Balyoz Semineri bir ‘darbe plânı’ provasıdır
GEÇ KALMIŞ YAZILAR 19.02.2011
Namık Çınar
Balyoz Semineri bir ‘darbe plânı’ provasıdır
Ne zaman TV’nin kanallarında gezinsem, hop oturup hop kalkıyorum yerimde, çoğunuz gibi.
Her gün göre göre en yakın hısımlardan bile daha aşina olduğumuz “kadrolu bilirkişiler”den bâri bir tanesi olsun, kalkıp da bir gün, hiç değilse “şu konuda bilgim yok” falan dese, dişimi kıracağım Allah için.
Bu kadarı hem fazla, hem halka saygısızlık, bana sorarsanız.
“Balyoz Semineri”, bir darbe plânı mıydı, değil miydi?
Şeyhülislam Yahya’nın dizelerindeki gibi, “söyleyenler kendini bilmez, bilenler söylemez” bir çizgide seyrediyor bu konudaki yorumlamalar, adeta.
Bakın, bir kez daha anlatıyorum:
Silahlı Kuvvetler, ülkemizi muhtemel bir dış mütecavize karşı savunmak maksadıyla ihdas edilmiş, görev ve sorumluluk sahaları önceden belirlenen birliklerine eğitim ve tatbikatlar yaptırarak harbe her an hazır olmakla yükümlü, Yürütme’nin emrindeki bir devlet kuruluşudur.
Bu yükümün yerine getirilebilmesi için her seviyedeki birliklerin karargâhları, kendilerine tahsis edilmiş olan bölgelerdeki görevleri için “savunma plânları” yaparlar. Bu plânları, tıpkı “yapboz”daki parçaların yan yana getirilmelerinde olduğu gibi, birbirleriyle uyumlu bir şekilde birleştirirler. Birliklerin yıllarcadır kendi bölgelerinde yaptıkları “arazi tatbikatları”ndan ve aynı arazilerin maketleri üzerinde gerçekleştirilen “kum sandığı”, haritalar üzerinde de “plân tatbikatları” ve “harp oyunları” gibi nazarî çalışmalardan çıkarılan derslerle test ederler ve geliştirirler.
Sürekli gözden geçirilerek tekâmül ettirilen ve yurdun tüm sathını kapsayan bu plânlara, Silahlı Kuvvetler’in “Genel Savunma Plânı” denir. Devamlı gözden geçirilmelerinin bir nedeni de, terhis edilenlerin yerlerine askere alınan erbaş ve erler ile, emekli olan ya da tayinle sürekli yer değiştiren subay-astsubay kadrolarının, bu plânlardaki görevlerine vâkıf olmalarını sağlamaktır.
Genel savunma plânları, “muharebe sahası ön bölgesi”nde “örtme ve keşif, oyalama muharebesi, asıl muharebe hattının savunulması, karşı taarruz” vb. gibi, düşmana karşı yapılacak her türlü “muharebe şekilleri”ni ihtiva ederler.
Ama aynı zamanda, “muharebe sahası geri bölgesi”ndeki “emniyet tedbirleri”ni de içerirler. Geri bölge emniyeti demek, düşmanla savaşmakta olan birliklerin “en zayıf yeri” olan arkalarının korunması demektir.
Muharip unsurlar, düşmanla dövüşürlerken kafaları meşgul edilmemeli, bir de arkalarını düşünmek zorunda bırakılmamalıdırlar.
Ne ki, bu muharip birlikler, geri bölge emniyet tedbirlerini genel savunma plânlarına dâhil edecek olsalar bile, düşman karşısındaki hiçbir kuvvetini bu maksatlarla görevlendiremezler. Sahnede Hamlet’i oynarlarken, arkada çıkan yangına oyuncular koşmazlar.
Taktik nedenlerle yapılan “geri çekilme” hareketleri hariç, düşman karşısından başka amaçlar için kuvvet çekilemez veya kaydırılamaz. Savunmaya geçildiğine göre, mütecaviz kuvvetlidir ve tek bir erin dahi önemi vardır. Nitekim, bu saha ve özellikle “asıl muharebe hattı”, Atatürk’ün askerlerine “size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum”, dediği yerdir.
İşte bu nedenlerle, “muharebe sahası geri bölgesi emniyet tedbirleri”, başka unsurlar tarafından yerine getirilir.
O yüzden, kılıfına uydurduğu bir senaryoya dayanarak bu konunun seminerini yaptığını söyleyen o ordu komutanına yöneltilecek ilk soru; “orduyu, nasıl olur da düşman karşısından çekerek, İstanbul’un üstüne çökertir de, onu tepelersiniz?” olmalıdır. Bunu Harp Okulu’ndaki taktik dersinde yapacak olsanız, sınıfta bırakırlar sizi.
