SOLAÇIK 18 03 2011 cuma Melih Altınok Bu yeni bin yılın yüzük kardeşliğidir
Gerçi epey itirafta bulundu ama dünyayı ve Taraf sayesinde Türkiye’yi kasıp kavuran Wikileaks kardeşliğinin ardından, Fukuyama’dan “tarihin sonu” üzerine yorumlarını bir daha dinlemek isterdim.
Muhtemelen, kendisinin büyük bir iştah ve heyecanla duyurduğu zamansız ilanını “kaba ve çiğ” bulan Paul Virilio’nun “coğrafyanın sonu” tezini çalışma masasına koymuş, rahatlığının yerini de kaygı almıştır.
Yalnızca kapitalizmin şövalyelerinin tavrı ilgilenmiyorum elbette. Anlam ve değer üretim merkezlerinin, bilgi ve paylaşımı tekelini kıran internet ağı v.b. sayesinde, yerel kısıtlamalardan kurtulmuş, yurtsuz konumunu, anlaşılmaz bir inatla küçümseyen ve hâlâ söylenti ağı şeklinde çevrilebilen “wetware” de ısrarcı olan “solcuların” tutumu da üzerinde durulmayı hak edecek kadar dramatik bence.
Zira Marks’ın 19. yüzyılın parametreleriyle sınırlarını ve içeriğini tarif ettiği solun direği enternasyonalizmi dondurup, bu olguyu başka ülkelerdeki proleter kardeşleri için grev ve sabotaj yapmaya indirgeyen, ya da trenlere binip devrim cephelerine “akmak” sanan kutsal metin muhafızlarının sesi sol içerisinde baskın.
Oysa dün Seattle’da, Gürcistan’da, Ukrayna’da... “kalkışılan”, bugünse Arap coğrafyasında sokağa çıkma yasağından önce Facebook ve Twitter gibi mecraları yasaklamaya çalışan diktatörlere kâbuslar gösteren küresel intifadanın kendilerine sağladığı nimetleri bir fark edebilseler, onun dilini konuşmaya cesaret edebilseler ah; yeni devrim çağının anahtarı tam da burada gizli.
Evet, evrensel solun özgürlük ve eşitlik ile birlikte üzerinde yükseldiği sacayağının en önemli parçası olan dayanışma bugünlerde engellenemez enformasyon paylaşımı ile beslenen şeffaflaşma hamleleriyle başat bir rol oynamaya başladı. Hatta şeffaflığın, yüzlerce yıldır formunu muhafaza eden bu sacayağının evrimleşmesi sonucu, dördüncü ayağı oluşturduğunu söylemek de pekâlâ mümkün.
Mısır’da, Libya’da, Tunus’ta patlayan onlarca atom bombası gücündeki isyanlara bir bakın. Egemenler, Foucoult’nun bir yıldıza benzettiği, kontrolün modernleşmesinin muhteşem bir metaforu sayılan “Panoptikon”un merkezindeki kuleden kanatlardaki “sakinler” üzerinde kurdukları denetimi artık sağlayamıyorlar. Yıllardır gözlendiğimiz o kulenin taşlarını saydamlaştı. Gözleyen de gözleniyor artık. Ve gözleyenler için daha da tehlikeli olanı, sakinlerinin, tıpkı varoluşunu fark eden birey gibi, bunun bilincine varmaları.
Türkiye de kuşkusuz ki, son on yıldır attığı adımlarla, demokrasi açısından pek çok üçüncü dünya ülkesinden ileri konuma ulaştı. Tabii ki hâlâ büyük eksikler mevcut. Ancak yamaçtan yuvarlanmaya başlayan taş artık hız kazandı, durdurulması nerdeyse olanaksız.
İşte Taraf‘ın (Yasemin Çongar’ın büyük katkılarıyla) hafta başından beri ülke gündeminin ilk sırasına oturan WikiLeaks’le işbirliği de, yoğun olarak iç dinamikleriyle demokratikleşmeye çabalayan Türkiye ve diğer “sahalar” için bir dönüm noktası manifestosudur.
Taraf, Türkiye halklarını yoksulluğa, baskıya ve zulme mahkûm eden statükoyu ve sağdan-soldan ilişiklerini panikleten WikiLeaks adımıyla, Ergenekon, Balyoz, Kafes gibi sırların ifşasında oynadığı başrolünü bir adım ileri götürdü. Şimdi de ustalığını Türkiye’nin son yıllarının röntgenini çekerek devam ettiriyor.
Evet, kuşkusuz ki bu kavşak birileri için gerçekten tehlikedir.
Bu şeffaflaşma ve yeni bin yılın “gazetecilik faaliyeti” tam da Soner Yalçın’ın, dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’a yazdığı mektupta, farkına vardığı “tehlike”, tanımladığı “yeni konsept”tir. Yalçın’ın, ayrıcalıklarını ve hükümranlıklarını kaybetmeye başlayan seçkinlerin tercümanı olduğu, biz reayaların küresel uyanışına karşı topyekûn savaş çağrısı yaptığı mektubunu hatırlatmaktan imtina etmeyelim:
“Kafasını yukarı çevirip ‘renkli devrimlere’ sahne olan ülkelere bakanlar bunu anlayacaktır. Evet, bu bir iç savaştır Paşam! Bunun topu tüfeği, askeri bazı gazetelerdir, tv’lerdir. Bazı sivil toplum kuruluşlarıdır. Bazı partilerdir... Bunları ikna edemezsiniz... Paşam! Sizi zor günler bekliyor. Ya bu yeni konsepte uygun karşı adımlar atacaksınız, ya da bu savaşta yenileceksiniz.”
