Azsonra Birazdan Şimdi Biz Türkiye'yiz. MarmaraYenikapı Ahsarla #etiket

16 Mart 2011 Çarşamba

taraf ve wikileaks böyle muhalefet ile buraya kadar oda tv ergenekon terminali 16 03 2011 çarşamba




Yeni Anayasada kim söz sahibi olacak ÜMİT KARDAŞ Emekli Askerî Hakim Taraf istanbul 15 03 2011

ÜMİT KARDAŞ * Emekli Askerî Hakim

 Türkiye’de kimin anayasa yapacağına ilişkin iki ana görüş ve iki ana pratik bulunmaktadır.

Türkiye’de kimin anayasa yapacağına ilişkin iki ana görüş ve iki ana pratik bulunmaktadır.

Azınlık da olsa antidemokratik bir görüş, siyasetçilere güvenilemeyeceğinden siyasetçilerin ortaya koyduğu taslaklardan hareketle parlamentonun anayasa yapamayacağı, rejimin sürdürülebilmesi ve korunması bakımından bir anayasa ihtiyacı bulunduğu takdirde bunun da ancak rejimin koruyucu ve kollayıcıları olan vesayet kurumları tarafından teknik bir kadroya yaptırılacağı inancıdır.


1961 Anayasası,1971 Anayasa değişiklikleri, 1982 Anayasası pratikleri bu anlayışa uygundur.

1961 Anayasası bir askerî darbenin ve bu darbeyi besleyen koşulların ürünüdür.

Bu anayasa bir askerî rejim ortamında hazırlanmış, 37 subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi ve seçkinci bir karakter taşıyan Temsilciler Meclisi’nden meydana gelen Kurucu Meclis tarafından yapılmıştır.

Türkiye’de bir anayasanın kurucu meclis tarafından oluşturulması 1961’de yaşanan ilk deneydir.

1961 Anayasası’nın hazırlanması ve kabulünde üç aşama vardır.

Ön tasarıların hazırlanması, tasarıların Kurucu Meclis tarafından tartışılıp kabulü ve halkoylaması.

MBK ve TSK Başkumandanlığı yeni bir anayasa ön tasarısı hazırlamaları için İstanbul Hukuk Fakültesi’nden yedi öğretim üyesini görevlendirmişti.

Bu bilim kurulu Ankara Üniversitesi’nden de üç üye alarak ön tasarıyı hazırlayıp, MBK’ya sundu.

Bu konuda hazırlanan ikinci taslak Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin hazırladığı ön tasarıdır.

1961 Anayasası kabul edilirken yaşanan bir başka ilk, halkoylaması yapılmasıdır.

1961 Anayasası bir yandan hak ve özgürlükler bakımından Batı standartlarını getirmiş bir anayasa olmasına rağmen, diğer yandan bu anayasa ilk kez MGK gibi yarı - askeri bir kurulu anayasal organ haline getirerek yürütme erkine ortak etmiş, ilk kez askerî mahkemeleri ve Askerî Yargıtay’ı anayasal organ haline getirerek asker kişiler açısından tabii hakim ilkesine aykırı olarak askerî yargıya geniş bir görev alanı belirlemiş, sivilleri bazı önemli suçları nedeniyle askerî yargının görev alanına sokmuş, böylece askeri vesayetin ve çift başlı yargının yolunu açmıştır.

1971 askerî darbesinden sonra ise açık tutulan parlamentoya darbeyi yapanlar tarafından anayasa değişiklikleri yaptırılmıştır.

Yapılan değişikliklerle MGK üzerinden TSK’nın yürütme üzerindeki ağırlığı arttırılmış ve daha önemlisi asker kişilerle ilgili idari işlem ve eylemlerin hukuki denetimi Danıştay’dan alınmış ve ilk kez oluşturulan Askerî Yüksek İdare Mahkemesi’ne verilmiştir.

Ayrıca 1961 Anayasası’nda özgürlük kural ,sınırlama istisna olmasına rağmen, yapılan değişiklikle bu durum tersine çevrilmeye çalışılmıştır. Hak ve özgürlükleri sınırlama nedenleri çoğaltılarak

“devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”

 gibi soyut, muğlak sınırlamalar getirilmiştir.

Özellikle 1975’lerden sonra terörle ve ekonomik baskılarla istikrarsızlaştırılan çok partili rejim, 12 Eylül 1980’ de sert bir askerî darbeyle karşılaşmıştır.

