine ilişkin darbe anayasasının hükmünü gerçekten de
“denetim, yönetim ve güvence”
olarak algılamak ideolojik körlük olmasa bile cehaletle açıklanabilir.

İptal gerekçesinin ‘suçları’

Kabul edelim ki, demokrasi ve özgürlük çağrısını dile getiren, üzerindeki vesayet gömleğini parçalama azminde olan toplum bakımından cari sistemin hukuk normları ve yargı kurumları yalnızca bir handikaptır;
bu kurumların yarattığı kültür üzerine demokrasiyi inşa etmemiz bir hayaldir;
20. Yüzyılın kurumlar rehberliği karanlık bir yolun cılız mumlarıdır, ancak aydınlığa götürmezler.

Ve Türkiye’nin yeni Anayasasının yapılacağı sürece doğru yol alırken, 28 Şubat’tan bugüne Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay ile işbirliğinde her bir demokrasi ihtimalini boğma mücadelesini yürüten YSK, bugün mevzuat perdesi altında bu pretorjen mücadeleyi tek başına yürütmektedir.

Medyaya yansıyan gerekçelere bakıldığında, adaylardan mahkûmiyetleri bulunanların, talep edilmiş olduğu halde memnu hakların iadesine ilişkin kesinleşmiş mahkeme kararını ibraz etmemiş olmaları, iptal nedeni olarak göze çarpıyor.

BDP destekli adaylar aleyhine verilmiş iptal kararında gerekçenin devlete karşı işlenmiş siyasal suçlardan mahkûmiyet olduğu anlaşılmaktadır.

 Gerçekte bu suçlar, devlete karşı değil, devletin 27 Mayıs ve 12 Eylül darbeleriyle oluşturulmuş siyasi kurumlar haritasına ve referanslarına karşı suçlar niteliğindedir.

Bu suçların tamamı maddi içerik itibariyle siyasal harita değişiklikleriyle birlikte anlamsızlaşır.

Ertuğrul Kürkçü 1970’li yıllarda, diğer adaylar ise 2010 referandumundan önceki dönemlerde siyasal suçlar nedeniyle mahkûmiyet almışlardır.

Bu mahkûmiyetlerin tamamının zorlama ve ideolojik yorumlar üzerine kurulu olduğu, mahkûmiyetin dayandığı yasal düzenlemelerden de rahatlıkla anlaşılabilir.

‘Ama’sız ve ‘fakat’sız yargı

Bir gerçek değişmiyor:
1970’lerin Anayasal düzenine karşı suçlar, o anayasal düzeni ortadan kaldıran 12 Eylül darbesiyle zaten suç olmaktan çıkmış durumdadır.
2010 referandumuyla ortaya çıkan yeni siyasal harita bakımından, önceki ideolojik suçların maddi unsurlarından bugün itibariyle söz etmek, eğer yasa lafzının putlaştırılması biçiminde özel bir gayret gösterilmezse, mümkün olmamak gerekir.

Gerekçe darbecilerin ve bu darbe geleneğinin dışına çıkamayan iradelerin ürünü olan düzenlemelerden hareketle, yine dönemin ideolojik yargısınca verilen mahkûmiyetleri üzerine kurulu.

Örneğin anadilde eğitim, özerklik veya federalizm istemeyi, terör örgütü aynısını savunuyor diye silahlı terör örgütüne yardım ve yataklık; silahlar sussun protestosu yapmayı toplantı ve gösteri yürüyüşü kanununa muhalefet veya Parlamento’da Kürtçe yemin etmeyi terör örgütü üyeliği kapsamında gören yargısal pratiklerden söz ediyoruz.
 Yani aslında devlete değil, yalnızca devletin darbeciler, cuntacılar ve tek parti diktatörlüğünce üretilmiş siyasi haritasına aykırılık nedeniyle demokratik aktörlerin yargı eliyle terörize edilmesinden başka bir şey değildir.
Tüm bunlara
“yargı kararı”
 deyip meşruiyet örtüsü altına almak mümkün değildir, ahlaken de sorunludur.

Faşizan ruhun intikam çabası

Zira ideolojik saiklerle cezalandırılan yurttaşların cezaları Yargıtay’da onanmakta,

ardından aynı Yargıtay üyeleri YSK üyeliğine seçilerek aynı yurttaşları bu defa
 “ne yapalım mevzuat açık”
 hayıflamalarıyla siyasetten mahrum edebilmektedir.