Ya, askeri ve sivil cenahtaki paşa paşa yaşayanların, çoğunluk olduğumuz halde azınlık muamelesi çekilen bizlere şeffaflaşmanın tehlikeli olduğunu yutturmaya çalışanları, yıllardır kirli ilişkilerle elde ettikleri güçle fütursuzca gündemi manipüle edenlerin telaşını, “zamanlama manidar” zırvalıklarını, “Niçin Taraf“ sorularını bir de bu gözle değerlendirin.
Özellikle kendisini solda tarif eden yoldaşlara tavsiyemdir. Nevi şahsına münhasır amorf bir sol tahayyülünden artık yakanızı sıyırıp, Halil Bertay’ın dünkü yazısında mükemmel bir biçimde tasvir ettiği haset ve nefretten kurtulun. Gelin Türkiye halkının varoluşunu keşfettiği bu küresel şeffaflaşma hareketine, kardeşliğe şahitlik edin. Dahası bir tuğla da siz kırın esaretimizin duvarından.
Not: Metinde, Zygmaunt Bauman’ın “Küreselleşme” ve “Modernlik ve müphemlik” adlı eserlerindeki bazı tanımlarından yararlandım.
Diğer Melih Altınok Makaleleri:
1. Bu yeni bin yılın yüzük kardeşliğidir - 18.03.2011
2. Düğün bitti kınayı gözüne yak demememiz için - 15.03.2011
3. Tek rakibin THY olunca - 11.03.2011
4. Şık’ı Ergenekon’a kalkan yaptırmayın - 08.03.2011
5. Ahmet’in şık gazeteciliği, Ergenekon’u pejmürdeleştiremez - 04.03.2011
6. Şimdi de gözü Milli Görüş’e diktiler - 01.03.2011
7. Mümkün mü artık dönmek - 25.02.2011
8. İtidal değil düpedüz ricat bu - 22.02.2011
9. Masumiyet karinesi ve vicdan - 18.02.2011
10. Seçimden sonrası tufan mı - 15.02.2011
11. Statüko bekçiliğinden siyasi rakipliğe terfi şart - 11.02.2011
12. Ayşe, aişe, ayşa... - 08.02.2011
13. Mübareklerimiz ve devrimcilerimiz - 04.02.2011
14. Sizin bir devrimden beklentiniz nedir - 01.02.2011
15. Katranı seçime kadar kaynatacaklar - 28.01.2011
OKUMA NOTLARI 12.03.2011
Halil Berktay
İki faktör : ‘Taraf’ ve AKP
Ergenekon/culuk darbeyle iktidara gelse dayanabilir miydi ? Muhtemelen hayır. Türkiye Güneydoğu Asya’da değil; Myanmar kadar dış dünyaya kapalı olamaz. Bu çağda böyle bir darbeye ve rejime Batı’nın, bırakın destek olmayı, birazcık tolerans göstermesi olanaksız.
Zaten projelerini ABD’ye bile satamadıklarını biliyoruz. Avrupa ise hepten umutsuz, onlar açısından.
Ne olur(du) ? Halktan yüzde 80 muhalefet. Uluslararası planda ise toptan red. Genel bir itibar kaybı. İzolasyon. Ve dolayısıyla, çok derin bir ekonomik kriz. Putin kurtarır mıydı onları ? Çin ? Avrasyacılık ? Çok şüpheli. Herhalde pek tutunamazlardı (Türkiye’de, 12 Eylül’ün bile en çok üç yıl sürdüğünü unutmayalım).
Ama bireyler, insan hayatları açısından üç yıl bile çok uzun bir süre. Bu arada, feci şeyler yaşanırdı kuşkusuz. Gene hapisler, işkenceler. Kayıplar. Kim vurduya gidenler. Gene berbat bir kurumsal ve kültürel miras. Bir on onbeş yılın daha yitirilmesi.
Beni hayretlere düşüren şey, hele Kürtler adına konuşmak iddiasındaki bir örgütün, bu gerçekleri yok sayması. Hiç olmazsa yakın zamanlarda, ayrılık istemediğini vurgulayarak “Türkiyeci” bir tavır alması. Ama (üstelik de özgürlük bayrağını hiç elinden bırakmadan) Türkiye’deki genel demokrasi mücadelesine neredeyse sırt çevirmesi.
İşin daha ilginç, çelişkili ve ironik yanı, PKK’nın bu noktaya nasıl geldiği. Gelebildiği. İronik olan şu ki, 1990’ların sonunda nasıl dibe vurduğunu üç ay kadar önce hatırlattığım PKK (Çıkış ve iniş yılları, 23 Aralık ‘10), bugün kamuyounda varolabilmesini; cephe örgütleri ve yan kuruluşlarının, narin ve sınırlı da olsa de facto bir meşruiyetten yararlanabilmesini; bu sayede, ‘80’lerin sonlarındaki en şaşaalı döneminde dahi yapamadığı kadar sesini duyurabilmesi ve tezlerini yayabilmesini, çok büyük ölçüde, son dokuz yılın demokratik kazanımlarına borçlu. Burada da baş aktörler, beğenin beğenmeyin, (a) 2002’den itibaren, bizatihî kendi güvenliği uğruna Avrupalılaşma reformlarına girişmek zorunda olan AKP; (b) Hrant’ın cenazesi; (c) 2007 kasımından itibaren, cesur, radikal, sınır tanımayan anti-militarist haberciliğiyle Taraf oldu. Hatırlayın, askerlerin kendilerini bağımsız ve alternatif bir iktidar odağı olarak nasıl empoze ettiğini. AB karşıtlığı, sivilleşme karşıtlığı, Denktaşçılık, Kürt sorununa “ezdik-eziyoruz” yaklaşımında inat, 1915’in inkârı gibi noktalardaki inatçı fütursuzluğunu. Bu ve benzeri pozisyonları öncelikle Genelkurmay formüle edip haftalık basın toplantıları aracılığıyla yayıyor; “millî çizgi”yi saptayıp “merkez medya”ya veriyor; ulusalcılığın sinir merkezi ve nihaî özgüven kaynağı rolünü oynuyordu.