Madem geri bölge emniyetini plânlıyor ve ona çalışıyorsunuz, nerede bölgenizin Jandarma bölge ve il komutanları, yurtiçi bölge komutanları, yerleşim yerlerinin valileri, emniyet müdürleri, kaymakamları, hatta belediye başkanları, sivil savunma teşkilâtının yetkilileri, MİT ve varsa milis unsurları? Bunları o seminere davet etmiyor musunuz? O tedbirleri büyük oranda üstlenmeleri gerekecek olan bu kimseler neredeler?
Hatta belki de itfaiye teşkilâtı yetkilileri, büyük hastanelerin sorumluları yerine; birlikleri ve kendileri, savaş alanındaki komuta merkezlerinde olması gereken kolordu, tümen, tugay komutanlarının ve karargâhlarının orada işi ne?
Ben söyleyeyim size, işlerinin neler olduklarını. Askerî bir “harekât plânı” işleniyormuş gibi yapılarak, siyasal sisteme G günü S saatinde el koymanın provasını kılıfına uydurmaktır, bütün yaptıkları.
Geri bölge emniyet tedbirleri adı altında, genel savunma plânlarının bir parçasıymış gibi yapılagelen bu “müdahale plânları”, özellikle “bin yıl sürecek olan 28 Şubat süreci”nden sonra, provaları seminer adı altında ister yapılsın ister yapılmasın, üst karargâhlarca artık bu maksatlara dönük anlayışlarla ele alınarak her yıl güncellenecekler, geliştirilecekler ve “devamlı emirler, talimatlar ve plânlar” kapsamlarında, rutine dâhil edilerek dosyalanacaklardır. Binlerce sayfalar dolusu olarak, oradan buradan fışkırıyor olmalarına, o nedenle şaşırılmamalıdır.
General rütbesi seviyesinde komuta edilen birliklerin karargâhlarında varolan ve birbirilerini hiyerarşik olarak tamamlayan bu müdahale plânları, ya en tepelerdeki generallerin bireysel siyasal hırslarına, ya da hangi partinin iktidarda olduğuna, yahut genel konjonktüre bağlı olarak; bazen dosyalarda uyuyarak, bazen de atağa kalkarak karşımıza dikilirler.
General Çetin Doğan’ın zirve yaptığı 2003 yılı ile, diğer senelerdeki durağanlıkları ya da farklılıkları, bu çerçevelerde değerlendirmek yerinde olacaktır.
Dünyanın doktrinsel serbestîlere en kapalı alanlarından biri “din” ise, diğeri de “askerlik”tir, bana göre. Yorumlarını yaparlarken, tıpkı “Kur’an”dan bir milim dahi ayrılamayacak olan din adamları gibi, askerler de “talimnameler”in yazdıklarını “kesin birer veri” olarak almakla mükelleftirler.
Bir tüfeğin hangi elle, hangi parmaklarla, neresinden tutulacağı, ya da nasıl çöküleceği, yahut muharebeler esnasında, kimin hangi prensiplerle hareket edeceği, harfi harfine belirlenerek; doktrinsel askerî kavramlar üretme salâhiyeti kimselere tanınmamıştır.
Biraraya gelip, eğer ellerindeki talimnamelerin yazmadıkları meselelerin “hâl tarzlarını” konuşuyorlar ve maketsiz, haritasız ve mikyassız “done”lerle, görev dışı tatbikatlar yapıyorlarsa, bilesiniz ki, şerefli askerlik mesleğinden uzak bir yerlerde dolaşıyorlar, demektir.
Şimdi söyleyin bakalım; Balyoz Semineri bir “askerî müdahale plânı provası” mıdır, yoksa değil midir, “hâlâ”?
Diğer Namık Çınar Makaleleri: Taraf Gazetesi
1. Çökmüş bir “Askere alma” sistemi - 21.03.2011
2. Bu yasa bir aldatmacadır - 14.03.2011
3. Hükümete öneriler - 07.03.2011
4. Darbeleri nasıl çözümlemeliyiz - 28.02.2011
5. Albay Kaddafi - 25.02.2011
6. Askerî reformların gerekliliği - 21.02.2011
7. Balyoz Semineri bir ‘darbe plânı’ provasıdır - 19.02.2011
8. Yine yeni anayasa - 14.02.2011
9. Oy için önşart - 07.02.2011
10. Arap başkaldırısı, CHP, Balyoz vs. - 31.01.2011
11. ‘Milliyetçilik’ler ne işe yarar - 24.01.2011
12. Milliyetçilik ve Hrant Dink - 17.01.2011
13. Adaletin bu mu dünya - 10.01.2011
14. Asıl sorunumuz ne ki bizim - 03.01.2011
15. Nasıl yaşamalıyız bu ülkede - 27.12.2010
GEÇ KALMIŞ YAZILAR 19.02.2011
Namık Çınar
Balyoz Semineri bir ‘darbe plânı’ provasıdır
Ne zaman TV’nin kanallarında gezinsem, hop oturup hop kalkıyorum yerimde, çoğunuz gibi.
