Şiiri demokratikleştirmek
Edgar Morin, filozof, sosyolog le Monde gazetesinin 09 72011 tarihli sayısı
Bütçe kesintileri, arzu ve irade yokluğu;
tüm dünyada gözlemlenen, bilhassa, orta sınıfların kültürel seviye kaybı problemi ve kitlesel gösteri sanayisinin güttüğü minimum kültür politikaları, sanat ve kültür çevrelerinin rahatsızlığını ve endişelerini zirve noktalara taşıdı.
Avignon Tiyatro Festivali esnasında
"Théâtre des Idées"
(Fikir Tiyatrosu)
konferansları kapsamında birçok düşünür, kültür adamı ve akademisyen, katkıda bulundular;
önemsediğimiz, fransız düşünür sosyolog, Edgar Morin'in, biyografik olanı olduğu kadar evrenseli de kucaklayan hayat tecrübesi yazısını bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor...
Çocukluk yıllarım tamamiyle müzikli bir ortamda geçti.
Babam, mütemadiyen gençliğinin popüler kahvehane şarkılarını söylerdi.
Annem ise napoliten müzik ve Verdi operaları dinlemeyi çok severdi. Henüz okumayı yazmayı bilmeyen küçücük bir çocukken,
"Questa o quella de Rigoletto"
operası plağını birçok plak içerisinde tanıyarak anne ve babamın kivancı olmayı başarırdım.
Annemin ölümünden sonra, 10 yaşıma geldiğimde, onun çok sevdigi José Padilla' nın
"La Violetera ve El Relicario"
şarkıları üzerinde hastalık derecesinde bir saplantı geliştirmiştim.
"El Relicario"
şarkısının güftesini anlamamakla beraber aşk ve ölümden bahsettiğini hissediyor ve mütemadiyen dinliyordum;
gramofonun zembereği kırılana kadar, ve hatta plağı elimle çevirerek tekrar tekrar dinlemeye çalışırdım.
İnanın "El Relicario" bana hayatım boyunca refakat etti .
Tek oğlandım, annemi kaybetmiştim, şefkat eksiğimi kitaplarla ve vaktimin büyük bir bölümünü sinama salonlarında geçirerek telafi etmeye çalışıyordum.
''A nous la Liberté !'',
''14 Juillet'',
''Sous les toits de Paris'' gibi René Clair' in filimleri beni çok etkilemişti; bu filimlerin şarkılarına hayrandım; hâlâ bu şarkıları mırıldanırım.
Sonra 17 yaşımda Jacques Prévert ve Joseph Kosma' nın ilk şarkılarını, şarkıcı Marianne Oswald' dan Européen şarkı salonunda dinleyerek keşfettim;
herhalde zamanın değerlerine göre bu şarkılar modern olduklarından, o günün dinleyicilerinin çoğunluğu yuhalamıştı.
Daha sonra
''Feuilles mortes''
şarkısı ile nostaljik bir biçimde büyülenmiştim.
Şarkıları her zaman sevdim; bilhassa otuz yıl süren Trenet, Brassens, Ferré, Brel...
dönemi...
Daha sonra, kırk yıl evvel, Antonio Machado' nun bir şiiri üzerine Joan Manuel Serrat' nın bestelediği
''Cantares''
şarkısıyla şahsi ilahimi buldum.
28 yaşımdaydım, bağırsaklarımı düğümleyen flamenko müziğini, bilhassa ''Canto Jundo'' keşfettiğimde:
hüzün, hıçkırık, şiddet ve aşkla dolu bu müziğin hala aynı delilikle aşığıyım;
bu sevdalar, zamanla arap müziği, huayno ve peru valsları ile daha zenginleşti...
Daha önce, 25 yaşındayken
''klasik müzik",
radyo sayesinde hayatıma girmişti. Bu evvela Beethoven' in Pastoral Senfoni 'sinin ilk bölümünün büyüsü oldu. Kısa zamanda konser salonlarından çıkmaz oldum.
Her pazar Châtelet tiyatrosunda Paul Paray' in Colon orkestrası, cumartesi sabahları ise Konservatuarda Charles Munch' ün orkestrasını dinlemeye giderdim.