Bu sarmalın kendisini ciddi bir şekilde tartışmaya açmak zorundayız.

 En doğrusu, tüm yargı sisteminin “ama”sız, “fakat”sız bir demokratik yeniden

yapılandırmaya tabi tutmak, yeni Anayasayı da bunun imkanı olarak

değerlendirmektir.

Türkiye Toplumu tüm dinamikleriyle demokrasiye geçiş için mücadele ederken,

eskinin pratiklerinin eskinin aktörlerince hortlatılarak demokrasinin karşısına

çıkarılması, anakronizmdir;

 20. yüzyıldaki faşizan ve totaliter ruhun intikam alma çabasıdır.

Ve toplumsal tabanları şiddete yönlendirdiği için de çok tehlikeli bir operasyondur.

Yeni Anayasa'ya doğru

Demokrasi koalisyonu gerekli

SİYASAL alanın bu son YSK kararıyla birlikte ne kadar kırılgan ve değişken olduğu kanıtlanmış durumda.

Özellikle vesayet kurumlarının operasyonel imkânları olduğu gibi duruyor.

Ankara’daki karanlık odakların 27 Mayıs öncesinde olduğu gibi demokrasiye karşı bazı kitleleri mobilize edebilecekleri çok açık.

 Buna karşı duracak siyasi akıl, demokrasi koalisyonunu işaret etmekte.

Bu nedenle yeni Anayasayı, vesayetin mağdurlarını vesayetin kucağına iterek yapma rüyasının kötü bir serap
(fata morgana)
 olabileceğini hatırlatmakta yarar vardır.



Yeni anayasa, bir sistem dönüşümünü esas almalı 13 Nisan 2011 Çarşamba


12 Haziran’dan sonra bir sistem dönüşümüne doğru yol alacağımız kesin. Yeni Anayasa da sistem dönüşümünü esas almak zorunda. Etnisiteyi esas alan yargılama kültürüyle, ittihatçı bürokrasiyle, tüm farklılıkları güvenlik sorunu gören askeri yapısı, eğitim sistemi, 100 yıllık ittihatçı siyasal yapıyı meşrulaştıran darbe anayasalarıyla bu dönüşüm olmaz.

ürkiye tarihi bir döneme ve tarihi kararların verileceği bir aşamaya doğru yol alıyor. Açıklanan aday listeleriyle birlikte bu yoldaki önemli aşamalardan biri geride kaldı. 12 Haziran’da Meclis’te oluşacak tablodan bağımsız olarak, bir sistem dönüşümüne doğru yol alacağımız kesin. Peki, bu süreç nasıl yürütülecek?

Etnisiteyi esas alan yargılama kültürüyle, ittihatçı devlet aklını esas alan bürokrasiyle, tüm toplumsal farklılıkları güvenlik sorunu olarak gören askeri yapısıyla, ilkokuldan üniversiteye kadar militarizmi ve tek parti diktatörlüğü kabullerini dikte eden eğitim sistemiyle ve her şeyden önemlisi de tüm bunların garantisi olan 100 yıllık ittihatçı siyasal yapı ve onu meşrulaştıran darbe Anayasalarıyla mı? Tüm bu yapılar sorgulanmaksızın ve özgürce tartışılmaksızın sürecin sağlıklı yönetimi çok zor.

Dizginsiz devlete yasak tabelası

Demokrasi geleneğinde Anayasalar, özgürlük mücadelesinde siyasal iktidarların dizginlenmesinin bir aracıdır. Bunu da özgürlük maddeleri yoluyla değil, siyasal yapılanmayı çoğulculuğa ve demokratik denge ve kontrol sistemine dayandırmak suretiyle yaparlar. Ancak anayasa metinlerindeki özgürlükler seyri, toplumsal ve siyasal gerçekliklerin de aynı ihtişam içinde geliştiklerini göstermiyor. 20. yüzyıl, süslü özgürlük söylemlerine rağmen, tarihin en acımasız özgürlük ihlallerine sahne olmuştur. Bunda devlet yapılanmasını dönüştürmeksizin, Anayasalara özgürlük maddeleri serpiştirmenin ve dizginsiz devlete “yasak” tabelası dikmenin yeterli olacağı düşüncesinin etkisi çoktur. Elinde mutlak iktidar imkânı bulunan bir devlet aygıtı neden bir kâğıt parçasında yazan “herkes özgürdür”, “düşünce özgürlüğü sınırlandırılamaz” vs şeklindeki yasaklayıcı önermeleri dikkate alsın ki? İstediği her durumda darbe yapabilen ve sistemi kendine göre yeniden tanzim edebilen bir silahlı yapı için Anayasa’da “darbe yasaktır!” önermesinin bir anlamı olabilir mi? “Herkes düşünce özgürlüğüne sahiptir” önermesinin Anayasa’da yer alması, otoriter veya totaliter ideolojilerin silahı olarak örgütlenmiş yargı kurumları için anlam ifade edebilir mi? 19. ve 20. yüzyılda özgürlükler konusunda bunca yıkım yaşanırken, bu yıkımlara ve despotizme Anayasalar’daki süslü özgürlük önermelerinin izin verdiğini iddia edebilir miyiz? 1789 Fransız devriminde kabul edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ndeki çok süslü ve doktriner ifadelerin sonraki dönemlerde yürütülen devlet ve yargı terörüne izin verdiğini iddia etmek mümkün mü?