Bir yandan, AKP’nin 2002 ve 2007 seçim başarıları, reformları ve iç-dış ittifakları; diğer yandan, on yıl sonra yazılmaya başlayacak “yakın tarih”lerin, demokrasi mücadelesinin mızrak ucu ve serdengeçtisi olarak anacağı Taraf, bu “karargâh” ve “kale”yi topa tutup darmadağın etti, açıkçası.
“Sınıfsal değil; emekçi kitleleri görmezden geliyor” gibi karşı-yorumlara da hazırım. Bunlar soyut, genelgeçer lâflar. Bırakalım palavrayı. Yoktu böyle bir şey. Onun için (zikzaklarıyla birlikte) “AKP küçük bir mucizedir” diyen Etyen Mahcupyan, süper-solcuların bütün aşağılayıcı sataşmalarına karşın, haklıydı son tahlilde. Hiç başka katkı olmadı mı bu kavgaya ? Oldu elbet. Hrant’ın ardından o muazzam kitlenin “Hepimiz Ermeniyiz” diye yürümesi, çok özel bir olaydır. Bizim yenilmemiş Tienanmen’imiz, Prag Baharımız ve Tahrir’imizdir, bir bakıma. Ulusalcıların hiç hesaba katmadığı boyutlarda bir evrenselciliğin sathın altındaki varlığını sergilemiş; yeni ve büyük bir koalisyonun mümkün olduğunu göstermiştir. Tazelenmiş bir sol demokratlığın fışkırmasının en büyük moral kaynağıdır.
Ama bağımsız aydınların, diğer gazetelerin ve tek tek saygın basın mensuplarının, imza kampanyalarının, sivil toplum örgütlerinin dağınık enerjisi, daha çok, diğer iki mecraya döküldüğü; orada biriktiği, onlara güç kattığı, o adım ve hamleleri çoğaltıp yaydığı ölçüde etkili oldu. Sonuçta, Ergenekon çöktü. Vesayetçilik geriledi. Ordu siyasetten elini önemli ölçüde çekti. TMY ve 301. Madde gibi baskı araçları zayıflatıldı. Anayasa referandumu, liberallerin, sol demokratların ve Müslüman demokratların ortak zaferi oldu. Siyasî hedeflerinden kopan ulusalcılığın ideolojik sermayesi de tükendi.
En önemlisi, modern Türkiye tarihinin herkesin konuştuğu ve herşeyin konuşulabildiği en geniş özgürlük alanı açıldı. Kürt meselesi de geçmişte asla olmadığı kadar, bu alanda tartışılıyor; bütün görüşler yazılıp çiziliyor, yankı buluyor. Hiç lâfımı sakınmayacağım : bu başarıda geniş demokrasi birleşik cephesinin, evetçi ve yetmez-ama-evetçilerin, horladığınız liberallerin, Taraf’ın ve AKP’nin payı, PKK’nın kendi payından daha fazladır.
Herşeyin bir bedeli var, tabii. Bunun da bedeli haset ve nefret oluyor. Bu kültür haklı çıkandan, yapabilenden hoşlanmaz. Aşağı çekmeye çalışır. PKK da bir yönüyle, bu genel ruh halinin bir parçası. Öte yandan, AKP’den nefret etmek için özel nedenleri de var. İşin bu boyutu, AKP’nin “iktidar” değil “siyasî rakip” olmasında düğümleniyor.
OKUMA NOTLARI 17.03.2011
Halil Berktay
“Sol”un haset ve nefreti
Göreli demokratikleşmenin bir yan ürünü, 2002’den bu yana AKP’ye, 2007 sonundan bu yana Taraf’a karşı tırmanan düşmanlık oldu. Ulusalcıları anladık da, “sol”culara ne oluyor ? Bu ikisi çok farklı güçler de olsalar, neden, bir yandan AKP ve diğer yandan Taraf’a düpedüz düşman kesiliyor; militarizmle veya büyük basınla uğraşmaya asla harcamadıkları bir gayreti, kendi açılarından hiç olmazsa “ara güçler” diye tanımlanması gereken kesimlere yöneltiyorlar ?
AKP açısından bir neden, prensip olarak her türlü hükümete muhalif değil karşı olmak; galiba en fazla da (bizi/halkımızı “aldatmayı” başardıkları için mi acaba ?) seçim kazanarak gelmiş hükümetlerden nefret etmek; sadece baştan Atatürkçü ve CHP mahallesine mensup olduklarından değil, “burjuva demokrasisi”ni aşağıladıkları için de, faraza DP, AP, ANAP ve bir adım sonra AKP’yi, “dur biraz, ne yapıyor bakalım bir” demeden, derhal ve kestirmeden hedef tahtasına oturtmak. Ve normal siyasetle yenilgiye uğratmayı değil, anormal siyasetle devirmeyi, alaşağı etmeyi amaçlamak.
İkincisi, bunu pekiştiren şiddet ve heyecan özlemi solculuğun. Bir siyaset yöntemi olarak şiddeti kaçınılmaz ve dolayısıyla arzu edilebilir görme hastalığı. Daima devrimci heyecan ve olağanüstülük peşinde koşmak; “o sabah”ın hayaliyle yaşamak. “Proleter devrimi kalmadı; size şöyle sıcacık bir Üçüncü Dünya darbesi sarsak.” Böyle böyle, 1789 Fransız Devrimini kaçırdığına hayıflanan Julien Sorel’lerin yerini, 27 Mayıs veya 9 Mart’ı (1971) kaçırdığına hayıflanan “kaya gibi” çocuklar alıyor.