Gaveau konser salonunun popüler galerisinde ayaktaydım, Eugène Bigot' nun yönettiği Lamoureux orkestrası Beethoven'in 9. Senfoni' sinin girişini seslendirdiğinde yıldırıma çarpılmış gibiydim;
belirsiz bir fısıldamayla başlayan ve tasviri imkansız bir enerjiyle, sanki evreni hiçden var ediyormuş gibi patlayan tutti... Kulağıma
''Yaşa, dünyaya karşı gel, cesaretli ol !''
diyen bir sesle kendimden geçtiğimi hatırlıyorum.
Gözyaşlarimi tutamamıştım, fakat huşu içerisindeydim ve teselli bulmuştum ! Ondan bu yana, bu teselli beni terk etmedi;
bu senfoninin girişi bana her zaman cesaret, güven ve umut vermeye devam etti.
Opera sanatına da merak saldım; beni en çok etkileyen, insan karmaşıklığının ve aynı zamanda rus halkının trajedisini yansıtan Mussorski'nin Boris Godunov operası oldu.
Daha sonra değişik müzik tatminleri yaşadım;
1945 yılının temmuz ayında Berlin harabelerinde, Brandenburg kapısında, nereden çıktığı belli olmayan bir hoparlörden yine Beethoven'in İlkbahar sonatı duyuluyordu;
bu benim için umut ve yeniden doğuşun habercisiydi. Hayatımın her anında içimde melodiler devamlı mırıldandılar, ve yalnız olduğum anlarda sesimle orkestrayı, değişik sazları taklit ettim; Richard Strauss' un Don Juan' ının girişindeki kornoların tamamen yırtıcı seslerini taklit etmişimdir.
Ergenlik yıllarımda tiyatroyu Dullin tiyatrosunda Salacrou'nun
''La Terre est ronde''
piyesiyle, Georges Pitoëff tiyatrosunda Çehof'un ''Martı'' sı ile keşfettim. Bilhassa Jouvet ile tiyatoyla içli dışlı oldum. İşgal yıllarında tiyatro merakımı devam ettirdim.
Gizli Les Lettres françaises dergisine
( yazı dergiye ulaşamamıştı )
bir yazı yazmıştım; bu yazımda, Anouilh'un
''Antigon''undaki, Kreon'un realizmine baş kaldırma eleştirisini, Sartre'in
''Sinekler''
indeki isyan methiyesiyle karşılaştırıyordum.
Fakat herşeyden evvel, kendi hayatımı unutup hayatı anlamamı, hayali olana gitmeme ve gerçekliği daha iyi kavramamı sağlayan, ve benliğimde uyuklayan içinde erotik olanları da barındıran gerçekleri açıga çıkaran edebiyat ve sinema oldu; zira 13 yaşlarındayken Atlantid filminin alman yıldızı sarışın Brigitte Helm'e ve
''La Voie sans disque''
filminin akdeniz esmeri Gina Manès' e büyülenmiştim.
Edebiyat, sinama ve müzik, devamlı yenilenen büyüleyici bir güç içerirler; bu büyü, benim hayatım için gerekli gerçek ruhsal oksijen oldu.
Yine 13 yaşlarımda, Anatole France okumalarım, şüphenin ebediyen içime
yerleştiğini açığa çıkardı; bu aynı zamanda Tolstoy'un ''Diriliş'' i ve bilhassa
Dostoyevski' nin ''Suç ve Ceza'' sı ile karşılaşmama da denk düşer;
bu iki eser
bana, benliğimdeki sevgi ve merhametin, imana olan özlemin derinliğini gösterdi;
sovyet filmi
''Hayat Yolu''
nda ruhun rahata kavuşması mistiğini keşfettim.
Aynı zamanda Brecht' in tiyatrosunda, bilhassa
''Dört kuruşluk opera''
piyesinde, Shakespeare' in trajedilerinde insan dramlarını keşfettim; hayatın karmaşıklığının bilincine bu büyük eserlerle vardım.