Değil!

Anayasa’da  özgürlüğün ‘sınırları’

Benzer saptamalar Türkiye için de geçerlidir. 1876 ve 1924 Anayasalarında yer alan özgürlüklerin hayata geçtiğine ilişkin örnekler bulmak zordur. Düşünce özgürlüğünden yalnızca “Türk”lerin yararlanabileceğini kabul eden 1924 Anayasasının gerçekten “Türk”leri dahi özgürleştirmeyen bir istiklal mahkemeleri pratiği ürettiğimizi bilelim. Yargıtay ve Danıştay pratiklerini buna ekleyebiliriz.

27 Mayıs darbesinin ürettiği ve darbenin “akademik” mimarları ve takipçileri tarafından bir
devrim olarak muştulanan Anayasa Mahkemesi de daha önce olağan yargıyla kuşatılan ifade özgürlüğü alanını, bu defa üst perdeden, yani Meclis yoluyla bu alanın genişletilmesi çabalarına set çekme yoluyla katmerli bir şekilde kuşatmış oldu.

1961 Darbe Anayasası özgürlükleri “herkese” tanımakla daha “eşitlikçi” görüntüsü verdi. Ancak bu maskenin ardına saklanan gerçeği Anayasa Mahkemesi tüm acıtıcılığıyla hatırlatmaktan çekinmedi: Mahkeme 1961 Anayasasında sınırlanması
olanaksız biçimde düzenlenen ifade özgürlüğünün “beyin içinde olduğu zaman tabii ki sınırlandırılamayacağını”, ancak dışarı taştığı andan itibaren “her yönden” sınırlanabileceğini buyurdu. Anayasanın yapım sürecinde ifade bulan ve bu özgürlüğün “ancak Anayasaya uygun düşüncelerin açıklanması için tanındığı” biçimindeki ifadeler, Anayasa’da yazılı süslü özgürlük kelimelerinin herhangi bir anlamının olmadığını, siyasal yapılanmanın demokrasi ve özgürlük karşıtı bir kültür üzerine inşa edildiğini ve doğası gereği olarak da özgürlük sunamayacağını göstermektedir.

‘Anayasa fetişizmi’ suçlaması

Orhan Pamuk hakkında ceza davası açmak zorlaşınca, yargının tazminat davası üzerinden yıldırma politikasına geçit vermesi, Kürt sorununa yönelik ifadeleri nedeniyle İsmail Beşikçi’nin hapse mahkûm olması, Terör Yasası’nın yalnızca 100 yıllık siyasal yapılanmayı dokunulmaz kılan maddeleri ya da adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs gerekçesiyle gazetecilerin mahkûm edilmesi, bu gerçeği bir kez daha bize hatırlatırken, gerek akademi, gerekse entelektüellik iddiasındaki kimi çevreler 19. ve 20. yüzyılın temel yanılgısından kurtulamıyor. Yeni Anayasa’nın, 1924, 61 ve 82 Anayasaları’ndan farklı olarak, bir “siyasal” sistem dönüşümüyle ilişkili olması gerektiğini fark edemiyor, bu sistemden kaynaklanan “siyasal” sorunların yeni Anayasa ile çözülebileceğine yönelik beklentileri “Anayasa fetişizmi” olarak nitelendirmekten kaçınmıyor.

