http://kutuphane.akparti.org.tr
Yeni Anayasada kim söz sahibi olacak ÜMİT KARDAŞ Emekli Askerî Hakim Taraf istanbul 15 03 2011
ÜMİT KARDAŞ * Emekli Askerî Hakim
Türkiye’de kimin anayasa yapacağına ilişkin iki ana görüş ve iki ana pratik bulunmaktadır.
Türkiye’de kimin anayasa yapacağına ilişkin iki ana görüş ve iki ana pratik bulunmaktadır.
Azınlık da olsa antidemokratik bir görüş, siyasetçilere güvenilemeyeceğinden siyasetçilerin ortaya koyduğu taslaklardan hareketle parlamentonun anayasa yapamayacağı, rejimin sürdürülebilmesi ve korunması bakımından bir anayasa ihtiyacı bulunduğu takdirde bunun da ancak rejimin koruyucu ve kollayıcıları olan vesayet kurumları tarafından teknik bir kadroya yaptırılacağı inancıdır.
1961 Anayasası,1971 Anayasa değişiklikleri, 1982 Anayasası pratikleri bu anlayışa uygundur.
1961 Anayasası bir askerî darbenin ve bu darbeyi besleyen koşulların ürünüdür.
Bu anayasa bir askerî rejim ortamında hazırlanmış, 37 subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi ve seçkinci bir karakter taşıyan Temsilciler Meclisi’nden meydana gelen Kurucu Meclis tarafından yapılmıştır.
Türkiye’de bir anayasanın kurucu meclis tarafından oluşturulması 1961’de yaşanan ilk deneydir.
1961 Anayasası’nın hazırlanması ve kabulünde üç aşama vardır.
Ön tasarıların hazırlanması, tasarıların Kurucu Meclis tarafından tartışılıp kabulü ve halkoylaması.
MBK ve TSK Başkumandanlığı yeni bir anayasa ön tasarısı hazırlamaları için İstanbul Hukuk Fakültesi’nden yedi öğretim üyesini görevlendirmişti.
Bu bilim kurulu Ankara Üniversitesi’nden de üç üye alarak ön tasarıyı hazırlayıp, MBK’ya sundu.
Bu konuda hazırlanan ikinci taslak Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin hazırladığı ön tasarıdır.
1961 Anayasası kabul edilirken yaşanan bir başka ilk, halkoylaması yapılmasıdır.
1961 Anayasası bir yandan hak ve özgürlükler bakımından Batı standartlarını getirmiş bir anayasa olmasına rağmen, diğer yandan bu anayasa ilk kez MGK gibi yarı - askeri bir kurulu anayasal organ haline getirerek yürütme erkine ortak etmiş, ilk kez askerî mahkemeleri ve Askerî Yargıtay’ı anayasal organ haline getirerek asker kişiler açısından tabii hakim ilkesine aykırı olarak askerî yargıya geniş bir görev alanı belirlemiş, sivilleri bazı önemli suçları nedeniyle askerî yargının görev alanına sokmuş, böylece askeri vesayetin ve çift başlı yargının yolunu açmıştır.
1971 askerî darbesinden sonra ise açık tutulan parlamentoya darbeyi yapanlar tarafından anayasa değişiklikleri yaptırılmıştır.
Yapılan değişikliklerle MGK üzerinden TSK’nın yürütme üzerindeki ağırlığı arttırılmış ve daha önemlisi asker kişilerle ilgili idari işlem ve eylemlerin hukuki denetimi Danıştay’dan alınmış ve ilk kez oluşturulan Askerî Yüksek İdare Mahkemesi’ne verilmiştir.
Ayrıca 1961 Anayasası’nda özgürlük kural ,sınırlama istisna olmasına rağmen, yapılan değişiklikle bu durum tersine çevrilmeye çalışılmıştır. Hak ve özgürlükleri sınırlama nedenleri çoğaltılarak
“devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”
gibi soyut, muğlak sınırlamalar getirilmiştir.
Özellikle 1975’lerden sonra terörle ve ekonomik baskılarla istikrarsızlaştırılan çok partili rejim, 12 Eylül 1980’ de sert bir askerî darbeyle karşılaşmıştır.
Beş orgeneralden oluşan Milli Güvenlik Konseyi 29 Haziran 1981’de çıkardığı bir kanunla yeni bir anayasa yapmak üzere MGK ve Danışma Meclisi’nden meydana gelen bir Kurucu Meclis oluşturmuştur.
