Zamanla cilveleşme cüreti ve hayatın kara delikleri YA DA 05.03.2011 Yasemin Çongar
* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır. *** Trenlerde ters oturan çocukların geçmişle ilişkisini seviyorum ben. Gözümün arkada kalmasını seviyorum. Hayatın içine doğru gerisin geri gitmeyi, makiniste sırtımı dönerek oturmayı seviyorum. Manzaranın benim de az sonra bir parçası haline geleceğim karelerini son âna kadar müphem kılıyor bu duruş; içinden geçip gitmekte olduğum resimlerse sanki daha yavaş eksiliyor penceremden, onları daha çok seyredebiliyorum. Bir yöne giderken mütemadiyen ters yöne bakarak, varmaktan ziyade ayrılmaya odaklanarak, “ileri” ile “geri” arasındaki duruşumu bir tren seferinin kısacık ömrünce olsun değiştirerek, ilerinin aslında “ileri,” gerinin de illa ki “geri” olmayabileceğini kendime hatırlatmayı seviyorum. Zamanla basbayağı cilveleşiyormuşum duygusu veriyor bu bana ve, bütün cilveleşmelerde olduğu gibi, uzak ihtimallere dokunmanın hazzını hissediyorum. Hatta bu ters duruşun, “gözler ileri, başlar yukarı” şiarıyla “uygun adım marş” çekilerek büyütülmüş “Türk çocukları” olarak cümlemizin tedavisi için mütevazı bir başlangıç olabileceğini bile düşünüyorum bazen. Küçükken yaptığım gibi şimdi de ters oturuyorum trenlerde. Dün, mesela, bütün bir günü, İngiltere’nin bağrına doğru gerisin geri giderek geçirdim ben. Başım da dönmedi üstelik; kendime geldim. İngiltere’nin bağrı dediysem, iflah olmaz bir tembellik içinde ve belki biraz da kendi ayıbımızı sinsice başkasına yansıtma güdüsüyle, ekseriya “İngiltere” diye damgalayıp etnik açıdan tektipleştiriverdiğimiz o büyük krallığın herhangi bir yerinde değil, gerçekten “İngiltere”nin bağrında; İskoç değil, Galli değil, İrlandalı değil, öyle “Britanya” deyip genelleştirilebilecek topraklarda değil, hakikaten adamakıllı “İngiliz” olan bir diyarda, bir kentten diğerine, trenlere binip hep ters oturdum. Sussex’te, Essex’te, Kent’te ve, adı üstünde, Doğu “Anglia” diye topluca vaftiz edilmiş olan Cambridgeshire’da, Norfolk’da, Suffolk’da dolaştım. Günboyu penceremden eksile eksile hafızamda çoğalan o İngiltere resmine, içinde beyaz huzmeler saklayan kurşuni bir gökyüzüyle ıslak yeşil toprakların arasına sıkışmış bir sükûnet hâkimdi. Sükûnetin içinde, başka bir mevsimi bekleyen üşümüş ağaçlar gördüm. Dişbudaklar, atkestaneleri, söğütler ve adlarını, yıllar önce şimdi bana çocukluğumdan da eski gelen yirmili yaşlarda, Londra’da çalışırken öğrendiğim akçaağaçlar, huşlar, porsukağaçları, birbirinden çıplak, birbirinden gri, belki biraz hüzünlü ama onları gizli bir müzikle topluca dans etmeye hazır iskeletler gibi görebilen bir çocuğun gözünde doğrusu biraz da komiktiler. Buralara adanın kuzeyinden indiği anlatılan İskoç çamlarıyla, en azından bazı türleri yapraklarını kışa teslim etmemiş olan meşelerin koyu yeşil himayesiydi belki de bu iskelet güruhunu böyle tekin ve huzurlu kılan; bilemiyorum. Karnı tok tahıl siloları, uykudan uyandırmaya henüz kıyamadıkları tarlaların kenarında pinekleyen traktörler, otlakların mevsimsizliğine şükreden koyunlar ve kime ait olurlarsa olsunlar ruhları sahipsiz atlar gördüm. Kendisi minnacık ama bu toprakların Hıristiyanlaşmasının simgesi sayılan bin yıllık katedrali sayesinde ünü büyük olan Ely şehrinden geçerken, tren istasyonunun iki yanına sıralanmış evlerden birinin arka bahçesinde, boşalmış çiğneme tütünü tenekelerinin içinde mor beyaz sümbüller yetiştiren şişman kadının, soğuğa da, geçip giden trene de hiç aldırmaksızın çayını yudumlarkenki hali, o çok eski, çok rüyalı “çuf çuf” gecelerin sabahında, İstanbul’un arka bahçelerine uyanmayı, Haydarpaşa’ya varmayı hiç istemeyecek kadar seven bir çocuğun, burnunu trenin camına dayayıp seyrettiği tombul teyzelerin paslanmış Vita yağı tenekelerinden sarkan sakız sardunyalarından ve börekli çay saatlerinden başka hiçbir şeye fazla düşkün görünmeyen durgun çehrelerini hatırlattı bana... Arka bahçelerinden tren geçen evlerin dünyanın her yerinde aynı olduklarını düşündüm. Ölünce başlayan bir hayat hikâyesiKatherine Mansfield trenlerde ters oturur muydu bilmiyorum. Onun tek nefeste hem kudreti hem kırılganlığı soluyan cümlelerinin azımsanmayacak bir bölümünün trenlerde yazıldığını biliyorum ama. Her okuduğumda, bende, geçmişe uzanıp onu yakalamak, sımsıkı tutmak, burada bizimle biraz daha kalması, bizim için başka cümleler de kurması için yalvarmak isteği uyandıran bu Yeni Zelandalı yazarın, İngiltere’nin bağrını trenlerle az deşmediğini biliyorum. Mansfield’ın hayatının içine doğru, “gerisin geri” ilerleyen bir kitap sayesinde biliyorum bunu. Bu yolculuktaki tek refakatçim o kitap; içinden rengârenk damarlar geçen bir mermer parçası; zamanla cilveleşme cüreti itibariyle bugüne dek okuduğum en çarpıcı biyografi belki... Adı, Katherine Mansfield: The Story-Teller (Katherine Mansfield: Hikâye Anlatıcısı): yazarı, daha önce de özellikle az tanınan kadın edebiyatçıların biyografilerini kaleme almış olan bir İngiliz şair: Kathleen Jones.Yazının devamını okumak için tıklayın. | |
Diğer Yasemin Çongar Makaleleri: | |
|