Her gün göre göre en yakın hısımlardan bile daha aşina olduğumuz “kadrolu bilirkişiler”den bâri bir tanesi olsun, kalkıp da bir gün, hiç değilse “şu konuda bilgim yok” falan dese, dişimi kıracağım Allah için.
Bu kadarı hem fazla, hem halka saygısızlık, bana sorarsanız.
“Balyoz Semineri”, bir darbe plânı mıydı, değil miydi?
Şeyhülislam Yahya’nın dizelerindeki gibi, “söyleyenler kendini bilmez, bilenler söylemez” bir çizgide seyrediyor bu konudaki yorumlamalar, adeta.
Bakın, bir kez daha anlatıyorum:
Silahlı Kuvvetler, ülkemizi muhtemel bir dış mütecavize karşı savunmak maksadıyla ihdas edilmiş, görev ve sorumluluk sahaları önceden belirlenen birliklerine eğitim ve tatbikatlar yaptırarak harbe her an hazır olmakla yükümlü, Yürütme’nin emrindeki bir devlet kuruluşudur.
Bu yükümün yerine getirilebilmesi için her seviyedeki birliklerin karargâhları, kendilerine tahsis edilmiş olan bölgelerdeki görevleri için “savunma plânları” yaparlar. Bu plânları, tıpkı “yapboz”daki parçaların yan yana getirilmelerinde olduğu gibi, birbirleriyle uyumlu bir şekilde birleştirirler. Birliklerin yıllarcadır kendi bölgelerinde yaptıkları “arazi tatbikatları”ndan ve aynı arazilerin maketleri üzerinde gerçekleştirilen “kum sandığı”, haritalar üzerinde de “plân tatbikatları” ve “harp oyunları” gibi nazarî çalışmalardan çıkarılan derslerle test ederler ve geliştirirler.
Sürekli gözden geçirilerek tekâmül ettirilen ve yurdun tüm sathını kapsayan bu plânlara, Silahlı Kuvvetler’in “Genel Savunma Plânı” denir. Devamlı gözden geçirilmelerinin bir nedeni de, terhis edilenlerin yerlerine askere alınan erbaş ve erler ile, emekli olan ya da tayinle sürekli yer değiştiren subay-astsubay kadrolarının, bu plânlardaki görevlerine vâkıf olmalarını sağlamaktır.
Genel savunma plânları, “muharebe sahası ön bölgesi”nde “örtme ve keşif, oyalama muharebesi, asıl muharebe hattının savunulması, karşı taarruz” vb. gibi, düşmana karşı yapılacak her türlü “muharebe şekilleri”ni ihtiva ederler.
Ama aynı zamanda, “muharebe sahası geri bölgesi”ndeki “emniyet tedbirleri”ni de içerirler. Geri bölge emniyeti demek, düşmanla savaşmakta olan birliklerin “en zayıf yeri” olan arkalarının korunması demektir.
Muharip unsurlar, düşmanla dövüşürlerken kafaları meşgul edilmemeli, bir de arkalarını düşünmek zorunda bırakılmamalıdırlar.
Ne ki, bu muharip birlikler, geri bölge emniyet tedbirlerini genel savunma plânlarına dâhil edecek olsalar bile, düşman karşısındaki hiçbir kuvvetini bu maksatlarla görevlendiremezler. Sahnede Hamlet’i oynarlarken, arkada çıkan yangına oyuncular koşmazlar.
Taktik nedenlerle yapılan “geri çekilme” hareketleri hariç, düşman karşısından başka amaçlar için kuvvet çekilemez veya kaydırılamaz. Savunmaya geçildiğine göre, mütecaviz kuvvetlidir ve tek bir erin dahi önemi vardır. Nitekim, bu saha ve özellikle “asıl muharebe hattı”, Atatürk’ün askerlerine “size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum”, dediği yerdir.
İşte bu nedenlerle, “muharebe sahası geri bölgesi emniyet tedbirleri”, başka unsurlar tarafından yerine getirilir.
O yüzden, kılıfına uydurduğu bir senaryoya dayanarak bu konunun seminerini yaptığını söyleyen o ordu komutanına yöneltilecek ilk soru; “orduyu, nasıl olur da düşman karşısından çekerek, İstanbul’un üstüne çökertir de, onu tepelersiniz?” olmalıdır. Bunu Harp Okulu’ndaki taktik dersinde yapacak olsanız, sınıfta bırakırlar sizi.