Danışma Meclisi, kendi üyeleri arasından anayasa tasarısını hazırlamak üzere 15 kişilik bir komisyon görevlendirmiştir.
Danışma Meclisi’nde görüşülüp, kabul edilen anayasa daha sonra MGK’da kabul edilmiş, son sözü MGK söylemiştir.
Bu anayasa 7 Kasım 1982’de halkoyuna sunulmuştur.
Bir darbe ürünü olan 1982 Anayasası, devleti yücelten, kutsayan, bireyi korumasız bırakan, tam bir geriye gidişi ifade eden, devlet otoritesini ve askerî vesayeti pekiştiren, hak ve özgürlükleri sınırlamalarla kullanılamaz hale getiren bir anayasa olmuştur.
1982 Anayasası’nı hem içeriği, hem yapılışı ve oylama biçimi göz önüne alındığında bir anayasa metni olarak kabul etmek zordur.
1982 Anayasası askerî vesayetin sınırlarını daha da genişletmiştir.
AB ilerleme raporları doğrultusunda yapılan değişiklikler anayasanın felsefesinin, ruhunun, amacının değişmesini sağlayamamıştır.
Vesayetten sonra parlamento
Çoğunlukta olan ikinci görüş ise parlamentoların anayasa yapabilecekleri inancındadır. 1876 Kanun-u Esasi’si bu yaklaşımın dışındadır.
1876 Kanun-u Esasi’si Padişah tarafından atanan
“Cemiyet-i Mahsusa”
isimli bir kurul tarafından hazırlanmıştır.
Bu kurulun başkanı Server Paşa olup Kurul’da iki asker, 16 sivil bürokrat
(üçü Gayrimüslim)
ve ulemadan 10 kişi vardır.
Cemiyet-i Mahsusa’nın Mithat Paşa’nın ve Sait Paşa’nın hazırladığı önceki taslaklardan ve yabancı anayasalardan
(Belçika, Polonya, Prusya)
da yararlanarak hazırladığı tasarı Mithat Paşa’nın başkanlığındaki Heyet-i Vükelâ’dan geçmiş, Padişah tarafından kabul ve ilan edilmiştir.
Görüldüğü gibi Kanun-u Esasi, halkı temsil eden bir kurucu meclis tarafından hazırlanmamıştır.
Yine Kanun-u Esasi’nin kabulü için bir kurucu referandum da yapılmamıştır.
Kanun-i Esasi gerçek bir anayasa olarak kabul edilmemekte, millete bağışlanmış bir berat olarak nitelendirilmektedir.
(Charte Constitutionelle)
Meşruti monarşiye geçişi sağlayan 1909 değişiklikleri ise Heyet-i Ayan ve Heyet-i Mebusan’dan oluşan
“Meclis-i Umumi-i Millet”
tarafından yapılmıştır.
1921 ve 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunları, meclis tarafından yapılmıştır.
Kurtuluş Savaşı koşullarında oluşan yeni devlet ve iktidar düzenine ilişkin kuralları gösterecek yeni bir anayasa ihtiyacı ortaya çıkmıştır.
Böylece meşruluk ve hukukilik niteliğine sahip çıkılarak, kurtuluş hareketi yeni bir anayasayla sürdürülmek istenilmiştir.
İcra Vekilleri Heyeti’nin hazırladığı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu Layihası adını taşıyan ve Genel Kurul’a sunulan metin bazı bölümleri göz önüne alındığında bir hükümet programını andırıyordu.
Bu belgenin daha çok
“halkçılık programı”
adıyla anılması da bunu gösteriyordu.
1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu, yerel kongre iktidarlarından ulusal meclise uzanan bir sürecin ürünü olup sivil unsurlar ön plandadır.
Meclisin demokratik niteliği kurucu meclis görevi yapan bu meclisi güçlü kılmıştır.
TEK iktidarı sınırlamayı değil, ulusal birliği amaçlamış, egemenliğin kaynağında köklü bir değişiklik yaparak, milletin temsilcisi olan meclisi tek ve sınırsız güç olarak öne çıkarmıştır.
20 Nisan 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu ise ikinci BMM yapmıştır.
Kanun-i Esasi Encümeni, anayasa tasarısı hazırlanması konusunda bir öneri olmadan, kendiliğinden bir tasarı hazırlayarak BMM Genel Kurulu’na sunmuştur.