Üçüncüsü, tabii AKP’nin Müslümanlığı; buna karşılık, son tahlilde Kemalizm ana gövdesinden türemiş, hattâ daha bile modernist, pozitivist, militan ateist; biraz fazla Politzer okuduğu için hep Aydınlanma çağında yaşayıp Katolik Kilisesi’yle savaştığını hayal eden solculuğun, genel din ve irtica umacısı.
Dördüncüsü, Marksizmin başından beri mevcut, keza abartılı, zaman içinde giderek daha deforme olan liberalizm “ve hattâ neo-liberalizm” düşmanlığı. Yazın hepsini alt alta :
Eşi görülmedik baskı ve sömürü; ekonomik felâket; sivil vesayet, korku rejimi. Tümüyle gerçek dışı. AKP’nin bana göre de çok ciddî sorunları var elbet, ama tam tersi açıdan : reformculuğunun muhafazakar kısıtları; milliyetçiliğe verdiği tavizler; AB, demokrasi, Kıbrıs ve Kürt sorunlarındaki kapanmaları. Lâkin hiç “en kötü”lük bir durum yok ortada. Neden, meselâ 12 Mart ve 12 Eylül’le, ya da hattâ 1965-71 AP’siyle, veya 1970’lerin MC hükümetleriyle, veya 1983-89 Özal dönemiyle, veya 1990’ların o kısır, güdük koalisyonlarıyla karşılaştırıldığında, eh, olabilecek en mütevazı terimlerle, “biraz daha dayanılır” değilmiş bu hükümet ve “biraz daha yaşanabilir” değilmiş bugünkü durum; merak ediyorum doğrusu.
Taraf’a gelince burada sorun çok daha basit : esas faktör kıskançlık. Çünkü Taraf çok başarılı oldu. “Teorik solcu”ların yüzde yüz saf ve temiz bir duruş aramaktan yapamadığı, akıl edemediği her şeyi yaptı; yorgun abilerin vermediği bütün mücadeleleri verdi; herhalde politikanın bütün “sır”larını bildiklerinden, “gerçekçi ol, imkansızı iste” gibi hoş ve boş sözlere sığınan bütün nihilist-maksimalistlere, Pamuk Prenses’teki kötü kraliçe gibi, doğruyu söylediği için paramparça etme hırsıyla yanıp kavruldukları bir ayna tuttu (ve tutuyor).
Tek kelimeyle, lâfta değil pratikte, ülkenin kaderini değiştirdi Taraf. Ve bunu, demokrasi dışında spesifik, tanımlanmış bir ütopyası, (komünizm gibi) yeğlediği bir toplum ve iktidar biçimi olmaksızın daha doğrusu, o sayede başardı. Bu ütopyasızlık, zaafı değil en güçlü yanı oldu Taraf’ın; onu “dolabında iskeletsiz,” müdanaasız, özgür ve yaratıcı kıldı. Ama tabii, “burjuva demokratları”na dayanamayan anti-liberal “sol”cular için bu, artı değil eksi puan anlamına geldi.
Taraf yazar ve okuyucularının Müslüman demokratları da kapsaması ve kibirli, kerameti kendinden menkul “sol”cularca hep “kötü” çıkmaları beklenirken, inatla “iyi” de çıkmaları, hepsinin üstüne tüy dikiyor. Bırakın gazeteyi; herhangi bir sol güç, ilk defa deniyor bunu. Togliatti’nin 1945-46’da biraz yokladığı ama Stalin’in sertleşmesi karşısında (1947-48) hemen terk ettiği, ancak onyıllar sonra Enrico Berlinguer’in (çok geç) gündeme getirebildiği “tarihsel uzlaşma”nın bir benzeri Türkiye’de gerçekleşiyor. Etrafında genişleyen dostluklar oluşuyor; HerTaraf’ta gerçekten her görüşten insan yazıyor; TKP ve ÖDP dışındaki (aklı başında) sol, kendine açık kapı, serbest kürsü buluyor. Böylece birçok tartışma, üç binlerden başlayıp, beş parasız, sırf zeka, cesaret ve alın teriyle 50-53 bine oturan Taraf’ın sayfalarına kayıyor.
Haset ve nefret etmesinler de ne yapsınlar ? Solun geleneğidir zaten; öfkesini en yakınına yöneltir. Teorisi de hazırdır; en sinsi ve tehlikeli oportünist, “doğru”yla en çok örtüştüğü için aldatıp ayartma kabiliyeti en yüksek olandır.
1965 seçimlerinde TİP 15 milletvekili çıkarmış; “eskitüfek”ler fazla bağımsızlaştığını düşündükleri Aybar’a kuşkuyla bakmaya başlamışlardı. Kitle (gençlik) hareketine sırt çevirip “parlamenter eblehliğe” kapılmakla suçluyorlardı (henüz MDD yoktu).
Bizim evdeki bir tartışmada Sadun Aren bu kadar çullanmaya dayanamamış; babama “kıskanıyorsun Erdoğan” deyivermişti. Tüyler uçuşmuştu tabii. İki eski arkadaş bir daha barışmadı. Ama evet, o gece haklılık ibresi Aren’den yanaydı.
Diğer Halil Berktay Makaleleri:
1. PKK ve Taraf - 19.03.2011
2. “Sol”un haset ve nefreti - 17.03.2011
3. İki faktör : ‘Taraf’ ve AKP - 12.03.2011
4. ‘Pot’ neydi ve nedir - 10.03.2011
5. Kısa değinmeler - 05.03.2011
6. Bir diğer PKK eleştirisi - 03.03.2011
7. Kısa bir özet - 26.02.2011
8. Öğrenememek... - 24.02.2011
9. Ezenden, ezilene - 19.02.2011
10. Pislik ve kutsallık - 17.02.2011
11. ‘Anti TC’ - 12.02.2011
12. ‘Anti Kürt’ - 10.02.2011
13. Sokak ırkçılığı - 05.02.2011
14. Karanlığın yüreği - 03.02.2011
15. Bizim ‘ilkel’lerimiz (9) - 29.01.2011
Gerçi epey itirafta bulundu ama dünyayı ve Taraf sayesinde Türkiye’yi kasıp kavuran Wikileaks kardeşliğinin ardından, Fukuyama’dan “tarihin sonu” üzerine yorumlarını bir daha dinlemek isterdim.
