bireyin diktatörlüğü 27 28 mart 2011 tarihli Le Monde Tzvetan Todorov filozof, denemeci, düşünce tarihi tarihçisi
bireyin diktatörlüğü 27 28 mart 2011 tarihli Le Monde Tzvetan Todorov filozof, denemeci, düşünce tarihi tarihçisi
XX. yüzyılı baştan başa geçen tüm diktatörlüklerden sonra, 21.yüzyıl yeni bir canavarı,
'bireyselleşme' yi besliyor olmasın ?
Düşünce özgürlüğü, demokrasilerin temeli olarak gösterilir ve bunun için hiçbir engel tanınmaz.
Fakat bu özgürlüğün, aynı zamanda sahip olduğu iktidardan bağımsız olduğunu söyleyebiir miyiz ?
Sadece düşünce özgürlüğü yetmez, bu özgürlüğü kullanabilme imkanı da olmalı. Bu imkan mevcut değilse, özgürlük boş bir laftan başka birşey ifade etmez.
filozof, tarihçi Tzvetan Todorov
'hep devlet veya 'hep birey'
seçeneklerinin tuzağını Le Monde (27-28/03/2011) gazetesine yazdı.
Bir iktidarın meşruluğu, sadece nasıl elde edildiğinde
( seçim veya askeri darbe )
değil, nasıl icra edildiğindedir de.
Montesquieu
''sınırsız tüm iktidarlar meşruluklarını yitirirler''
diyerek, üç yüz yıl evvel yargı gücümüzü aydınlatmıştı.
XX. yüzyıl diktatörlükleri, bizleri, bireyin her faaliyetini kontrol edebilen sınırsız devlet yetkisinin çarpıklıklarına karşı hassas kıldı.
Avrupa' da bu tüm diktatorlükler tarihe karışmakla beraber, demokratik ülkelerde hükümetlerin adalete veya medyalara müdahalesini kabul etmiyoruz, zira bu tür müdahaleler iktidarın sınırlarını kaldırmaktadır; bununla beraber, toplum içerisinde iktidar, sadece Devletin elinde değildir.
Bu XXI. yyıl başında Batı' da, devlet prestijinin öemli bir kısmını kaybederken, bazı birey ve birey gruplarının artan güçleri endişe verici bir tehdit olmaya başladı. Halbuki farkına bile varmıyoruz, zira bu tehdidin çok da güzel bir ismi var: 'özgürlük.'
Bireysel özgürlük giderek yükselen bir değer; ortak değerleri müdafa edenleri arkaik yerine koyuyoruz.
Bu tersine dönmeyi, Doğu Avrupa eski komünist ülkelerde gözlemlemek mümkün; ortak menfaatlara şüpheyle bakılmaktadır:
eski rejim, kendi dümen ve dolaplarını örtmek için bu kanıtı o denli kullanmıştı ki, kimse artık ciddiye almıyor;
eğer insan yaşamının motoru iktidar açlığı ve kazanç arayışı ise, yalan konuşmanın gereği yok, orman kanununu kabul etmek en doğrusu olmaz mı, der gibidirler bu insanlar.
Bu ideolojik boyun eğme, eski komünist parti aparaçiklerinin, maskelerini atıp, nasıl, ültra liberal giysiler içerisine girdiklerini de izah eder.
Diğer taraftan, ABD'de, tüm hükümet kontrolünü reddeden, bireylerin sınırsız özgürlüğünü müdaafa eden Tea Party hareketi, her türlü vergi ve zenginlik dağıtımını reddetmektedir.
Ortak masraflara değer tek kamu faaliyet sektörünün polis ve ordu, yani birey güvenliği olduğunu söylüyorlar. Bu dünya görüşüne muhalefet gösterenler kripto-komünist ilan ediliyorlar !
Esas paradoks ise, bunların hiristiyanlığa yaptıkları referanslardır; halbuki hiristiyanlık diğer tek tanrılı dinler gibi zayıf ve fakirlerden yana olmayı salık verir. Bir uçtan diğerine geçilmektedir;
totaliter devletten, ultra liberal bireye;
özgürlükleri yok edici bir rejimden, sosyal olanı yok sayan rejimlere gitmekteyiz.
Halbuki demokratik prensibin temel ögesi tüm iktidarların sınırlandırılabilmesidir;
sadece devletlerin değil, bireylerin de, sınırsız bir özgürlüğü müdaafa etseler dahi sınırlandırılmaları gerekir.