BMM kurucu bir meclis olmamasına rağmen, ulusun tek ve egemenlik hakkını kullanmaya tam yetkili temsilcisi sayıldığından yeni bir anayasa yapabileceği konusunda bir tereddüde düşülmemiştir.
Amaç güçlü bir devlet düzeni yaratmaktı.
Ancak bu gücün toplandığı organ yürütme değil, temsili bir nitelik taşıyan BMM’dir.
Yürütme erki de BMM’ye aittir.
Anayasa’yı halk yapar
Bugün sivil toplumun da katılacağı tartışmalar üzerinden mümkün olduğunca geniş temsile dayalı bir parlamentonun ya da kurucu meclisin anayasa yapabileceği görüşü ağırlık kazanmıştır.
Ancak anayasa inşa sürecinde hangi verilerin referans alınacağı noktasında görüşler ayrılmaktadır.
Bir kısım görüş sahipleri mevcut rejimin verilerinden hareket edilmesi gerektiğini bu verilerin göz ardı edilemeyeceğini öne sürmekte, bir görüş ise AB ilkelerinin yeterli veri olduğunu, başka bir tartışmaya gerek olmadığını savunmaktadır.
Bütün bu görüşlerde ilginç olan husus, toplumsal sözleşme sayılan anayasa inşa sürecinde bireylere, gruplara ve topluma öncelikli rol verilmemesi dolayısıyla jakoben bir anlayışla toplumun iyiliği doğrultusunda toplumun geleceğini merkezden ve dar bir çerçevede tasarlama isteğidir.
Oysa Türkiye’de anayasanın muhatapları olan bireyler ve gruplar anayasaların inşa süreçlerinde hiçbir zaman söz sahibi olamamışlardır.
Devlet daima totaliter eğilimli otoriter karakteriyle toplumu yukarıdan değiştirmeye kalkmış, toplumun ne istediğini duymak istememiştir.
Resmî ideoloji, anayasalar, kanunlar ve uygulamalarla topluma dayatılmıştır. Kurmaca bir hukukla adil yargılanma hakkı çiğnenmiş, devlet bürokrasisi ve elitist çevreler topluma yabancılaşmıştır.
Dindarlar, Kürtler, Aleviler, Gayrimüslimler, Solcular mağdur edilmiştir.
Bürokrasi ve siyaset, demokrasi ve özgürlük talepleri bakımından toplumun gerisinde kalmıştır.
Toplum içindeki gruplar ve bireyler, kendileri dışında kalanların hak ve özgürlükleri tanınmadan özgür olamayacaklarını anlamışlardır.
Herkes bakımından hak ve özgürlükleri yeni bir toplumsal sözleşmede güvence altına almak, devleti bu amacı gerçekleştirecek, her türlü etnik kimliğe, dine ve inanca eşit mesafede duran bir aygıt olarak düzenlemek bakımından bireylerin ve toplumun anayasa inşa sürecinde fikirlerini belirtmeleri başlangıç noktasıdır.
Anayasa Çalışma Grubu (AÇG) ile birlikte çalışan Yeni Anayasa Platformu (YAP )
Bolu, Edirne, Diyarbakır, Erzurum, Manisa, İzmir gibi illerde ilk toplantılarını
gerçekleştirdi.
Mayıs ayına kadar 30 ilde ve İstanbul’un birçok ilçesinde yapılacak toplantılar planlanmış durumda.
Bu gibi çabaların ne kadar önemli olduğu açık.
8. dalga anayasacılık, Afrika, Asya ve Latin Amerika ülkelerinde iç savaş koşullarından çıkmayı ve toplumsal barışı amaçlayan anayasa yapma süreçlerinde yaşandı.
Bu anayasalar, toplum içindeki farklı kesimlerin barış içinde özgürlüklerden eşit olarak yararlanabilmelerinin ilkelerini müzakere süreciyle toplumsal mutabakat sonucu belirledikleri metinler oldular.
İnsanların kendi gelecekleri üzerine alınacak kararlarda söylediklerinin dikkate alınması, onları hak ve özgürlükleri kullanmada ve korumada daha istekli kıldığı görüldü.