Madem geri bölge emniyetini plânlıyor ve ona çalışıyorsunuz, nerede bölgenizin Jandarma bölge ve il komutanları, yurtiçi bölge komutanları, yerleşim yerlerinin valileri, emniyet müdürleri, kaymakamları, hatta belediye başkanları, sivil savunma teşkilâtının yetkilileri, MİT ve varsa milis unsurları? Bunları o seminere davet etmiyor musunuz? O tedbirleri büyük oranda üstlenmeleri gerekecek olan bu kimseler neredeler?
Hatta belki de itfaiye teşkilâtı yetkilileri, büyük hastanelerin sorumluları yerine; birlikleri ve kendileri, savaş alanındaki komuta merkezlerinde olması gereken kolordu, tümen, tugay komutanlarının ve karargâhlarının orada işi ne?
Ben söyleyeyim size, işlerinin neler olduklarını. Askerî bir “harekât plânı” işleniyormuş gibi yapılarak, siyasal sisteme G günü S saatinde el koymanın provasını kılıfına uydurmaktır, bütün yaptıkları.
Geri bölge emniyet tedbirleri adı altında, genel savunma plânlarının bir parçasıymış gibi yapılagelen bu “müdahale plânları”, özellikle “bin yıl sürecek olan 28 Şubat süreci”nden sonra, provaları seminer adı altında ister yapılsın ister yapılmasın, üst karargâhlarca artık bu maksatlara dönük anlayışlarla ele alınarak her yıl güncellenecekler, geliştirilecekler ve “devamlı emirler, talimatlar ve plânlar” kapsamlarında, rutine dâhil edilerek dosyalanacaklardır. Binlerce sayfalar dolusu olarak, oradan buradan fışkırıyor olmalarına, o nedenle şaşırılmamalıdır.
General rütbesi seviyesinde komuta edilen birliklerin karargâhlarında varolan ve birbirilerini hiyerarşik olarak tamamlayan bu müdahale plânları, ya en tepelerdeki generallerin bireysel siyasal hırslarına, ya da hangi partinin iktidarda olduğuna, yahut genel konjonktüre bağlı olarak; bazen dosyalarda uyuyarak, bazen de atağa kalkarak karşımıza dikilirler.
General Çetin Doğan’ın zirve yaptığı 2003 yılı ile, diğer senelerdeki durağanlıkları ya da farklılıkları, bu çerçevelerde değerlendirmek yerinde olacaktır.
Dünyanın doktrinsel serbestîlere en kapalı alanlarından biri “din” ise, diğeri de “askerlik”tir, bana göre. Yorumlarını yaparlarken, tıpkı “Kur’an”dan bir milim dahi ayrılamayacak olan din adamları gibi, askerler de “talimnameler”in yazdıklarını “kesin birer veri” olarak almakla mükelleftirler.
Bir tüfeğin hangi elle, hangi parmaklarla, neresinden tutulacağı, ya da nasıl çöküleceği, yahut muharebeler esnasında, kimin hangi prensiplerle hareket edeceği, harfi harfine belirlenerek; doktrinsel askerî kavramlar üretme salâhiyeti kimselere tanınmamıştır.
Biraraya gelip, eğer ellerindeki talimnamelerin yazmadıkları meselelerin “hâl tarzlarını” konuşuyorlar ve maketsiz, haritasız ve mikyassız “done”lerle, görev dışı tatbikatlar yapıyorlarsa, bilesiniz ki, şerefli askerlik mesleğinden uzak bir yerlerde dolaşıyorlar, demektir.
Şimdi söyleyin bakalım; Balyoz Semineri bir “askerî müdahale plânı provası” mıdır, yoksa değil midir, “hâlâ”?
Diğer Namık Çınar Makaleleri: Taraf Gazetesi
1. Çökmüş bir “Askere alma” sistemi - 21.03.2011
2. Bu yasa bir aldatmacadır - 14.03.2011
3. Hükümete öneriler - 07.03.2011
4. Darbeleri nasıl çözümlemeliyiz - 28.02.2011
5. Albay Kaddafi - 25.02.2011
6. Askerî reformların gerekliliği - 21.02.2011
7. Balyoz Semineri bir ‘darbe plânı’ provasıdır - 19.02.2011
8. Yine yeni anayasa - 14.02.2011
9. Oy için önşart - 07.02.2011
10. Arap başkaldırısı, CHP, Balyoz vs. - 31.01.2011
11. ‘Milliyetçilik’ler ne işe yarar - 24.01.2011
12. Milliyetçilik ve Hrant Dink - 17.01.2011
13. Adaletin bu mu dünya - 10.01.2011
14. Asıl sorunumuz ne ki bizim - 03.01.2011
15. Nasıl yaşamalıyız bu ülkede - 27.12.2010