Beş orgeneralden oluşan Milli Güvenlik Konseyi 29 Haziran 1981’de çıkardığı bir kanunla yeni bir anayasa yapmak üzere MGK ve Danışma Meclisi’nden meydana gelen bir Kurucu Meclis oluşturmuştur.

Danışma Meclisi, kendi üyeleri arasından anayasa tasarısını hazırlamak üzere 15 kişilik bir komisyon görevlendirmiştir.

Danışma Meclisi’nde görüşülüp, kabul edilen anayasa daha sonra MGK’da kabul edilmiş, son sözü MGK söylemiştir.

Bu anayasa 7 Kasım 1982’de halkoyuna sunulmuştur.

Bir darbe ürünü olan 1982 Anayasası, devleti yücelten, kutsayan, bireyi korumasız bırakan, tam bir geriye gidişi ifade eden, devlet otoritesini ve askerî vesayeti pekiştiren, hak ve özgürlükleri sınırlamalarla kullanılamaz hale getiren bir anayasa olmuştur.

1982 Anayasası’nı hem içeriği, hem yapılışı ve oylama biçimi göz önüne alındığında bir anayasa metni olarak kabul etmek zordur.

1982 Anayasası askerî vesayetin sınırlarını daha da genişletmiştir.

AB ilerleme raporları doğrultusunda yapılan değişiklikler anayasanın felsefesinin, ruhunun, amacının değişmesini sağlayamamıştır.

Vesayetten sonra parlamento

Çoğunlukta olan ikinci görüş ise parlamentoların anayasa yapabilecekleri inancındadır. 1876 Kanun-u Esasi’si bu yaklaşımın dışındadır.

 1876 Kanun-u Esasi’si Padişah tarafından atanan

 “Cemiyet-i Mahsusa”

isimli bir kurul tarafından hazırlanmıştır.

Bu kurulun başkanı Server Paşa olup Kurul’da iki asker, 16 sivil bürokrat

 (üçü Gayrimüslim)

ve ulemadan 10 kişi vardır.

 Cemiyet-i Mahsusa’nın Mithat Paşa’nın ve Sait Paşa’nın hazırladığı önceki taslaklardan ve yabancı anayasalardan
(Belçika, Polonya, Prusya)
da yararlanarak hazırladığı tasarı Mithat Paşa’nın başkanlığındaki Heyet-i Vükelâ’dan geçmiş, Padişah tarafından kabul ve ilan edilmiştir.

Görüldüğü gibi Kanun-u Esasi, halkı temsil eden bir kurucu meclis tarafından hazırlanmamıştır.

Yine Kanun-u Esasi’nin kabulü için bir kurucu referandum da yapılmamıştır.

Kanun-i Esasi gerçek bir anayasa olarak kabul edilmemekte, millete bağışlanmış bir berat olarak nitelendirilmektedir.

(Charte Constitutionelle)
Meşruti monarşiye geçişi sağlayan 1909 değişiklikleri ise Heyet-i Ayan ve Heyet-i Mebusan’dan oluşan
“Meclis-i Umumi-i Millet”
tarafından yapılmıştır.

1921 ve 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunları, meclis tarafından yapılmıştır.

Kurtuluş Savaşı koşullarında oluşan yeni devlet ve iktidar düzenine ilişkin kuralları gösterecek yeni bir anayasa ihtiyacı ortaya çıkmıştır.

 Böylece meşruluk ve hukukilik niteliğine sahip çıkılarak, kurtuluş hareketi yeni bir anayasayla sürdürülmek istenilmiştir.

İcra Vekilleri Heyeti’nin hazırladığı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu Layihası adını taşıyan ve Genel Kurul’a sunulan metin bazı bölümleri göz önüne alındığında bir hükümet programını andırıyordu.

Bu belgenin daha çok

“halkçılık programı”

adıyla anılması da bunu gösteriyordu.

1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu, yerel kongre iktidarlarından ulusal meclise uzanan bir sürecin ürünü olup sivil unsurlar ön plandadır.

Meclisin demokratik niteliği kurucu meclis görevi yapan bu meclisi güçlü kılmıştır.

TEK iktidarı sınırlamayı değil, ulusal birliği amaçlamış, egemenliğin kaynağında köklü bir değişiklik yaparak, milletin temsilcisi olan meclisi tek ve sınırsız güç olarak öne çıkarmıştır.