Muhtemelen, kendisinin büyük bir iştah ve heyecanla duyurduğu zamansız ilanını “kaba ve çiğ” bulan Paul Virilio’nun “coğrafyanın sonu” tezini çalışma masasına koymuş, rahatlığının yerini de kaygı almıştır.
Yalnızca kapitalizmin şövalyelerinin tavrı ilgilenmiyorum elbette. Anlam ve değer üretim merkezlerinin, bilgi ve paylaşımı tekelini kıran internet ağı v.b. sayesinde, yerel kısıtlamalardan kurtulmuş, yurtsuz konumunu, anlaşılmaz bir inatla küçümseyen ve hâlâ söylenti ağı şeklinde çevrilebilen “wetware” de ısrarcı olan “solcuların” tutumu da üzerinde durulmayı hak edecek kadar dramatik bence.
Zira Marks’ın 19. yüzyılın parametreleriyle sınırlarını ve içeriğini tarif ettiği solun direği enternasyonalizmi dondurup, bu olguyu başka ülkelerdeki proleter kardeşleri için grev ve sabotaj yapmaya indirgeyen, ya da trenlere binip devrim cephelerine “akmak” sanan kutsal metin muhafızlarının sesi sol içerisinde baskın.
Oysa dün Seattle’da, Gürcistan’da, Ukrayna’da... “kalkışılan”, bugünse Arap coğrafyasında sokağa çıkma yasağından önce Facebook ve Twitter gibi mecraları yasaklamaya çalışan diktatörlere kâbuslar gösteren küresel intifadanın kendilerine sağladığı nimetleri bir fark edebilseler, onun dilini konuşmaya cesaret edebilseler ah; yeni devrim çağının anahtarı tam da burada gizli.
Evet, evrensel solun özgürlük ve eşitlik ile birlikte üzerinde yükseldiği sacayağının en önemli parçası olan dayanışma bugünlerde engellenemez enformasyon paylaşımı ile beslenen şeffaflaşma hamleleriyle başat bir rol oynamaya başladı. Hatta şeffaflığın, yüzlerce yıldır formunu muhafaza eden bu sacayağının evrimleşmesi sonucu, dördüncü ayağı oluşturduğunu söylemek de pekâlâ mümkün.
Mısır’da, Libya’da, Tunus’ta patlayan onlarca atom bombası gücündeki isyanlara bir bakın. Egemenler, Foucoult’nun bir yıldıza benzettiği, kontrolün modernleşmesinin muhteşem bir metaforu sayılan “Panoptikon”un merkezindeki kuleden kanatlardaki “sakinler” üzerinde kurdukları denetimi artık sağlayamıyorlar. Yıllardır gözlendiğimiz o kulenin taşlarını saydamlaştı. Gözleyen de gözleniyor artık. Ve gözleyenler için daha da tehlikeli olanı, sakinlerinin, tıpkı varoluşunu fark eden birey gibi, bunun bilincine varmaları.
Türkiye de kuşkusuz ki, son on yıldır attığı adımlarla, demokrasi açısından pek çok üçüncü dünya ülkesinden ileri konuma ulaştı. Tabii ki hâlâ büyük eksikler mevcut. Ancak yamaçtan yuvarlanmaya başlayan taş artık hız kazandı, durdurulması nerdeyse olanaksız.
İşte Taraf‘ın (Yasemin Çongar’ın büyük katkılarıyla) hafta başından beri ülke gündeminin ilk sırasına oturan WikiLeaks’le işbirliği de, yoğun olarak iç dinamikleriyle demokratikleşmeye çabalayan Türkiye ve diğer “sahalar” için bir dönüm noktası manifestosudur.
Taraf, Türkiye halklarını yoksulluğa, baskıya ve zulme mahkûm eden statükoyu ve sağdan-soldan ilişiklerini panikleten WikiLeaks adımıyla, Ergenekon, Balyoz, Kafes gibi sırların ifşasında oynadığı başrolünü bir adım ileri götürdü. Şimdi de ustalığını Türkiye’nin son yıllarının röntgenini çekerek devam ettiriyor.
Evet, kuşkusuz ki bu kavşak birileri için gerçekten tehlikedir.
Bu şeffaflaşma ve yeni bin yılın “gazetecilik faaliyeti” tam da Soner Yalçın’ın, dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’a yazdığı mektupta, farkına vardığı “tehlike”, tanımladığı “yeni konsept”tir. Yalçın’ın, ayrıcalıklarını ve hükümranlıklarını kaybetmeye başlayan seçkinlerin tercümanı olduğu, biz reayaların küresel uyanışına karşı topyekûn savaş çağrısı yaptığı mektubunu hatırlatmaktan imtina etmeyelim:
“Kafasını yukarı çevirip ‘renkli devrimlere’ sahne olan ülkelere bakanlar bunu anlayacaktır. Evet, bu bir iç savaştır Paşam! Bunun topu tüfeği, askeri bazı gazetelerdir, tv’lerdir. Bazı sivil toplum kuruluşlarıdır. Bazı partilerdir... Bunları ikna edemezsiniz... Paşam! Sizi zor günler bekliyor. Ya bu yeni konsepte uygun karşı adımlar atacaksınız, ya da bu savaşta yenileceksiniz.”
Ya, askeri ve sivil cenahtaki paşa paşa yaşayanların, çoğunluk olduğumuz halde azınlık muamelesi çekilen bizlere şeffaflaşmanın tehlikeli olduğunu yutturmaya çalışanları, yıllardır kirli ilişkilerle elde ettikleri güçle fütursuzca gündemi manipüle edenlerin telaşını, “zamanlama manidar” zırvalıklarını, “Niçin Taraf“ sorularını bir de bu gözle değerlendirin.