Tavukların tilkilere hücum etme özgürlüğü gülünç bir hikayeden ibarettir, zira tavukların böyle bir gücü yoktur;
tilkinin özgürlüğü ise tehlikelidir zira doğal olarak güçlüdür.
Kanunlar ve kurallar sayesinde egemen halk, herkesin özgürlüğünü kısıtlamaya hakkı olabilir.
Bu kısıtlama, tüm halkı aynı şekilde etkilemez; ideal olarak, çok iktidarı olanlarınki kısıtlanır, az olanlarinki ise korunur.
Ekonomik iktidar, bireylerin sahip olduğu en önemli iktidardır.
Bir şirketin kâr elde etmesi gerekir, aksi taktirde yok olmaya mahkûm olur.
Fakat özel menfaatların ötesinde, bir ülke halkının aynı zamanda ortak menfaatları da vardır; özel şirketler kendiliklerinden bu ortak menfaat yönünde çalışmazlar, dayanışma kurumları değillerdir.
Ordu ve polisin, devlet sorumlulukları içerisinde olması doğrudur, fakat eğitim, sağlık, adalet ve altayapı kurumları ile de ilgilenmesi temeldir;
daha da ileri giderek, çevre koruması sorumluluğunun da devlet yetkileri içerisine alınmasını savunabiliriz.
Bu kapsamda Adam Smith' in
''gizli eli''
bir işe yaramıyor. 2010 ilk baharında Meksika Körfezini kaplayan kara sularda bunu gözlemledik;
kontrolsüz bırakıldıklarında, petrol şirketleri yapım malzemelerinin en ucuzunu ve en güvenilmezini tercih etmektedirler.
Bireylerin veya birey gruplarının sahip oldukları ekonomik iktidar bazen o denli büyük olabiliyor ki, siyasi iktidar buna karşı tamamen aciz kalmaktadır.
ABD'de, sınırsız düşünce özgürlüğü adına, Yüksek Adalet Divanı, büyük şirketlere, arzu ettikleri başkan adayını istedikleri ekonomik seviyede destekleme özgürlüğü verebilmektedir;
buna karşın, dünyanın en güçlü ülkesinin Başkanı, asgari bir sağlık sigortası reformunu Kongre de oylamak, banka faaliyetlerini kontrol etmek ve sera etkili gazları kısıtlayıcı bir mevzuat geçirmekte büyük zorluklarla karşılaşıyordu;
bu muhalefet sadece kutsal birey özgürlüğü adına örgütleniyordu.
Avrupa ülkelerinde bazen, hükümetlerin para güçlerinin hizmetine girerek ekonomik ve politik bir oligarşiye dönüştûkleri görülmüştür. Hatta bazı bakanların, tatillerinin zengin dostlarınca ödenmesini kabul ettikleri bile görülmüştür.
Düşünce özgürlüğü, demokrasilerin temeli olarak gösterilir ve bunun için hiçbir engel tanınmaz.
Fakat bu özgürlüğün, aynı zamanda sahip olduğu iktidardan bağımsız olduğunu söyleyebilir miyiz ?
Sadece düşünce özgürlüğü yetmez, bu özgürlüğü kullanabilme imkanı da olmalı. Bu imkan mevcut değilse, özgürlük boş bir laftan başka birşey ifade etmez.
Bir ülkede ortaya çıkan fikir ve bilgiler aynı kolaylıklarla medyalarda kabul görmezler.
Güçlülerin düşünce özgürlüğü, güçsüzler üzerinde menfi sonuçlar yaratabilir.
Eğer tüm Arapların, Avrupa toplumlarında asimililasyonu imkansız islamcılar olduğunu söyleme özgürlügümüz var ise, bu aynı zamanda bu Arapların, bir iş bulma veya kimlikleri kontrol edilmeden sokakta dolaşma özgürlüğü yoktur da demektir.
Kamusal söz, herhangi bir iktidar gibi kısıtlanabilmelidir.
Fakat doğru ve yerinde kısıtlamaları, yerinde olmayanlardan nasıl ayırt edebiliriz ?
Diğer yanda konuşan ile konuşma konusu insanlar arasındaki iktidar ilişkisini farklılaştıran kriteri nasıl bulabiliriz ?
Güçlü birine hücum etmekle, popüler hınca yem olarak atılan günah keçisini nasıl ayırt edebiliriz ?
Bir Basın organının gücü devletinkinden kat kat daha zayıftır;
bu yüzden Basının özgürlüğünü kısıtlamanın hiçbir gereği yoktur;
hele ki bu özgürlük gerçeğin ortaya çıkmasına hizmet ediyorsa üstelik.