 20 Nisan 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu ise ikinci BMM yapmıştır.

Kanun-i Esasi Encümeni, anayasa tasarısı hazırlanması konusunda bir öneri olmadan, kendiliğinden bir tasarı hazırlayarak BMM Genel Kurulu’na sunmuştur.

BMM kurucu bir meclis olmamasına rağmen, ulusun tek ve egemenlik hakkını kullanmaya tam yetkili temsilcisi sayıldığından yeni bir anayasa yapabileceği konusunda bir tereddüde düşülmemiştir.

Amaç güçlü bir devlet düzeni yaratmaktı.

Ancak bu gücün toplandığı organ yürütme değil, temsili bir nitelik taşıyan BMM’dir.

 Yürütme erki de BMM’ye aittir.

Anayasa’yı halk yapar

Bugün sivil toplumun da katılacağı tartışmalar üzerinden mümkün olduğunca geniş temsile dayalı bir parlamentonun ya da kurucu meclisin anayasa yapabileceği görüşü ağırlık kazanmıştır.

Ancak anayasa inşa sürecinde hangi verilerin referans alınacağı noktasında görüşler ayrılmaktadır.

Bir kısım görüş sahipleri mevcut rejimin verilerinden hareket edilmesi gerektiğini bu verilerin göz ardı edilemeyeceğini öne sürmekte, bir görüş ise AB ilkelerinin yeterli veri olduğunu, başka bir tartışmaya gerek olmadığını savunmaktadır.

Bütün bu görüşlerde ilginç olan husus, toplumsal sözleşme sayılan anayasa inşa sürecinde bireylere, gruplara ve topluma öncelikli rol verilmemesi dolayısıyla jakoben bir anlayışla toplumun iyiliği doğrultusunda toplumun geleceğini merkezden ve dar bir çerçevede tasarlama isteğidir.

Oysa Türkiye’de anayasanın muhatapları olan bireyler ve gruplar anayasaların inşa süreçlerinde hiçbir zaman söz sahibi olamamışlardır.

Devlet daima totaliter eğilimli otoriter karakteriyle toplumu yukarıdan değiştirmeye kalkmış, toplumun ne istediğini duymak istememiştir.

Resmî ideoloji, anayasalar, kanunlar ve uygulamalarla topluma dayatılmıştır. Kurmaca bir hukukla adil yargılanma hakkı çiğnenmiş, devlet bürokrasisi ve elitist çevreler topluma yabancılaşmıştır.

 Dindarlar, Kürtler, Aleviler, Gayrimüslimler, Solcular mağdur edilmiştir.

 Bürokrasi ve siyaset, demokrasi ve özgürlük talepleri bakımından toplumun gerisinde kalmıştır.

Toplum içindeki gruplar ve bireyler, kendileri dışında kalanların hak ve özgürlükleri tanınmadan özgür olamayacaklarını anlamışlardır.

Herkes bakımından hak ve özgürlükleri yeni bir toplumsal sözleşmede güvence altına almak, devleti bu amacı gerçekleştirecek, her türlü etnik kimliğe, dine ve inanca eşit mesafede duran bir aygıt olarak düzenlemek bakımından bireylerin ve toplumun anayasa inşa sürecinde fikirlerini belirtmeleri başlangıç noktasıdır.



 Anayasa Çalışma Grubu (AÇG) ile birlikte çalışan Yeni Anayasa Platformu (YAP )

 Bolu, Edirne, Diyarbakır, Erzurum, Manisa, İzmir gibi illerde ilk toplantılarını

gerçekleştirdi.

Mayıs ayına kadar 30 ilde ve İstanbul’un birçok ilçesinde yapılacak toplantılar planlanmış durumda.



Bu gibi çabaların ne kadar önemli olduğu açık.

8. dalga anayasacılık, Afrika, Asya ve Latin Amerika ülkelerinde iç savaş koşullarından çıkmayı ve toplumsal barışı amaçlayan anayasa yapma süreçlerinde yaşandı.

Bu anayasalar, toplum içindeki farklı kesimlerin barış içinde özgürlüklerden eşit olarak yararlanabilmelerinin ilkelerini müzakere süreciyle toplumsal mutabakat sonucu belirledikleri metinler oldular.