Özellikle kendisini solda tarif eden yoldaşlara tavsiyemdir. Nevi şahsına münhasır amorf bir sol tahayyülünden artık yakanızı sıyırıp, Halil Bertay’ın dünkü yazısında mükemmel bir biçimde tasvir ettiği haset ve nefretten kurtulun. Gelin Türkiye halkının varoluşunu keşfettiği bu küresel şeffaflaşma hareketine, kardeşliğe şahitlik edin. Dahası bir tuğla da siz kırın esaretimizin duvarından.
Not: Metinde, Zygmaunt Bauman’ın “Küreselleşme” ve “Modernlik ve müphemlik” adlı eserlerindeki bazı tanımlarından yararlandım.
Diğer Melih Altınok Makaleleri:
1. Bu yeni bin yılın yüzük kardeşliğidir - 18.03.2011
2. Düğün bitti kınayı gözüne yak demememiz için - 15.03.2011
3. Tek rakibin THY olunca - 11.03.2011
4. Şık’ı Ergenekon’a kalkan yaptırmayın - 08.03.2011
5. Ahmet’in şık gazeteciliği, Ergenekon’u pejmürdeleştiremez - 04.03.2011
6. Şimdi de gözü Milli Görüş’e diktiler - 01.03.2011
7. Mümkün mü artık dönmek - 25.02.2011
8. İtidal değil düpedüz ricat bu - 22.02.2011
9. Masumiyet karinesi ve vicdan - 18.02.2011
10. Seçimden sonrası tufan mı - 15.02.2011
11. Statüko bekçiliğinden siyasi rakipliğe terfi şart - 11.02.2011
12. Ayşe, aişe, ayşa... - 08.02.2011
13. Mübareklerimiz ve devrimcilerimiz - 04.02.2011
14. Sizin bir devrimden beklentiniz nedir - 01.02.2011
15. Katranı seçime kadar kaynatacaklar - 28.01.2011
OKUMA NOTLARI 12.03.2011
Halil Berktay
İki faktör : ‘Taraf’ ve AKP
Ergenekon/culuk darbeyle iktidara gelse dayanabilir miydi ? Muhtemelen hayır. Türkiye Güneydoğu Asya’da değil; Myanmar kadar dış dünyaya kapalı olamaz. Bu çağda böyle bir darbeye ve rejime Batı’nın, bırakın destek olmayı, birazcık tolerans göstermesi olanaksız.
Zaten projelerini ABD’ye bile satamadıklarını biliyoruz. Avrupa ise hepten umutsuz, onlar açısından.
Ne olur(du) ? Halktan yüzde 80 muhalefet. Uluslararası planda ise toptan red. Genel bir itibar kaybı. İzolasyon. Ve dolayısıyla, çok derin bir ekonomik kriz. Putin kurtarır mıydı onları ? Çin ? Avrasyacılık ? Çok şüpheli. Herhalde pek tutunamazlardı (Türkiye’de, 12 Eylül’ün bile en çok üç yıl sürdüğünü unutmayalım).
Ama bireyler, insan hayatları açısından üç yıl bile çok uzun bir süre. Bu arada, feci şeyler yaşanırdı kuşkusuz. Gene hapisler, işkenceler. Kayıplar. Kim vurduya gidenler. Gene berbat bir kurumsal ve kültürel miras. Bir on onbeş yılın daha yitirilmesi.
Beni hayretlere düşüren şey, hele Kürtler adına konuşmak iddiasındaki bir örgütün, bu gerçekleri yok sayması. Hiç olmazsa yakın zamanlarda, ayrılık istemediğini vurgulayarak “Türkiyeci” bir tavır alması. Ama (üstelik de özgürlük bayrağını hiç elinden bırakmadan) Türkiye’deki genel demokrasi mücadelesine neredeyse sırt çevirmesi.
İşin daha ilginç, çelişkili ve ironik yanı, PKK’nın bu noktaya nasıl geldiği. Gelebildiği. İronik olan şu ki, 1990’ların sonunda nasıl dibe vurduğunu üç ay kadar önce hatırlattığım PKK (Çıkış ve iniş yılları, 23 Aralık ‘10), bugün kamuyounda varolabilmesini; cephe örgütleri ve yan kuruluşlarının, narin ve sınırlı da olsa de facto bir meşruiyetten yararlanabilmesini; bu sayede, ‘80’lerin sonlarındaki en şaşaalı döneminde dahi yapamadığı kadar sesini duyurabilmesi ve tezlerini yayabilmesini, çok büyük ölçüde, son dokuz yılın demokratik kazanımlarına borçlu. Burada da baş aktörler, beğenin beğenmeyin, (a) 2002’den itibaren, bizatihî kendi güvenliği uğruna Avrupalılaşma reformlarına girişmek zorunda olan AKP; (b) Hrant’ın cenazesi; (c) 2007 kasımından itibaren, cesur, radikal, sınır tanımayan anti-militarist haberciliğiyle Taraf oldu. Hatırlayın, askerlerin kendilerini bağımsız ve alternatif bir iktidar odağı olarak nasıl empoze ettiğini. AB karşıtlığı, sivilleşme karşıtlığı, Denktaşçılık, Kürt sorununa “ezdik-eziyoruz” yaklaşımında inat, 1915’in inkârı gibi noktalardaki inatçı fütursuzluğunu. Bu ve benzeri pozisyonları öncelikle Genelkurmay formüle edip haftalık basın toplantıları aracılığıyla yayıyor; “millî çizgi”yi saptayıp “merkez medya”ya veriyor; ulusalcılığın sinir merkezi ve nihaî özgüven kaynağı rolünü oynuyordu.