Médiapart gibi bir net gazetesi, bir sermaye gücü ile siyasi sorumlu arasında var olan menfaat ilişkisini ifşa ettiğinde bunu faşistlikle suçlamanın hiçbir anlamı yoktur.
WikiLeaks ifşaatlarının da şeffaflık diktatörlüğüyle hiçbir alakası olamaz; komünist rejimler korumasız bireylerin, entellektüellerin hayatını şeffaflaştırıyordu, hiçbir zaman devletin değil.
Buna karşın bir basın organı bireyden daha güçlü oldugundan
''medyatik linç''
tamamiyle bir yetki suistimalidir.
Sınırsız düşünce özgürlüğünü müdaafa edenler, güçlülerle güçsüzleri birbirine karıştırmayı çok iyi bilirler;
Hz. Muhammed' in karikatürlerini 2005 yılında yayınlayan Danimarka gazetesi Jyllands Posten' in yazı işleri müdürü, beş yıl sonra olayı yorumlarken kendisini ateşe atılan Orta Çağ sapkınlarına, kiliseyi ölesiye eleştiren Voltaire' e veya sovyet gizli polisinin hışmına uğrayan siyasi muhaliflere benzetmektedir.
Gerçekten de günümüzde mağdur siması çekiciliğini muhafaza etmektedir ! Danimarkalı gazetecinin unuttuğu önemli bir husus var; cesaretli düşünce özgürlüğü pratisyeni, ayrımcılığa maruz kalan bir azınlığa karşı değil, manevi ve maddi iktidarları ellerinde bulunduranlara karşı mücadele veriyordu. Düşünce özgürlüğüne bazı sınır taşları koymak, sansürü savunmak değil, aksine, medya güçlerinin sorumluluğuna çağrıda bulunmaktır.
Birey diktatörlüğü devlet diktatörlüğünden daha az vahşi olabilir;
bununla beraber tatmin edici bir ortak yaşama engel olabilmektedir.
Hiçbirşey bizi
''hep devlet''
veya
''hep birey''
seçenekleri ile tuzağa düşürmemelidir: her ikisini de müdaafa etmeye ihtiyacımız var, zira her biri diğerinin suistimallerini sınırlamaktadır.
Tzvetan Todorov
filozof, denemeci, düşünce tarihi tarihçisi
27-28 mart 2011 tarihli Le Monde
bireyin diktatörlüğü 27 28 mart 2011 tarihli Le Monde Tzvetan Todorov filozof, denemeci, düşünce tarihi tarihçisi
XX. yüzyılı baştan başa geçen tüm diktatörlüklerden sonra, 21.yüzyıl yeni bir canavarı,
'bireyselleşme' yi besliyor olmasın ?
Düşünce özgürlüğü, demokrasilerin temeli olarak gösterilir ve bunun için hiçbir engel tanınmaz.
Fakat bu özgürlüğün, aynı zamanda sahip olduğu iktidardan bağımsız olduğunu söyleyebiir miyiz ?
Sadece düşünce özgürlüğü yetmez, bu özgürlüğü kullanabilme imkanı da olmalı. Bu imkan mevcut değilse, özgürlük boş bir laftan başka birşey ifade etmez.
filozof, tarihçi Tzvetan Todorov
'hep devlet veya 'hep birey'
seçeneklerinin tuzağını Le Monde (27-28/03/2011) gazetesine yazdı.
Bir iktidarın meşruluğu, sadece nasıl elde edildiğinde
( seçim veya askeri darbe )
değil, nasıl icra edildiğindedir de.
Montesquieu
''sınırsız tüm iktidarlar meşruluklarını yitirirler''
diyerek, üç yüz yıl evvel yargı gücümüzü aydınlatmıştı.
XX. yüzyıl diktatörlükleri, bizleri, bireyin her faaliyetini kontrol edebilen sınırsız devlet yetkisinin çarpıklıklarına karşı hassas kıldı.
Avrupa' da bu tüm diktatorlükler tarihe karışmakla beraber, demokratik ülkelerde hükümetlerin adalete veya medyalara müdahalesini kabul etmiyoruz, zira bu tür müdahaleler iktidarın sınırlarını kaldırmaktadır; bununla beraber, toplum içerisinde iktidar, sadece Devletin elinde değildir.
Bu XXI. yyıl başında Batı' da, devlet prestijinin öemli bir kısmını kaybederken, bazı birey ve birey gruplarının artan güçleri endişe verici bir tehdit olmaya başladı. Halbuki farkına bile varmıyoruz, zira bu tehdidin çok da güzel bir ismi var: 'özgürlük.'