Netice itibariyle, hayat şiirini besleyen estetik kültür birikiminin önemi benim için mutlaktır.
Buna karşın, mecbur olduğumuz, kaçınılmaz olan hayatın nesri bizleri yaşamaktan alıkoymaktadır.
Gerçekten yaşamak, şiirsel olarak yaşamaktır; yani benliğimizin, sevgi kabiliyetimizin, çevremize ve dünyaya katılımımızın gelişmesidir.
Dünya hem harika hem fecidir. Estetik, şeylere hayran olmamıza ve iğrenç olana bakabilmemize yardımcı olmaktadır.
Bu şekilde Schubert' in Kentet' inin ikinci bölümü ruhun en feci kederini yansıtmasına rağmen, aynı zamanda verdiği müzik mutluluğu sayesinde, bizi uyutmadan bu kederi anlamamızı sağlar.
Sanat eserlerinin estetiği, gündelik yaşam estetiğini geliştirmemizi sağlar.
Ne denmiştir:
''doğa, sanat eserinin önerilerini taklit eder.''
Sanat eseri, denize, dağa, ağaçlara, kelebeklere koşan bir çocuğa, deli gibi sahibinin üzerine sıçrayan bir köpeğe, güzel bir yüze hayran olmamızı sağlar...
İşte ciddi bir kültür politkasının kaygıları bunlar olmalıdır:
herkesin güzel heyecanlarla yaşayabilip, kendi gerçeklerini keşfedebileceği hayat şiirinin demokratikleştirilmesini sağlayabilecek bir estetik politikası gereklidir.
Edgar Morin, filozof, sosyolog le Monde gazetesinin 09/7/2011 tarihli sayısı
Mirac: Kuran'a göre, Burak'a binerek göğün yedi katmanını gezen Muhammed çeşitli melekler ile karşılaşmıştır.
Diğer İslam sanat eserlerinde olduğu gibi Muhammed'in yüzü çizilmemektedir.
(Safevi şahı I. Tahmasp döneminde 1539-43 yılları arasında Tebriz'de basılmış Nizami'nin Hemse eserinde yer alan minyatür, British Library)
Edgar Morin, filozof, sosyolog le Monde gazetesinin 09 72011 tarihli sayısı
Bütçe kesintileri, arzu ve irade yokluğu;
tüm dünyada gözlemlenen, bilhassa, orta sınıfların kültürel seviye kaybı problemi ve kitlesel gösteri sanayisinin güttüğü minimum kültür politikaları, sanat ve kültür çevrelerinin rahatsızlığını ve endişelerini zirve noktalara taşıdı.
Avignon Tiyatro Festivali esnasında
"Théâtre des Idées"
(Fikir Tiyatrosu)
konferansları kapsamında birçok düşünür, kültür adamı ve akademisyen, katkıda bulundular;
önemsediğimiz, fransız düşünür sosyolog, Edgar Morin'in, biyografik olanı olduğu kadar evrenseli de kucaklayan hayat tecrübesi yazısını bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor...
Çocukluk yıllarım tamamiyle müzikli bir ortamda geçti.
Babam, mütemadiyen gençliğinin popüler kahvehane şarkılarını söylerdi.
Annem ise napoliten müzik ve Verdi operaları dinlemeyi çok severdi. Henüz okumayı yazmayı bilmeyen küçücük bir çocukken,
"Questa o quella de Rigoletto"
operası plağını birçok plak içerisinde tanıyarak anne ve babamın kivancı olmayı başarırdım.
Annemin ölümünden sonra, 10 yaşıma geldiğimde, onun çok sevdigi José Padilla' nın
"La Violetera ve El Relicario"
şarkıları üzerinde hastalık derecesinde bir saplantı geliştirmiştim.
"El Relicario"
şarkısının güftesini anlamamakla beraber aşk ve ölümden bahsettiğini hissediyor ve mütemadiyen dinliyordum;
gramofonun zembereği kırılana kadar, ve hatta plağı elimle çevirerek tekrar tekrar dinlemeye çalışırdım.
İnanın "El Relicario" bana hayatım boyunca refakat etti .