Süreç odaklı anayasacılıkta ortak yaklaşım, çoğunlukçu yöntem ve usullere itibar edilmeyişi aksine mümkün olan en geniş müzakere ve mutabakat düzlemini oluşturmak üzere gerekli olan katılımı sağlayan süreçleri kurumsallaştırmak olmuştur.
Bu yöntemle anayasa inşa eden ülkeler arasında Güney Afrika önemli bir örnek ve bunu çok zor koşullarda başardı.
Kırsal alandaki nüfus yoğunluğu, siyah halkın hiç bir zaman siyasi hak kullanmamış olması, eğitim eksikliği, ekonomik ve kültürel farklılıklar gibi engellere rağmen süreçte amaç halkın bilinçli katılımını sağlamak olarak belirlenmiştir.
10 aylık bir süreçte yoğun bir katılım sağlanmıştır:
Halka erişim oranı %73’leri bulmuştur.
Sürece katılan taraflardan her biri en zor anlarda bile mümkün olduğu kadar müzakereci bir tutum sergilemiştir.
Müzakere, demokrasi ve temel hak ve özgürlükler dışında kalan konularda katılan her bir tarafın zaman zaman ödünler vermesi anlamında cereyan etmiştir.
Süreçte danışma, katılım, müzakere, uzlaşma önemli olmuştur.
Nelson Mandela süreci
“Güney Afrika halkı artık özgür olmakta özgürdür”
sözleriyle noktalamıştır.
Kendimize güvenirsek barışın yolunu biz de açabiliriz.
The future of microfranchising: opportunities and challenges 2007 W. Gibb Dyer, Jr fırsatlar ve zorluklar: mikro franchising geleceği
In this final chapter I will briefly summarize what we have learned from the
authors of the preceding chapters and discuss what appear to be the major
opportunities and advantages as well as some of the potential problems
and challenges of microfranchising. I will also outline what we feel are the
questions that need to be explored in the future regarding this approach to
helping the poor and disadvantaged.
THE OPPORTUNITIES AND ADVANTAGES
ASSOCIATED WITH MICROFRANCHISING
The authors of this volume have gone to considerable effort to describe the
various advantages of microfranchising. The major advantages are summarized
as follows:
1. A microfranchise has some unique advantages for microentrepreneurs.
First, it provides them with products or services and a “recipe” for
success – operations manual, advertising, etc. Thus, the microentrepreneur
need not “reinvent the wheel” when it comes to starting up and
managing a new business. Moreover, the franchisor may also provide a
ready market for the entrepreneur, making the need for developing a
marketing and selling strategy unnecessary. The franchisor may also
provide training, access to capital, networks, and access to goods/products
at discounted prices because of the buying power of the franchisor.
This can give the microfranchisee a significant competitive advantage.
2. Since franchising in general has grown significantly worldwide in recent
years, it is likely to become more and more accepted as the way to
start a business. Thus, attracting potential microfranchisees will likely
become easier in the future.
3. There are a variety of forms of microfranchises that allow franchisors
some flexibility in choosing a franchise model that fits their specific
needs and situation. Some models are relatively simple – a “business-ina-
box” – while others are more complicated and function more like
cooperatives or are operated by multi-national corporations (“top-down
versus “bottom-up” models).
4. Microfranchises may reduce “moral hazard” problems by increasing
trust and reducing risk. The franchisor essentially becomes a “collateral
agent,” thus allowing the franchisee easier access to critical resources.
This may foster the development of more efficient markets in developing
countries.
5. Microfranchises are likely to be much more scaleable than traditional,
small businesses run by “cottage industry” entrepreneurs, and hence a
franchisee may be able to provide employment for several people, possibly
beyond the boundaries of his or her family.
6. The cases studies we have presented suggest that successful microfranchises
tend to fill a broad social need as well (e.g., communications and
health). The franchisors identified an important social need and then
provided the goods and services to fill that need. Thus, microfranchising
can lift people out of poverty and fulfill social needs as well.
7. A partnership between microfranchising and microfinance may lead to
superior results. Franchisees need access to funds to acquire a franchise
and pay fees, and microfinance institutions would like to find entrepreneurs
who have a proven business idea and who are backed by a reputable
franchisor who can provide support (training, etc.) for their
borrowers. As John Hatch has suggested in Chapter 5, the synergy generated
between microfinance institutions and those involved in
microfranchising may be the wave of the future.
8. New methods and institutions are being developed to fund microfranchises.
Thus, microfranchising will likely be able to grow even more
rapidly in the future.