Yeni Anayasa bir sistem dönüşümünü esas almak zorunda. Buna yönelik tartışmaların toplumun tüm katmanlarında “özgür”ce yapılabilmesi ve 100 yıllık ittihatçı geleneğin ürettiği tüm algılar, kabuller ve militarist koşullanmalardan bağımsız biçimde yürütülebilmesi, Yargıtay’ın yeni yapısı ile HSYK’nın tutumuna da bağlıdır.

YENİ ANAYASA'YA DOĞRU

12 Haziran’ın getireceği tarihi fırsatlar

12 Haziran seçimlerinde halkın karşısına çıkacak partilerin aday listeleri kesinleşirken, liste savaşları, parti içi dengeler veya benzeri birçok değerlendirme ve analiz yapıldı. Muhtemelen bu analizlerin birçoğu isabetli analizler olarak değerlendirilecek. Gündelik siyasetin dışına çıkıp, listelerden hareketle 12 Haziran sonrasına bakmak gerekir. Yeni Anayasa’nın imkanı bu tabloda aranacak. Türkiye’nin enerjisini “yeni” maskesinin ardına saklanmış “eski”nin değil, bütünüyle “yeni” siyasal yapı beklentilerine odaklayabilirsek, tablodan tarihi fırsatlar türetebiliriz.



Değiştirilemez maddeler aslında güler yüzlü totaliterlik maskesi 6 Nisan 2011 Çarşamba

Değiştirilemezlik tartışmasıyla bir şeyler perdelenmeye çalışılıyor. Neden değiştirilmezlik? Tabii ki Türkiye’de yarıdan fazlası başörtülü olan kadınları eğitim hakkından mahrum bırakmak; 25 partiyi kapatmak; siyasal alanı totaliter bir anlayışa göre biçimlendirmek için... Güler yüzlü maskenin ardında saklı olan totaliter anlayış değişmeli. Bunu farketme sırası üniformalılar, cüppeliler ve kravatlılarda...

TÜSİAD’ın yetersiz, çekingen ve esas itibariyle bir restorasyona işaret eden Anayasa raporunda, değiştirilemez maddeler ile ilgili öneri tartışma yarattı. Öne sürülen görüşlerin düzeyi pek iç açıcı değildi. TÜSİAD değiştirilemez maddelerin değiştirilebilir olmasını önermiş, ancak içeriksel bir değişiklikten pek yana gözükmemişti. Bunu sonraki geri adımdan anlayabiliyoruz. TÜSİAD’ı eleştirenlerin durumu ise vahim; öyle ya yeni anayasa da ne ola? Veya içinde 82’nin değiştirilemezleri olmayan Anayasa düşünülemez!

Yeni bir Anayasa hazırlanırken, yürürlükten kalkacak “eski” anayasanın değiştirilemez hükümleri üzerinde tartışmayı şuna benzetebiliriz: Eskiden kırsalda seyahatini atla yapan “köylü” için, “at koşma” değiştirilmesi teklif dahi edilmeyen bir “kural”dı.

Binek arabalarının köylere gelmesiyle birlikte, bazılarının aklına, “At olmadan otomobil nasıl yürür veya at bunu nasıl çeker” sorusu takılmış olabilir. Ancak gülünç duruma düşmemek için bu soruları dillendirenler pek olmaz ve otomobilin mantığı kavranmaya çalışılırdı.

Değiştirilemezlik tartışmasının böyle saçma bir boyutu var. Ancak bazılarının bu tartışmayla bir şeyleri perdelemeye çalıştıkları da bir gerçek.

Değiştirilemezlik konusu Anayasayı ve onun ruhunu ortaya koyan iktidarın kim veya ne olduğu sorusuyla doğrudan bağlantılıdır.

Kurucu iktidar yürürlükteki Anayasayı yapan ve kabul ettiren güç neyse o’dur. 1921 Anayasası hariç, 1876 Anayasasından bu yana yüzyılı aşkın süredir Türkiye ferman Anayasalar’la yönetildi. 1924 Anayasası’nı tek parti Meclis’i yaptı. 61 ve 82 Anayasaları’nı ise darbeciler... Özellikle son ikisinin “Cumhuriyeti kuran irade” ile ilgisi yok.

Padişah bile ‘değişir’ dedi

1876 Anayasası’nda padişaha, hanedana ve monarşiye ilişkin hükümler dâhil değiştirilemez hiçbir hüküm yok. Hani Cumhuriyet döneminde ilkokuldan üniversiteye kadar ilkokul düzeyini aşmayan inkılâp tarihi derslerinde monarşi, kızıl sultanlar veya istibdat kavramlarına eşlik eden padişahlık veya halifelik, devletin dininin İslam oluşu dahi değiştirilebilir nitelikte... Geçiş dönemine ait 1921 Anayasası’nda da değiştirilemez hiçbir madde yok.