Bir yandan, AKP’nin 2002 ve 2007 seçim başarıları, reformları ve iç-dış ittifakları; diğer yandan, on yıl sonra yazılmaya başlayacak “yakın tarih”lerin, demokrasi mücadelesinin mızrak ucu ve serdengeçtisi olarak anacağı Taraf, bu “karargâh” ve “kale”yi topa tutup darmadağın etti, açıkçası.
“Sınıfsal değil; emekçi kitleleri görmezden geliyor” gibi karşı-yorumlara da hazırım. Bunlar soyut, genelgeçer lâflar. Bırakalım palavrayı. Yoktu böyle bir şey. Onun için (zikzaklarıyla birlikte) “AKP küçük bir mucizedir” diyen Etyen Mahcupyan, süper-solcuların bütün aşağılayıcı sataşmalarına karşın, haklıydı son tahlilde. Hiç başka katkı olmadı mı bu kavgaya ? Oldu elbet. Hrant’ın ardından o muazzam kitlenin “Hepimiz Ermeniyiz” diye yürümesi, çok özel bir olaydır. Bizim yenilmemiş Tienanmen’imiz, Prag Baharımız ve Tahrir’imizdir, bir bakıma. Ulusalcıların hiç hesaba katmadığı boyutlarda bir evrenselciliğin sathın altındaki varlığını sergilemiş; yeni ve büyük bir koalisyonun mümkün olduğunu göstermiştir. Tazelenmiş bir sol demokratlığın fışkırmasının en büyük moral kaynağıdır.
Ama bağımsız aydınların, diğer gazetelerin ve tek tek saygın basın mensuplarının, imza kampanyalarının, sivil toplum örgütlerinin dağınık enerjisi, daha çok, diğer iki mecraya döküldüğü; orada biriktiği, onlara güç kattığı, o adım ve hamleleri çoğaltıp yaydığı ölçüde etkili oldu. Sonuçta, Ergenekon çöktü. Vesayetçilik geriledi. Ordu siyasetten elini önemli ölçüde çekti. TMY ve 301. Madde gibi baskı araçları zayıflatıldı. Anayasa referandumu, liberallerin, sol demokratların ve Müslüman demokratların ortak zaferi oldu. Siyasî hedeflerinden kopan ulusalcılığın ideolojik sermayesi de tükendi.
En önemlisi, modern Türkiye tarihinin herkesin konuştuğu ve herşeyin konuşulabildiği en geniş özgürlük alanı açıldı. Kürt meselesi de geçmişte asla olmadığı kadar, bu alanda tartışılıyor; bütün görüşler yazılıp çiziliyor, yankı buluyor. Hiç lâfımı sakınmayacağım : bu başarıda geniş demokrasi birleşik cephesinin, evetçi ve yetmez-ama-evetçilerin, horladığınız liberallerin, Taraf’ın ve AKP’nin payı, PKK’nın kendi payından daha fazladır.
Herşeyin bir bedeli var, tabii. Bunun da bedeli haset ve nefret oluyor. Bu kültür haklı çıkandan, yapabilenden hoşlanmaz. Aşağı çekmeye çalışır. PKK da bir yönüyle, bu genel ruh halinin bir parçası. Öte yandan, AKP’den nefret etmek için özel nedenleri de var. İşin bu boyutu, AKP’nin “iktidar” değil “siyasî rakip” olmasında düğümleniyor.
OKUMA NOTLARI 17.03.2011
Halil Berktay
“Sol”un haset ve nefreti
Göreli demokratikleşmenin bir yan ürünü, 2002’den bu yana AKP’ye, 2007 sonundan bu yana Taraf’a karşı tırmanan düşmanlık oldu. Ulusalcıları anladık da, “sol”culara ne oluyor ? Bu ikisi çok farklı güçler de olsalar, neden, bir yandan AKP ve diğer yandan Taraf’a düpedüz düşman kesiliyor; militarizmle veya büyük basınla uğraşmaya asla harcamadıkları bir gayreti, kendi açılarından hiç olmazsa “ara güçler” diye tanımlanması gereken kesimlere yöneltiyorlar ?
AKP açısından bir neden, prensip olarak her türlü hükümete muhalif değil karşı olmak; galiba en fazla da (bizi/halkımızı “aldatmayı” başardıkları için mi acaba ?) seçim kazanarak gelmiş hükümetlerden nefret etmek; sadece baştan Atatürkçü ve CHP mahallesine mensup olduklarından değil, “burjuva demokrasisi”ni aşağıladıkları için de, faraza DP, AP, ANAP ve bir adım sonra AKP’yi, “dur biraz, ne yapıyor bakalım bir” demeden, derhal ve kestirmeden hedef tahtasına oturtmak. Ve normal siyasetle yenilgiye uğratmayı değil, anormal siyasetle devirmeyi, alaşağı etmeyi amaçlamak.
İkincisi, bunu pekiştiren şiddet ve heyecan özlemi solculuğun. Bir siyaset yöntemi olarak şiddeti kaçınılmaz ve dolayısıyla arzu edilebilir görme hastalığı. Daima devrimci heyecan ve olağanüstülük peşinde koşmak; “o sabah”ın hayaliyle yaşamak. “Proleter devrimi kalmadı; size şöyle sıcacık bir Üçüncü Dünya darbesi sarsak.” Böyle böyle, 1789 Fransız Devrimini kaçırdığına hayıflanan Julien Sorel’lerin yerini, 27 Mayıs veya 9 Mart’ı (1971) kaçırdığına hayıflanan “kaya gibi” çocuklar alıyor.
Üçüncüsü, tabii AKP’nin Müslümanlığı; buna karşılık, son tahlilde Kemalizm ana gövdesinden türemiş, hattâ daha bile modernist, pozitivist, militan ateist; biraz fazla Politzer okuduğu için hep Aydınlanma çağında yaşayıp Katolik Kilisesi’yle savaştığını hayal eden solculuğun, genel din ve irtica umacısı.