THE CHALLENGES FOR MICROFRANCHISING
The authors of the preceding chapters have also alerted us to the fact that
microfranchising is not without some challenges and risks. Some of these
are as follows:
1. Microfranchising will only be successful if there are a sufficient number
of entrepreneurially-minded people in a given area who would be
willing to become a franchisee and accept the risks of ownership.
Without an entrepreneurial class of willing franchisees, a franchise
concept wouldn’t likely succeed. There is likely to be some basic level
of education, skill, and motivation that is needed for a franchisee to
succeed.
2. The experience of several cases noted that franchisees did not want to
supply accurate information to the franchisor to avoid paying franchise
fees. This distrust can pose a significant problem for the franchisor. The
challenge for franchisors is to develop mechanisms to enhance trust
between them and their franchisees.
3. Training franchisees and supporting them is seen as a significant challenge
given the franchisees’ backgrounds and the logistics of meeting
with them – particularly in rural areas.
4. Since a franchisor provides the franchisee with a business opportunity
and the means to succeed, this raises the question: are franchisees less
likely to work hard and blame failure on the franchisor when things
don’t go well? Franchisees have a built-in excuse for failure.
5. One potential problem for economic development may be the impact
that a microfranchise might have on local markets. What happens if a
basket-making microfranchise is so efficient that it drives the other
basket-makers out of business? Have we robbed Peter to pay Paul?
Thus, a microfranchise might prove to be highly disruptive to local
markets. However, we might also find, as in the case of HealthStores,
that increased competition may be beneficial to consumers and improve
market performance.
6. Funding large-scale franchises is likely to be a challenge.While Naoko
Felder-Kuzu in Chapter 12 suggests that there are new forms of
funding becoming available, it still remains to be seen if microfranchisors
will have access to enough capital to scale their businesses.
QUESTIONS FOR THE FUTURE
Even though the book has, in our opinion, provided some ground-breaking
information about this relatively new method for helping the poor, we are
still left with several questions unanswered:
1. Are microfranchises more successful than businesses started “from
scratch?”Why have some microfranchises failed? We have highlighted
a number of “success stories” in the various chapters, and we might do
well to do more “post-mortems” on those microfranchises that have
failed to better understand why they failed.
2. Which microfranchise models work best under what conditions
(for example, type of national culture, availability of capital, societal
needs, etc.)? This is a question that demands further investigation.
Microfranchisorswillbereluctanttoexpandtheir franchisesintodifferent
countries, economies, and cultures if they don’t understand the factors
thatdeterminesuccessin differentcontexts.Whatmicrofranchisorswillbe
looking for are microfranchise models that have universal application.
3. Is there a profile of a successful franchisee? This too may be contingent
on the type of franchise, the national or local culture where the franchise
is embedded, or several other contextual factors. To the extent that
we understand the “success profile” of a franchisee, microfranchisors
will be more likely to pick those who will succeed in their businesses.
4. What are the advantages and disadvantages of the various models (for
example, MNC-funded microfranchises versus NGO-funded, topdown
versus bottom-up)? We need to know more about each of the
various models and when and where those models will be more likely
to succeed.
5. What kinds of microfranchises are scaleable and sustainable over the
long term? This is a critical question. Are all microfranchises equally
scaleable and sustainable? Probably not. Thus, we need to better understand
what models will provide for sustainable growth and opportunities
for those in poverty.
6. Will microfranchising reach the “poorest of the poor?” This is probably
one of the most important questions that demands further attention.
It is not clear that the poorest of the poor can gain access to even
modest amounts of capital to own a franchise. Moreover, they may not
have the necessary background and skills to run a successful franchise.
To answer this question requires further research to ascertain who are
actually becoming microfranchisees and determine what segments of
society are benefiting from these new opportunities.
7. How will we measure the “success” of microfranchising? This question
relates to the previous question. Are microfranchises truly helping to
alleviate poverty and provide social benefits, or are they merely
benefiting a rather narrow band of individuals in a given region or of
a certain economic strata? Clearly more research needs to be done to
see who is indeed benefiting from microfranchising.
CONCLUSION
Our purpose in putting this edited volume together was not to supply a
definitive answer to the problem of poverty. However, we do see microfranchising
as a promising approach to the alleviation of poverty, one that can
be coupled with various approaches that have been used in the past such as
microfinance. We hope the various ideas presented in the chapters will