Kısaca çökmekte olan Osmanlı da Kurtuluş Savaşı’nı yürüten ve Türkiye’nin kırmızı çizgisiz bir katılımcılığa dayanan tek meclisi “Birinci Meclis” de değiştirilemezliğe ihtiyaç duymuyor. Bu bir özgüven ifadesi olarak okunabilir, siyasal düzene ideolojik anlam yüklememenin ifadesi olarak da...

İlk defa 1924 Anayasası’nda cumhuriyet rejiminin değiştirilmez olduğu kabul edilir. TBMM görüşmelerinde “başkent, resmi dil, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu” ile ilgili kuralların da değişmezlik kapsamına alınmasına yönelik öneriler sunulur. Ancak bunlar reddedilir.

Aynı tercih 1961 Anayasası’nda da görülür. Cumhuriyet niteliklerinin değişmezlik kapsamına alınması önerileri bu Anayasa’nın hazırlanışı sırasında reddedilir. Komisyon sözcüsüne göre “... Anayasa’ya bunu da koymak milletin hakimiyet sahasını biraz daha daraltmak demek olur... Ne kadar faydalı olursa olsun, buna yenilerini eklemeği doğru bulmuyoruz. Aksi halde ‘Demokratik’ten başka ‘Laiklik’e de, ‘Sosyalliğe’de teşmil edelim mi diye sormak, kaçınılmaz mukadder adımları teşmil edecektir. Yani yasaklar halkası artık namütenahi genişleyebilir.”

Darbecilerin oluşturduğu Anayasa Mahkemesi ise değiştirilemezliğe dayalı olarak, Anayasa’nın diğer hükümlerinde yapılacak değişikliklerle değiştirilemez ilkelerde en ufak bir etki yaratılmasının mümkün olamayacağına karar vererek, yasaklar halkasını genişletir ve darbecilerden daha darbeci olur. Tabii ki, 27 Mayıs darbesiyle siyasetin dışına itilmiş Demokrat Partililer hakkındaki siyaset yasağını devam ettirmek için!

1982 Anayasası’nda ise değiştirilemez maddelerin sayısı üçe çıkar. Bunu yaparken 1924 Anayasası döneminde Atatürk ve arkadaşlarının bilinçli olarak reddettikleri bir tercihi “Atatürkçülük” adına Anayasa’ya yerleştirir. Buna karşın kurucu iktidar, yani darbeciler, Anayasa Mahkemesi’ne mutlak bir denetim yasağı da getirir.

Çok daha önemlisi bu darbeci generaller, değiştirilemez maddelere “yeni” bir Anayasa yapılırken uyulması gerektiğini düşünmezler. Anayasa’ya buna dair bir hüküm konmaz. Çünkü darbeciler dahi bunun anlamsızlığını kavrayabilecek asgari zekâ düzeyine sahiptir.

2008 yılında Anayasa Mahkemesi “üç”ü yeterli görmez, sayıyı dörde çıkarır. Bu da yetmez, 1961 döneminde olduğu gibi, Anayasa’nın diğer maddelerindeki değişiklikleri dahi engeller; darbecilere rahmet okutur.

Peki, değiştirilmezliğe niçin müracaat eder? Tabii ki Türkiye’de yarıdan fazlası başörtülü olan kadınları eğitim hakkından mahrum bırakmak; tüm demokratik talepleri bastırma adına 25 tane siyasi partiyi kapatmak; siyasal alanı totaliter bir anlayışa göre biçimlendirmek için...

Aynı şekilde değiştirilemezlik kapsamındaki hukuk devleti, demokrasi, insan hakları için değil!... Zira herkes bilir ki değiştirilemezlikle ilgili direncin konusu bu değerler değil, başka şeylerdir.

Bazılarının ne pahasına olursa olsun savunduğu, diğerlerinin ise değişmesini arzuladığı hususlar güler yüzlü maskenin ardında saklı olan, ancak gittikçe karikatürleşen totaliter bir anlayıştır. Köylü veya çiftçi bunun farkındadır. Sıra üniformalılar, cüppeliler ve kravatlılarda...
Azsonra Birazdan Şimdi Biz Türkiye'yiz.