Bireysel özgürlük giderek yükselen bir değer; ortak değerleri müdafa edenleri arkaik yerine koyuyoruz.
Bu tersine dönmeyi, Doğu Avrupa eski komünist ülkelerde gözlemlemek mümkün; ortak menfaatlara şüpheyle bakılmaktadır:
eski rejim, kendi dümen ve dolaplarını örtmek için bu kanıtı o denli kullanmıştı ki, kimse artık ciddiye almıyor;
eğer insan yaşamının motoru iktidar açlığı ve kazanç arayışı ise, yalan konuşmanın gereği yok, orman kanununu kabul etmek en doğrusu olmaz mı, der gibidirler bu insanlar.
Bu ideolojik boyun eğme, eski komünist parti aparaçiklerinin, maskelerini atıp, nasıl, ültra liberal giysiler içerisine girdiklerini de izah eder.
Diğer taraftan, ABD'de, tüm hükümet kontrolünü reddeden, bireylerin sınırsız özgürlüğünü müdaafa eden Tea Party hareketi, her türlü vergi ve zenginlik dağıtımını reddetmektedir.
Ortak masraflara değer tek kamu faaliyet sektörünün polis ve ordu, yani birey güvenliği olduğunu söylüyorlar. Bu dünya görüşüne muhalefet gösterenler kripto-komünist ilan ediliyorlar !
Esas paradoks ise, bunların hiristiyanlığa yaptıkları referanslardır; halbuki hiristiyanlık diğer tek tanrılı dinler gibi zayıf ve fakirlerden yana olmayı salık verir. Bir uçtan diğerine geçilmektedir;
totaliter devletten, ultra liberal bireye;
özgürlükleri yok edici bir rejimden, sosyal olanı yok sayan rejimlere gitmekteyiz.
Halbuki demokratik prensibin temel ögesi tüm iktidarların sınırlandırılabilmesidir;
sadece devletlerin değil, bireylerin de, sınırsız bir özgürlüğü müdaafa etseler dahi sınırlandırılmaları gerekir.
Tavukların tilkilere hücum etme özgürlüğü gülünç bir hikayeden ibarettir, zira tavukların böyle bir gücü yoktur;
tilkinin özgürlüğü ise tehlikelidir zira doğal olarak güçlüdür.
Kanunlar ve kurallar sayesinde egemen halk, herkesin özgürlüğünü kısıtlamaya hakkı olabilir.
Bu kısıtlama, tüm halkı aynı şekilde etkilemez; ideal olarak, çok iktidarı olanlarınki kısıtlanır, az olanlarinki ise korunur.
Ekonomik iktidar, bireylerin sahip olduğu en önemli iktidardır.
Bir şirketin kâr elde etmesi gerekir, aksi taktirde yok olmaya mahkûm olur.
Fakat özel menfaatların ötesinde, bir ülke halkının aynı zamanda ortak menfaatları da vardır; özel şirketler kendiliklerinden bu ortak menfaat yönünde çalışmazlar, dayanışma kurumları değillerdir.
Ordu ve polisin, devlet sorumlulukları içerisinde olması doğrudur, fakat eğitim, sağlık, adalet ve altayapı kurumları ile de ilgilenmesi temeldir;
daha da ileri giderek, çevre koruması sorumluluğunun da devlet yetkileri içerisine alınmasını savunabiliriz.
Bu kapsamda Adam Smith' in
''gizli eli''
bir işe yaramıyor. 2010 ilk baharında Meksika Körfezini kaplayan kara sularda bunu gözlemledik;
kontrolsüz bırakıldıklarında, petrol şirketleri yapım malzemelerinin en ucuzunu ve en güvenilmezini tercih etmektedirler.
Bireylerin veya birey gruplarının sahip oldukları ekonomik iktidar bazen o denli büyük olabiliyor ki, siyasi iktidar buna karşı tamamen aciz kalmaktadır.
ABD'de, sınırsız düşünce özgürlüğü adına, Yüksek Adalet Divanı, büyük şirketlere, arzu ettikleri başkan adayını istedikleri ekonomik seviyede destekleme özgürlüğü verebilmektedir;
buna karşın, dünyanın en güçlü ülkesinin Başkanı, asgari bir sağlık sigortası reformunu Kongre de oylamak, banka faaliyetlerini kontrol etmek ve sera etkili gazları kısıtlayıcı bir mevzuat geçirmekte büyük zorluklarla karşılaşıyordu;
bu muhalefet sadece kutsal birey özgürlüğü adına örgütleniyordu.