İnsanların kendi gelecekleri üzerine alınacak kararlarda söylediklerinin dikkate alınması, onları hak ve özgürlükleri kullanmada ve korumada daha istekli kıldığı görüldü.

Süreç odaklı anayasacılıkta ortak yaklaşım, çoğunlukçu yöntem ve usullere itibar edilmeyişi aksine mümkün olan en geniş müzakere ve mutabakat düzlemini oluşturmak üzere gerekli olan katılımı sağlayan süreçleri kurumsallaştırmak olmuştur.

Bu yöntemle anayasa inşa eden ülkeler arasında Güney Afrika önemli bir örnek ve bunu çok zor koşullarda başardı.

Kırsal alandaki nüfus yoğunluğu, siyah halkın hiç bir zaman siyasi hak kullanmamış olması, eğitim eksikliği, ekonomik ve kültürel farklılıklar gibi engellere rağmen süreçte amaç halkın bilinçli katılımını sağlamak olarak belirlenmiştir.

10 aylık bir süreçte yoğun bir katılım sağlanmıştır:

Halka erişim oranı %73’leri bulmuştur.

Sürece katılan taraflardan her biri en zor anlarda bile mümkün olduğu kadar müzakereci bir tutum sergilemiştir.

 Müzakere, demokrasi ve temel hak ve özgürlükler dışında kalan konularda katılan her bir tarafın zaman zaman ödünler vermesi anlamında cereyan etmiştir.

 Süreçte danışma, katılım, müzakere, uzlaşma önemli olmuştur.

Nelson Mandela süreci

“Güney Afrika halkı artık özgür olmakta özgürdür”

sözleriyle noktalamıştır.

Kendimize güvenirsek barışın yolunu biz de açabiliriz.




KUM SAATi 25 01 2011 salı Ahmet Altan Bu ne? AKParti, referandumdaki vaatlerini seçim için tekrarlasa, referandumda evet diyen yüzde elli sekiz AKP’ye neden oy vermesin

Biliyor musunuz, bazen galiba deliriyorum diye düşünüyorum, bu ülke aklımı başımdan alıp beni bir meczuba çeviriyor.

AKP ile CHP’nin şike yaptıklarından şüpheleniyorum çünkü.

Tamam, bu şüphe delice ama bu iki partinin yaptıkları akıllıca mı?

Bir bakın yaptıklarına.

Mantıksal bir tutarlılığı var mı?

AKP, referandumda fevkalade “ilerici, demokrat ve barışçı” bir yaklaşımla kendi önerilerine ne kadar oy aldı?

Yüzde elli sekiz.

AKP’nin demokrat bir anayasa, 12 Eylül’ün kalıntılarını temizleme, Kürt sorununu çözme, adalet sistemini çağdaşlaştırma vaatleri büyük bir destek buldu.

Normalde, bu vaatlerle yüzde elli sekizi kendi çevresinde toplayabilmiş bir partinin, seçimlerdeki oylarını da buna yakın tutabilmek için aynı çizgisini sürdürmesi gerekmez mi?

AKP, referandumdaki vaatlerini seçim için tekrarlasa, referandumda “evet” diyen yüzde elli sekiz AKP’ye neden oy vermesin?

Denenmiş, yüzde elli sekiz taraftar toplamış bir politika var ortada.

Ve, AKP o politikayı terk ediyor.

Neden?

O yüzde elli sekizin en aşağı yüzde yirmilik bir bölümünü kendinden uzaklaştırıp, buna karşılık milliyetçi politikalarla MHP’den yüzde üç oy koparacakmış.

Bunun mantığını anlayabilen var mı?

Referandumdaki politikalarından vazgeçip ne yapıyor?

Seçimde hiçbir getirisi olmayacak, “heykel, dizi, içki” gibi tuhaflıkların peşine düşüyor.

Bu açıklamalar nasıl bir sonuç yaratıyor?

AKP’ye referandumda destek veren yüzde elli sekizin önemli bir kısmı AKP’den uzaklaşıyor.

Başka nasıl bir sonuç yaratıyor?

“Bu CHP’den bir şey olmaz, bunlar ülkeyi yönetemez” diyen birçok insan, “AKP bizim hayatımıza karışacak, aklını sekse, içkiye takıp şehirlerde hayatı bize zehir edecek” korkusuyla CHP’ye sığınmaya karar veriyor.

AKP, bu politikalarla, CHP’nin kaybetmekte olduğu oyların yeniden bu partiye dönmesi sağlıyor.