Dördüncüsü, Marksizmin başından beri mevcut, keza abartılı, zaman içinde giderek daha deforme olan liberalizm “ve hattâ neo-liberalizm” düşmanlığı. Yazın hepsini alt alta :
Eşi görülmedik baskı ve sömürü; ekonomik felâket; sivil vesayet, korku rejimi. Tümüyle gerçek dışı. AKP’nin bana göre de çok ciddî sorunları var elbet, ama tam tersi açıdan : reformculuğunun muhafazakar kısıtları; milliyetçiliğe verdiği tavizler; AB, demokrasi, Kıbrıs ve Kürt sorunlarındaki kapanmaları. Lâkin hiç “en kötü”lük bir durum yok ortada. Neden, meselâ 12 Mart ve 12 Eylül’le, ya da hattâ 1965-71 AP’siyle, veya 1970’lerin MC hükümetleriyle, veya 1983-89 Özal dönemiyle, veya 1990’ların o kısır, güdük koalisyonlarıyla karşılaştırıldığında, eh, olabilecek en mütevazı terimlerle, “biraz daha dayanılır” değilmiş bu hükümet ve “biraz daha yaşanabilir” değilmiş bugünkü durum; merak ediyorum doğrusu.
Taraf’a gelince burada sorun çok daha basit : esas faktör kıskançlık. Çünkü Taraf çok başarılı oldu. “Teorik solcu”ların yüzde yüz saf ve temiz bir duruş aramaktan yapamadığı, akıl edemediği her şeyi yaptı; yorgun abilerin vermediği bütün mücadeleleri verdi; herhalde politikanın bütün “sır”larını bildiklerinden, “gerçekçi ol, imkansızı iste” gibi hoş ve boş sözlere sığınan bütün nihilist-maksimalistlere, Pamuk Prenses’teki kötü kraliçe gibi, doğruyu söylediği için paramparça etme hırsıyla yanıp kavruldukları bir ayna tuttu (ve tutuyor).
Tek kelimeyle, lâfta değil pratikte, ülkenin kaderini değiştirdi Taraf. Ve bunu, demokrasi dışında spesifik, tanımlanmış bir ütopyası, (komünizm gibi) yeğlediği bir toplum ve iktidar biçimi olmaksızın daha doğrusu, o sayede başardı. Bu ütopyasızlık, zaafı değil en güçlü yanı oldu Taraf’ın; onu “dolabında iskeletsiz,” müdanaasız, özgür ve yaratıcı kıldı. Ama tabii, “burjuva demokratları”na dayanamayan anti-liberal “sol”cular için bu, artı değil eksi puan anlamına geldi.
Taraf yazar ve okuyucularının Müslüman demokratları da kapsaması ve kibirli, kerameti kendinden menkul “sol”cularca hep “kötü” çıkmaları beklenirken, inatla “iyi” de çıkmaları, hepsinin üstüne tüy dikiyor. Bırakın gazeteyi; herhangi bir sol güç, ilk defa deniyor bunu. Togliatti’nin 1945-46’da biraz yokladığı ama Stalin’in sertleşmesi karşısında (1947-48) hemen terk ettiği, ancak onyıllar sonra Enrico Berlinguer’in (çok geç) gündeme getirebildiği “tarihsel uzlaşma”nın bir benzeri Türkiye’de gerçekleşiyor. Etrafında genişleyen dostluklar oluşuyor; HerTaraf’ta gerçekten her görüşten insan yazıyor; TKP ve ÖDP dışındaki (aklı başında) sol, kendine açık kapı, serbest kürsü buluyor. Böylece birçok tartışma, üç binlerden başlayıp, beş parasız, sırf zeka, cesaret ve alın teriyle 50-53 bine oturan Taraf’ın sayfalarına kayıyor.
Haset ve nefret etmesinler de ne yapsınlar ? Solun geleneğidir zaten; öfkesini en yakınına yöneltir. Teorisi de hazırdır; en sinsi ve tehlikeli oportünist, “doğru”yla en çok örtüştüğü için aldatıp ayartma kabiliyeti en yüksek olandır.
1965 seçimlerinde TİP 15 milletvekili çıkarmış; “eskitüfek”ler fazla bağımsızlaştığını düşündükleri Aybar’a kuşkuyla bakmaya başlamışlardı. Kitle (gençlik) hareketine sırt çevirip “parlamenter eblehliğe” kapılmakla suçluyorlardı (henüz MDD yoktu).
Bizim evdeki bir tartışmada Sadun Aren bu kadar çullanmaya dayanamamış; babama “kıskanıyorsun Erdoğan” deyivermişti. Tüyler uçuşmuştu tabii. İki eski arkadaş bir daha barışmadı. Ama evet, o gece haklılık ibresi Aren’den yanaydı.
Diğer Halil Berktay Makaleleri:
1. PKK ve Taraf - 19.03.2011
2. “Sol”un haset ve nefreti - 17.03.2011
3. İki faktör : ‘Taraf’ ve AKP - 12.03.2011
4. ‘Pot’ neydi ve nedir - 10.03.2011
5. Kısa değinmeler - 05.03.2011
6. Bir diğer PKK eleştirisi - 03.03.2011
7. Kısa bir özet - 26.02.2011
8. Öğrenememek... - 24.02.2011
9. Ezenden, ezilene - 19.02.2011
10. Pislik ve kutsallık - 17.02.2011
11. ‘Anti TC’ - 12.02.2011
12. ‘Anti Kürt’ - 10.02.2011
13. Sokak ırkçılığı - 05.02.2011
14. Karanlığın yüreği - 03.02.2011
15. Bizim ‘ilkel’lerimiz (9) - 29.01.2011