Avrupa ülkelerinde bazen, hükümetlerin para güçlerinin hizmetine girerek ekonomik ve politik bir oligarşiye dönüştûkleri görülmüştür. Hatta bazı bakanların, tatillerinin zengin dostlarınca ödenmesini kabul ettikleri bile görülmüştür.
Düşünce özgürlüğü, demokrasilerin temeli olarak gösterilir ve bunun için hiçbir engel tanınmaz.
Fakat bu özgürlüğün, aynı zamanda sahip olduğu iktidardan bağımsız olduğunu söyleyebilir miyiz ?
Sadece düşünce özgürlüğü yetmez, bu özgürlüğü kullanabilme imkanı da olmalı. Bu imkan mevcut değilse, özgürlük boş bir laftan başka birşey ifade etmez.
Bir ülkede ortaya çıkan fikir ve bilgiler aynı kolaylıklarla medyalarda kabul görmezler.
Güçlülerin düşünce özgürlüğü, güçsüzler üzerinde menfi sonuçlar yaratabilir.
Eğer tüm Arapların, Avrupa toplumlarında asimililasyonu imkansız islamcılar olduğunu söyleme özgürlügümüz var ise, bu aynı zamanda bu Arapların, bir iş bulma veya kimlikleri kontrol edilmeden sokakta dolaşma özgürlüğü yoktur da demektir.
Kamusal söz, herhangi bir iktidar gibi kısıtlanabilmelidir.
Fakat doğru ve yerinde kısıtlamaları, yerinde olmayanlardan nasıl ayırt edebiliriz ?
Diğer yanda konuşan ile konuşma konusu insanlar arasındaki iktidar ilişkisini farklılaştıran kriteri nasıl bulabiliriz ?
Güçlü birine hücum etmekle, popüler hınca yem olarak atılan günah keçisini nasıl ayırt edebiliriz ?
Bir Basın organının gücü devletinkinden kat kat daha zayıftır;
bu yüzden Basının özgürlüğünü kısıtlamanın hiçbir gereği yoktur;
hele ki bu özgürlük gerçeğin ortaya çıkmasına hizmet ediyorsa üstelik.
Médiapart gibi bir net gazetesi, bir sermaye gücü ile siyasi sorumlu arasında var olan menfaat ilişkisini ifşa ettiğinde bunu faşistlikle suçlamanın hiçbir anlamı yoktur.
WikiLeaks ifşaatlarının da şeffaflık diktatörlüğüyle hiçbir alakası olamaz; komünist rejimler korumasız bireylerin, entellektüellerin hayatını şeffaflaştırıyordu, hiçbir zaman devletin değil.
Buna karşın bir basın organı bireyden daha güçlü oldugundan
''medyatik linç''
tamamiyle bir yetki suistimalidir.
Sınırsız düşünce özgürlüğünü müdaafa edenler, güçlülerle güçsüzleri birbirine karıştırmayı çok iyi bilirler;
Hz. Muhammed' in karikatürlerini 2005 yılında yayınlayan Danimarka gazetesi Jyllands Posten' in yazı işleri müdürü, beş yıl sonra olayı yorumlarken kendisini ateşe atılan Orta Çağ sapkınlarına, kiliseyi ölesiye eleştiren Voltaire' e veya sovyet gizli polisinin hışmına uğrayan siyasi muhaliflere benzetmektedir.
Gerçekten de günümüzde mağdur siması çekiciliğini muhafaza etmektedir ! Danimarkalı gazetecinin unuttuğu önemli bir husus var; cesaretli düşünce özgürlüğü pratisyeni, ayrımcılığa maruz kalan bir azınlığa karşı değil, manevi ve maddi iktidarları ellerinde bulunduranlara karşı mücadele veriyordu. Düşünce özgürlüğüne bazı sınır taşları koymak, sansürü savunmak değil, aksine, medya güçlerinin sorumluluğuna çağrıda bulunmaktır.
Birey diktatörlüğü devlet diktatörlüğünden daha az vahşi olabilir;
bununla beraber tatmin edici bir ortak yaşama engel olabilmektedir.
Hiçbirşey bizi
''hep devlet''
veya
''hep birey''
seçenekleri ile tuzağa düşürmemelidir: her ikisini de müdaafa etmeye ihtiyacımız var, zira her biri diğerinin suistimallerini sınırlamaktadır.
Tzvetan Todorov
filozof, denemeci, düşünce tarihi tarihçisi
27-28 mart 2011 tarihli Le Monde