CHP’nin “kaçmaya hazırlanan” seçmenini korkutup, onları bu partiye doğru sürüyor.

Ana muhalefet partisi seçimde, kendi politikalarının yarattığı ümitle değil, AKP’nin yarattığı korkuyla oy alacak.

AKP, CHP’ye böyle bir iyilik yaparken, CHP ne yapıyor?

Ergenekon’a, Balyoz’a, darbeye sahip çıkan konuşmalara başlıyor.

Ne oluyor o zaman?

AKP’yi eleştirmeye hatta bu partiden uzaklaşmaya hazırlanan birçok insan, “tamam AKP tuhaflıklar yapıyor ama bu CHP oylarını arttırırsa, bir de iktidara gelirse yeniden askerî vesayeti kuracak, Ergenekoncuları serbest bırakacak, faili meçhuller, darbe hazırlıkları hortlayacak” korkusuna kapılıp yeniden AKP’nin yanına dönüyor ve eleştirilerini de azaltmayı düşünüyor.

Bu iki parti de, son açıklamalarıyla bir “ümit” yaratmak yerine “korku” yaratıyorlar.

Ortalık korkan seçmenlerle dolu.

“AKP içkiyi yasaklayacak” lafı AKP’ye bugün alacağından daha fazla oy sağlamaz ama CHP’ye ciddi oy sağlar, aynı şekilde Ergenekon’a sahip çıkmak CHP’ye bugün alacağından fazla oy sağlamaz ama AKP’ye oy sağlar.

Şimdi bana mantıklı bir biçimde bu iki partinin izlediği bu politikaların nedenlerini açıklayabilecek kimse var mı?

Oturup anlaşsalar ancak böyle bir politika izleyebilirler.

Kendilerine benzemeyenlerde ancak bu kadar korku ve dehşet yaratabilirler.

Bizim tam anlayamadığımız bir biçimde “şike” yaptıklarını düşünebilecek hale geldim doğrusu.

“Olur mu öyle şey, şike yaparlar mı” diye sual eden olursa...

Apo’nun dün bizim gazetede yayımlanan açıklamalarını okumalarını tavsiye ederim.

Generallerin gidip Apo’ya “savaşı hızlandırın” dediğini, Apo’ya şike teklif ettiklerini biri size söylese inanır mıydınız?

Ama söyleyen, bizzat bu öneriyi duyan Apo.

Karakol baskınlarında, o karakollardaki askerlerin nasıl korumasız ve desteksiz bırakıldığını da düşünün.

Savaşta bile şike yapılan bir ülkede politikacılar şike yapmaz mı?

Herhalde yapmazlar ama ben ciddi ciddi kuşkulanıyorum.

Biri bana, bu iki partinin politikalarının nedenlerini açıklasa da, bu yaşımda durduk yerde mahallenin meczubu durumuna düşmesem.

Var mı bunu açıklayacak bir yiğit?

Bu ne? - 25.01.2011
Zavallı CHP ve başka bir parti - 23.01.2011
Beyaz adam ve muhafazakârlar - 22.01.2011
Yaşayan cunta - 21.01.2011
2010’da darbe - 20.01.2011
Cinayet - 19.01.2011
Dava - 18.01.2011
Niye - 16.01.2011
Erdoğan ve kof kabadayılık - 15.01.2011
Altı ay - 14.01.2011
Böl ve yönet - 13.01.2011
Sarıkamış ve AKP - 12.01.2011
Ucube - 11.01.2011
Yasaklamak - 09.01.2011
Bir cumhuriyet batarken... - 08.01.2011
Şaşırdınız demek... - 07.01.2011
12 ve 10 - 06.01.2011
Sertlik ve zekâ - 05.01.2011
Bir parti - 04.01.2011
Sisif’in günlüğü - 02.01.2011
Dindar ile muhafazakâr - 01.01.2011
Küçük Prens - 31.12.2010
Sokaktaki kadın - 30.12.2010
Balyoz iddiaları - 29.12.2010
İnsanoğlunun rızası - 28.12.2010
Erkek kediler - 26.12.2010
Eczacı hanım - 25.12.2010
Talabani ve ümit - 24.12.2010
Başka bir sorun - 23.12.2010
İki dil - 22.12.2010






Azsonra Birazdan Şimdi Biz Türkiye'yiz.