Tek oğlandım, annemi kaybetmiştim, şefkat eksiğimi kitaplarla ve vaktimin büyük bir bölümünü sinama salonlarında geçirerek telafi etmeye çalışıyordum.
''A nous la Liberté !'',
''14 Juillet'',
''Sous les toits de Paris'' gibi René Clair' in filimleri beni çok etkilemişti; bu filimlerin şarkılarına hayrandım; hâlâ bu şarkıları mırıldanırım.
Sonra 17 yaşımda Jacques Prévert ve Joseph Kosma' nın ilk şarkılarını, şarkıcı Marianne Oswald' dan Européen şarkı salonunda dinleyerek keşfettim;
herhalde zamanın değerlerine göre bu şarkılar modern olduklarından, o günün dinleyicilerinin çoğunluğu yuhalamıştı.
Daha sonra
''Feuilles mortes''
şarkısı ile nostaljik bir biçimde büyülenmiştim.
Şarkıları her zaman sevdim; bilhassa otuz yıl süren Trenet, Brassens, Ferré, Brel...
dönemi...
Daha sonra, kırk yıl evvel, Antonio Machado' nun bir şiiri üzerine Joan Manuel Serrat' nın bestelediği
''Cantares''
şarkısıyla şahsi ilahimi buldum.
28 yaşımdaydım, bağırsaklarımı düğümleyen flamenko müziğini, bilhassa ''Canto Jundo'' keşfettiğimde:
hüzün, hıçkırık, şiddet ve aşkla dolu bu müziğin hala aynı delilikle aşığıyım;
bu sevdalar, zamanla arap müziği, huayno ve peru valsları ile daha zenginleşti...
Daha önce, 25 yaşındayken
''klasik müzik",
radyo sayesinde hayatıma girmişti. Bu evvela Beethoven' in Pastoral Senfoni 'sinin ilk bölümünün büyüsü oldu. Kısa zamanda konser salonlarından çıkmaz oldum.
Her pazar Châtelet tiyatrosunda Paul Paray' in Colon orkestrası, cumartesi sabahları ise Konservatuarda Charles Munch' ün orkestrasını dinlemeye giderdim.
Gaveau konser salonunun popüler galerisinde ayaktaydım, Eugène Bigot' nun yönettiği Lamoureux orkestrası Beethoven'in 9. Senfoni' sinin girişini seslendirdiğinde yıldırıma çarpılmış gibiydim;
belirsiz bir fısıldamayla başlayan ve tasviri imkansız bir enerjiyle, sanki evreni hiçden var ediyormuş gibi patlayan tutti... Kulağıma
''Yaşa, dünyaya karşı gel, cesaretli ol !''
diyen bir sesle kendimden geçtiğimi hatırlıyorum.
Gözyaşlarimi tutamamıştım, fakat huşu içerisindeydim ve teselli bulmuştum ! Ondan bu yana, bu teselli beni terk etmedi;
bu senfoninin girişi bana her zaman cesaret, güven ve umut vermeye devam etti.
Opera sanatına da merak saldım; beni en çok etkileyen, insan karmaşıklığının ve aynı zamanda rus halkının trajedisini yansıtan Mussorski'nin Boris Godunov operası oldu.
Daha sonra değişik müzik tatminleri yaşadım;
1945 yılının temmuz ayında Berlin harabelerinde, Brandenburg kapısında, nereden çıktığı belli olmayan bir hoparlörden yine Beethoven'in İlkbahar sonatı duyuluyordu;
bu benim için umut ve yeniden doğuşun habercisiydi. Hayatımın her anında içimde melodiler devamlı mırıldandılar, ve yalnız olduğum anlarda sesimle orkestrayı, değişik sazları taklit ettim; Richard Strauss' un Don Juan' ının girişindeki kornoların tamamen yırtıcı seslerini taklit etmişimdir.
Ergenlik yıllarımda tiyatroyu Dullin tiyatrosunda Salacrou'nun
''La Terre est ronde''
piyesiyle, Georges Pitoëff tiyatrosunda Çehof'un ''Martı'' sı ile keşfettim. Bilhassa Jouvet ile tiyatoyla içli dışlı oldum. İşgal yıllarında tiyatro merakımı devam ettirdim.
Gizli Les Lettres françaises dergisine
( yazı dergiye ulaşamamıştı )
bir yazı yazmıştım; bu yazımda, Anouilh'un
''Antigon''undaki, Kreon'un realizmine baş kaldırma eleştirisini, Sartre'in
''Sinekler''
indeki isyan methiyesiyle karşılaştırıyordum.
Fakat herşeyden evvel, kendi hayatımı unutup hayatı anlamamı, hayali olana gitmeme ve gerçekliği daha iyi kavramamı sağlayan, ve benliğimde uyuklayan içinde erotik olanları da barındıran gerçekleri açıga çıkaran edebiyat ve sinema oldu; zira 13 yaşlarındayken Atlantid filminin alman yıldızı sarışın Brigitte Helm'e ve
''La Voie sans disque''
filminin akdeniz esmeri Gina Manès' e büyülenmiştim.
Edebiyat, sinama ve müzik, devamlı yenilenen büyüleyici bir güç içerirler; bu büyü, benim hayatım için gerekli gerçek ruhsal oksijen oldu.
Yine 13 yaşlarımda, Anatole France okumalarım, şüphenin ebediyen içime
yerleştiğini açığa çıkardı; bu aynı zamanda Tolstoy'un ''Diriliş'' i ve bilhassa
Dostoyevski' nin ''Suç ve Ceza'' sı ile karşılaşmama da denk düşer;
bu iki eser
bana, benliğimdeki sevgi ve merhametin, imana olan özlemin derinliğini gösterdi;
sovyet filmi
''Hayat Yolu''
nda ruhun rahata kavuşması mistiğini keşfettim.
Aynı zamanda Brecht' in tiyatrosunda, bilhassa
''Dört kuruşluk opera''
piyesinde, Shakespeare' in trajedilerinde insan dramlarını keşfettim; hayatın karmaşıklığının bilincine bu büyük eserlerle vardım.
Netice itibariyle, hayat şiirini besleyen estetik kültür birikiminin önemi benim için mutlaktır.
Buna karşın, mecbur olduğumuz, kaçınılmaz olan hayatın nesri bizleri yaşamaktan alıkoymaktadır.
Gerçekten yaşamak, şiirsel olarak yaşamaktır; yani benliğimizin, sevgi kabiliyetimizin, çevremize ve dünyaya katılımımızın gelişmesidir.
Dünya hem harika hem fecidir. Estetik, şeylere hayran olmamıza ve iğrenç olana bakabilmemize yardımcı olmaktadır.
Bu şekilde Schubert' in Kentet' inin ikinci bölümü ruhun en feci kederini yansıtmasına rağmen, aynı zamanda verdiği müzik mutluluğu sayesinde, bizi uyutmadan bu kederi anlamamızı sağlar.
Sanat eserlerinin estetiği, gündelik yaşam estetiğini geliştirmemizi sağlar.
Ne denmiştir:
''doğa, sanat eserinin önerilerini taklit eder.''
Sanat eseri, denize, dağa, ağaçlara, kelebeklere koşan bir çocuğa, deli gibi sahibinin üzerine sıçrayan bir köpeğe, güzel bir yüze hayran olmamızı sağlar...
İşte ciddi bir kültür politkasının kaygıları bunlar olmalıdır:
herkesin güzel heyecanlarla yaşayabilip, kendi gerçeklerini keşfedebileceği hayat şiirinin demokratikleştirilmesini sağlayabilecek bir estetik politikası gereklidir.
Edgar Morin, filozof, sosyolog le Monde gazetesinin 09/7/2011 tarihli sayısı
Mirac: Kuran'a göre, Burak'a binerek göğün yedi katmanını gezen Muhammed çeşitli melekler ile karşılaşmıştır.
Diğer İslam sanat eserlerinde olduğu gibi Muhammed'in yüzü çizilmemektedir.
(Safevi şahı I. Tahmasp döneminde 1539-43 yılları arasında Tebriz'de basılmış Nizami'nin Hemse eserinde yer alan minyatür, British Library)